30 Ocak 2012 Pazartesi

TÜRKLERİN KÜRT SORUNU

Yıllardır yaşayarak tartışıyoruz. Aslında tartıştığımızı sanıyoruz ama sadece öykünüyoruz. Tartışıyor gibi yapıp alışılageldik sözcükleri ardı ardına sıralıyoruz. 25 yılı aşkın tartışma süreci sonucunda sorunun adını koymayı başardık. Kürt sorunu. Adını koyduk ama kendisini inkâra, görmezden gelmeye devam ediyoruz. Hemen herkes yarım ağızla bir şeyler geveliyor. Televizyon kanalları uzmandan geçilmez oldu. Meğerse herkes çözümü biliyormuş. Emekli Generaller, üniversitelerin Amfisi dolmayan akademisyenleri, kıytırık gazetelerin köşe yazarları herkes konuya bir biçimde dahil oldu.

Son dönemlerde artan şiddet, tartışmaların boyutunu ve milliyetçi dokusunu alevlendirdi. Eylemler arttıkça, çatışmalar yayıldıkça, yeni ölümler yaşandıkça daha bir keskinlikle sorun tartışılmaya,  askeri taktikler ortalıkta uçuşmaya başladı.

Her sorun belli bir olgunluğa ulaştığında, gerçek anlamda çözüme yaklaşılmış olur. Sorun içselleşmeden, tarafların sorun karşısındaki pozisyonları netleşmeden, yaşamı etkileyen bir tıkanma yaşanmadan, çözümün oluşması veya açığa çıkması çok mümkün değildir.

25 yıldır süren ve yaklaşık 45 000 insanımızın yaşamına mal olan, ülkeyi yaşanmaz hale getiren, halklara acı çektiren Kürt sorunu, olgunlaşarak içselleşmiş ve artık çözüm  kaçınılmaz bir hale gelmiştir. Yaşamı tıkayan, birlikte yaşama isteğini yıpratan, milliyetçi duyguları kabartan, halkları karşı karşıya getiren bu sorun, artık çözüm noktasına ulaşmıştır. Her sorun gibi uçlaştığı noktada, bir biçimde çözülecektir.

Çözüm için ilk adımda yapılması gereken, sorunun ve tarafların beklentilerinin doğru bir biçimde analiz edilmesidir.

Kürt sorunu, Kürtlerin sorunu değildir. Türkiye’nin sorunudur. Bu tespit öncelikle yapılmalıdır. Karşılıklı iki tarafı olan bir sorundur. Bu da demektir ki, tek taraflı çözülemeyecek bir sorundur.

Türkiye de yaşayan Kürt halkını kategorize ettiğimizde;

* Sisteme entegre olanlar,
*Sistem dışına itilmiş olanlar,
*Ve sistemden beslenenler olarak ayrıştırmak mümkündür.


Ağırlıklı olarak metropol kentlerde, diğer etnik  yapıdan insanlarla birlikte yaşayan, sistemin bir halkasında yerleşik ve kalıcı bir yaşam olanağı edinen kesim, siyasal tercihlerini de  bu eksende kullanmaktadırlar. Sistemle doğrudan çatışmaya girmeyen, komşusunun etnik kimliği ile çok fazla ilgili olmayan, kamuda veya metropol kentin yarattığı olanaklarda iş edinen bu Kürt nüfus, sınıfsal yapısına göre siyasal olarak biçimlenmektedir. Önemli bir kesimi muhafazakâr –İslami- ve merkeze yakın siyasal yapılar içerisinde yer alırken, diğer bir kesimi ise siyaseten daha muhalif yapılarda yer alırlar. Metropol kentlerde yaşayıp da, yerleşik bir yaşam olanağı yaratamamış veya sistemin ekonomik yıkımından kurtulamamış bir kesim ise geldiği yerelliğin ve etnik yapının siyasal ekseninde yer almaktadırlar.



Kürt kentlerinde yaşayan Kürt halkının önemli bir kısmı, PKK’nın eylemliliği ile kazandığı siyasal perspektifi doğru olarak kabul etmekte ve çözümü aynı siyasal iradenin etkinliğinde görmektedir. Bu kesim her geçen gün daha politize olarak süreçte aktif rol üstlenmektedir. PKK’nın silahlı gücü ve askeri eylemliliği bu kesimlerce meşru görülmekte ve bir çözüm yöntemi olarak algılanmaktadırlar.  Burada yaşayan halkın siyasal iradesini ağırlıklı olarak PKK ve benzeri siyasal eksendeki diğer yapılar temsil etmektedirler. Bunu açıkça görmek ve kabul etmek gerekmektedir. Bu bölgede yaşayan Kürt halkı, 25 yılı aşkın süredir devam eden şiddetten en fazla etkilenen, en fazla kayıp veren, en fazla acı çeken ve yaptırma maruz kalan kesimdir. Bu anlamıyla daha dinamik, daha aktif ve daha radikal olarak süreçte yer almaktadırlar. Etnik bilinç anlamında daha belirgin olan bu bölge insanları, aynı zamanda çözümü en fazla isteyen kesimlerdir de… En yakınlarını bu şiddet ortamında kayıp etmiş bu insanlar, sorunda öncelikli taraftır.


Sistemden beslenenler şiddet ortamının devamından yana olanlardır. Çatışma ortamı sürdükçe sistemden beslenmeye, siyasal ve ekonomik güçlerine, güç katmaya devam edeceklerdir. İktidar partilerinde görevler alıp, etnik kimliklerini inkar ederek, rant ilişkileri içerisinde yer almaktadırlar. İşbirlikçi ve rantiyecidirler. Bu anlamıyla da sorunda, iktidardan taraftırlar.

KORKU DUVARLARI AŞILIYOR!

Kürt sorunun çözümünde öncelikle şu soruların yanıtını çok net olarak vermek gerekmektedir. 

Ayrılık ve toprak talebi var mı;

Yan yana, birlikte yaşamak istiyor muyuz?

İkinci adımda ise tek bir ülkede yan yana yaşamaktan yana isek, “nasıl bir ülkede yaşamak istiyoruz?” sorusuna tartışarak yanıt oluşturmalıyız.
Sorunun esasını bu noktalar oluşturmaktadır. Açık yüreklilikle bu soruların yanıtlarını vermeden, Kürt sorununun çözümü mümkün değildir.
Öldürelim çözelim, sindirelim çözelim, çatışalım çözelim (çözümsüzlük) söylemlerinin karşısına demokratik bir koşulda yan yana birlikte yaşamanın çözüm yöntemleri konulmalıdır. Tarihsel olarak yüzyıllardır birlikte yaşayan halkların,  vatandaşlık bilinciyle yine barış içerisinde birlikte yaşama istemleri zemin bulmalıdır.
Kürt halkı  (PKK) şiddetin durdurulması ve kalıcı anlamda bir barış için ne istemektedir?

PKK ulusal nitelikte bir devrimci hareket olarak ortaya çıkmıştır. İlk yıllarda siyasal olarak devleti kapitalist olarak nitelemiş ve “Kapitalist devlet, Türk ve Kürt halkını ayırt etmeden sömürmekte, baskı ve şiddete dayalı olarak siyasal iktidarını sürdürmektedir,” tespitini yapmıştı. Sömürgeci tek devlete karşı tek devrim yapılmalıydı ve Türk ve Kürt halkının tek kurtuluşu sosyalizmdi. PKK uzunca yıllar bu siyasal eksende mücadelesini sürdürdü.  12 Eylül askeri darbesi sonrasında, 1982 yılın kurulan ve birlikte mücadeleyi –tek devlete tek devrimi- savunan FKBDC (Faşizme karşı birleşik direniş cephesi) içerisinde yer aldı. Bu yapıda PKK dışında DEV-YOL, DEVSOL, PAZRTİZAN, ACİL, VATAN PARTİSİ, TKEP vb. gibi örgütler de yer almaktaydı.  Diğer bir ifadeyle PKK bu dönemde, ayrı bir devrimden ve ayrılmaktan yana değil, ortak devrimden yana olan, kendisini sosyalist olarak tanımlayan, bayrağında orak-çekiç olan bir örgüttü. 1984 eylemlerine kalkıştığında da bu siyasal biçimlenişten farklı değildi. 


1989 sonrasında bayrağından orak çekiç amblemini çıkartarak kendisini Kürt hareketi olarak tanımlamış, silahlı mücadelesinin hedefini de özgür Kürdistan olarak belirlemiştir. Ancak 2000’li yıllar da ayrılma talebi yerine özgürlükçü, demokratik cumhuriyet ve anayasal vatandaşlık talebini seslendirmeye başlamıştır. Ayrılıktan yana olmadığını her fırsatta belirterek, mücadelesinin amacının, Türkiye de yaşayan Kürt halkına anayasal vatandaşlık hakkının tanınması,  bölgesel özerklik verilmesi, kültürel hakların tanınması olduğunu ifade etmiştir. Yani birlikte yaşam koşullarının sağlanması üzerine formüle ettiği taleplerinin yerine getirilmesini istemektedir.

(Kuşkusuz bu noktaya gelinmesinde ki en önemli neden, uzun süren ve değişik evrelerden geçen silahlı mücadelenin, Emperyalizmin içinde bulunduğumuz koşullarında istenilen anlamda başarı kazanamayacağının görülmesidir.)

Gelinen noktada Türk ve Kürt halkı arasında ki öncelikli sorun “şiddet”tir. Kaynağını tarihten alan bu şiddet bir an önce durdurulmalı ve sorun siyasal olarak, demokratik zeminde çözülmelidir. 1984 yılından bu yana 45000 kişi yaşamını kaybetti. Her yıl 1500 Kürt genci dağa çıkarak çatışmalarda yer alıyor. Bu kirli savaşta harcanan toplam para 300 milyar dolar. 25 yılı aşkın bir süredir yöntem olarak kullanılan şiddetin bedeli ağır olmuştur.  Artık bu acıya son verilmelidir. Şiddetin dozu çözüm değildir. Sorunun tarihsel sürecinde, şiddetin her boyutu kullanılmış, acı ve gözyaşı dışında hiçbir sonuca ulaşılamadığı görülmüştür.

Sorunun tarafları var ise çözümünde tarafları vardır. Bu taraflar sorunun çözümü için demokratik zeminde yan yana gelmeli ve birlikte yaşam koşullarını oluşturmalıdır. Kürt sorunu yalnızca Kürtlerin sorunu değildir. Kürt sorunu aynı zamanda bir Türk sorunudur. Bir demokrasi sorunudur. Hiç kimse kendini bu sorunun çözümü dışında tutamaz. Bütün bir halk olarak, tüm sonuçlarını yaşadığımız bu sorun, bizim sorunumuzdur. Siyasal irade ile demokratik zeminde çözülmelidir.

Demokratik, özgür bir ülkede birlikte yaşam koşulları,  birlikte yaratılmalıdır.

Silahlar susmalı ve ölümler son bulmalıdır.

26 Ocak 2012 Perşembe

ADAM GİBİ YAŞAMAK GEREK

Yaşam çok hızlı geçiyor. Çoğu zaman yakalamakta güçlük çekiyoruz. Kimi zaman ise verdiğimiz kararlar yaşamın devinimi karşısında yetersiz kalabiliyor. İçinde yaşadığımız koşulları dikkate alarak bir saptama yapıyoruz.. Köşeler çizip, davranış kalıpları oluşturuyoruz. O an için tüm bu yaptıklarımız, bize doğru geliyor. Gerçekte de doğrudur. Ama bir süre sonra öyle zamanlar geliyor ki, çizdiğimiz çerçeveler, yaptığımız tanımlar, oluşturduğumuz kalıplar, süreci dolduramıyor. Bir eksik, bir yetersizlik kendini olanca sancısıyla dayatıyor.


Bu değişime direniyoruz ilk başlarda. Belirlenimlerimize sadık kalmaya,daha değişim için uygun zamanın olmadığını düşünmeye çalışıyoruz. Tutarlıktan yana oynuyoruz. Ama yaşam ayak diretiyor. Kendi kalıplarımız dar gelmeye, bizi boğmaya başlıyor. Yeni baştan düşünmeye yöneliyoruz, kararlarımızı. Sorgu üstüne sorgu yapıyoruz. İşin kolayına kaçmadan, yeni baştan didikliyoruz her şeyi. Yaşama karşı kararlarımızın ayak diretemediğini görüyoruz kimi zaman. Kimi zaman ise biz direnememişizdir, yaşam karşısında. Her iki sonuçta da değişmesi gereken bir şeylerin olduğu ortaya çıkar. Ya kendimizi yada kararlarımızı değiştireceğiz. Arada çıkar yol kalmamıştır.


Özellikle insan ilişkilerinde böylesi kararsızlıklar yaşarız. Aldatılmak, yanıltılmak, harcanmak bizi kırar. Bunu biliriz ve bildiğimiz içinde buna fırsat vermemek için çaba gösteririz. Ama hep yeni baştan bunlara düşeriz. Yanıltılırız, kandırılırız ve harcanırız… Öfke duyarız, tepki gösteririz kendi kendimize, özensizliğimize ve dikkatsizliğimize kızarız.Böylesi aldatmalar, harcamalar çok fazla güvendiğimiz insanlardan gelirse, daha bir yıpratıcı olur bizim için. En zayıf yerimizden hançerlenmiş gibi hissederiz kendimizi. Güvendiğimiz için zayıfladığımızı düşünürüz. Dikkati bırakmış, gardımızı düşürmüşüzdür. İşte böylesi dönemlerde daha önce verdiğimiz kararlarımızı, ilke olarak doğru kabul ettiğimiz doğrularımızı sorgulamaya başlarız. Yaşama karşı yenilmişlerdir. Diğer bir ifade ile, yaşam bizim kararlarımızı, doğrularımızı yenmiştir. Omuzlarımız çökmüş halimizle, öfkemizi denetlemeye çalışırız. Yüreğimizin derinliklerine hançer bibi bir sızı saplanır. Döner dururuz, anlamsızca… Küfrederiz, aklımıza gelen her şeye. Laneti kavramlara sığdıramayız.


Taşıdığımızı sandığımız değerler, param parça olup dökülmüştür. Savaşın orta yerinde silahını kaybetmiş asker telaşıyla, savrulup dururuz. anlamsız alanlara. Böylesi zamanlarda sorgulanır yaşamlar,doğrular,ilkeler… Her şey toz duman içinde kalır.



Böylesi dönemlerde önemli olan, olayların dışına çıkıp bakabilmektir. Zor bir iştir, ancak başkaca da bir yolu yoktur.

İnsan harcayan kişi aslından kendinden tüketiyordur. Harcadığı değer kendi değeridir. Farkında olmadan, kendi taşıdığı kimi şeylerden vazgeçiyordur aslında. Çırılçıplak kalacaktır bir süre sonra, tümüyle kaybetmiş olarak değerlerini. Yoksunlaşacak, yoksullaşacaktır. Bizim yüreğimizde uç veren öfkeye aman bırakmayacaktır, tükenip giderken kendi kulvarında.

Biz deniz yıldızlarını tek tek yeniden denize atmaya devam ederken, o, seyredemeyecektir bile. Algısı yitik, değerleri paramparça olarak sindiği kovuğunda, olanca zavallılığıyla kala kalacaktır.

Silkinip yaşama yeni baştan dönmek gerek. Yarım kalmış günü ve tüketilmemiş aşkları yarına ertelemeden, bu güne sarılmak gerek. Umudu öfkesinden koparıp, güneşin önüne koymak gerek.

Adam gibi yaşamak gerek…

23 Ocak 2012 Pazartesi

CEMAAT FAŞİZMİ



Referandum ve genel seçimler öncesinde bu konuya dikkat çekmiş ve süreç sivil bir baskı sürecine doğru hızla gitmektedir, demiştim ve özellikle kendisini solda tanımlayan yapıları uyarmaya çalışmıştım.

Ülkemizde ki her baskıcı süreç, esas olarak kime karşı geliştirilirse geliştirilsin kesinlikle bir biçimde sola yönelir. Bu güne kadar hep böyle oldu. Bu gün de olan bundan farklı bir şey değil.

Devrimci Karargah örgütü adı altında SDP yönelik yapılan operasyonla, KCK ve Halkevlerine yönelik operasyonlar, bundan sonraki süreçte sol yapılanmaların her fırsatta hedef olacağını göstermektedir. Bu sistemin hiçbir muhalefete tahammülü yoktur. Bir yandan göstermelik demokrasi söylemleri ortalıkta uçuşurken, diğer taraftan gece yarısı operasyonlarıyla, yasal sol partiler illegal örgüt muamelesine tabii tutulmakta ve teşhir edilmeye çalışılmaktadır. Onlarca insan eşyanın tabiatına ters bir iddia ile tutuklanarak içeri atılmaktadır.

Ergenekonvari bir biçimde ortaya çıkartılan Devrimci Karargâh adlı örgüt, artık tüm yasal sol siyasi yapıların bir biçimde tehdit unsuru olarak kullanılacak ve olmayan illegal yapılanma bağlantısı böylelikle kurularak hukuksal bir al yapı oluşturulmuş olacaktır.

Bu güne kadar tek bir kişinin bile ceza almadığı, tarihsel bir sürece sahip olmayan, ideolojik olarak yeni ve sürece denk düşen hiçbir şey söylemeyen bir yapılanma olarak karşımıza çıkan Devrimci karargah isimli yapı hakkında çok fazla şey bilemiyoruz. Ancak onlarca yıllık birikim ve tecrübe sahibi devrimci yapıların bile var olmakta zorlandığı, bir biçimde yasal zeminde mücadele olanağı yakalamaya çalıştı mevcut düzlemde, dün söylenilenden farlı yeni bir şey söylemeyen, yöntem önermeyen bir yapının oluşturulmaya çalışılmasını anlamak gerçekten zor. Bu yapıyı, kimi bilgileri daha netleştikçe ele almak üzere şimdilik beklemek gerekmektedir.

Burada dikkat çekilmesi gereken, sistemin geldiği noktadır. Faşizm, siyasal olduğu kadar sosyolojikte bir olgudur. Toplumsal yaşama farklı yöntemlerle girerek bir biçimde egemen olan ve bütün bir toplum yaşamını belirleyen bir yönetme biçimi olarak karşımıza çıkar. Baskı ve zor değişik biçimlerde topluma dayatılarak egemenlik sağlanır. Muhalefet susturulurken, alternatif yapılar dağıtılarak, topluma yeni bir ideolojik enjeksiyon uygulanır.

Faşizmi biz alışılageldik tanımlarla aradık. Yani tekelci sermayenin en kanlı, en baskıcı en saldırgan iktidarıdır biçimde,50 yılı aşkın bir süredir tanımlıyoruz. Emperyalizm ve kapitalizm kendini yenilerken biz yine bu tanıma sadık kalıyoruz. Ve en’leri arayarak tahlillerde bulunmaya çalışıyoruz.. Her şey değişirken, bir yönetme biçimi olan faşizmin de değişmesi kaçınılmazdır. Askeri faşizmlerde değişen biçimsel olarak çok fazla bir şey olmaz iken, aşağıdan yukarıya doğru geliştirilen faşizmin, ana unsurlarının değişmesi kaçınılmazdır. Asıl amaç aynıdır; tüm muhalefet güçlerini yok ederek, sistemin kurumlarını ele geçirerek, toplumsal yaşamı kuşatmak.

Bu gün cemaat adı altında yapılan örgütlenme ve sistemin kuşatılması, post modern bir faşizmdir. Faşizm tanımlamasını çok net olarak yapmak gerekir. Örgütlenmesi, hedefi ve hedefe ulaşacak unsurları olan bir yapı, toplumsal yaşamı, siyasa ve sosyal olarak belirlemektedir.

Bu cemaat faşizmidir.

Artık adını koymamız gerek…


21 Ocak 2012 Cumartesi

MİLLİYETÇİLİK VE YURTSEVERLİK


Hran Dink'i katleden çeteci katillerin, hukuku da katletmeleri sonrasında yaşanan tartışmalar, bir kez daha bizi milliyetçilik salgını üzerinde durmaya yöneltti. Hemen her kesim damarlarında ki kanı yoklarken, ülkemizde oluşan fotoğraf, gelinen noktanın dehşet verici buyutunu açıkça ortaya koymaktadır. Özellikle de 12 eylül enjeksiyonu ile palazlanmaya çalışan kendisini ulusalcı diye tanımlayan, sözde sol geçinen kesimdeki pervasız milliyetçilik algısı,  dikkat çekilmesi gereken bir noktadaya ulaşmıştır.

Ulus kavramını insan kavramının önüne koyan ve insanı ve insana dönük her türden eylemi bu süçgeçten geçirerek açıklamaya çalışan indirgemeci bu anlayışın  siyasal keşmekeşi, hemen her alanda kendisini yansıtmaya başladı. Düne kadar  sadece dar bir gurup tarafından cılız olarak seslendirlen bu anlayış, şimdilerde  sol  içirisinde kendisine yer açmaya çalışmaktadır..

Yurtseverlik ve milliyetçilik kavramı genellikle karıştırılan ve zaman zaman birbirlerinin yerine kullanılan kavramlar olarak karşımıza çıkıyor. Milliyetçiliğin bir virüs gibi yayılmaya yöneldiği günümüzde bu iki kavramı kalın çizgilerle ayrıştırmak ve yerli yerine oturtmak gereklidir. Her iki kavramda vatanseverlik teması üzerine oturtuluyor ve bu sevme olayı da politik duruşta kendini gösteriyor.

Milliyetçilik millet kavramından gelir iken, yurtseverlik yaşanılan ortak coğrafyadan gelmektedir. Ortak coğrafyada yaşayan tüm insanların o topraklara aidiyetini, o topraklarda ki birlikte yaşamı ve yaşam koşullarını içeren bir tanım olarak yurtseverlik, milliyetçilik tanımından tamamen ayrıdır.

Yurtseverlik kavramı, tarihin bir kesitin de, bir biçimde yan yana gelmiş ve ortak bir alanda yaşamak durumunda olan insanların tamamını kapsayan bir kavramdır. Bu anlamıyla bütünleştirici bir içeriğe sahiptir. Ortak ülke olarak tanımlanan bir coğrafyada birlikte yaşayan insanlar, ortak yaşanılan alanın daha iyi koşullara sahip olması, daha kendine özgü olması ve daha yaşanılır olması için bir duygu taşımaları, yurtseverliktir.

Milliyetçilik ise bir milletin diğer milletler karşısında durumunu ve üstünlüğünü içeren, indirgemeci ve ayrıştırıcı bir kavramdır. Bir ucu insanların ırki yapılarına ulaşırken diğer bir ucu başka milletlere düşmanlığa varır. Ki kendisini var ediş koşulunu, başka milletlere karşı üstünlüğünde görür. Bu anlamıyla da bütün bir insanı kapsamadığı gibi, ortak coğrafyada yaşayan insanları ayrıştırarak sürekli bir çatışma durumu da yaratır. Bu nedenle içerisinde faşizmi bir nüve olarak sürekli taşır. Dönem dönem faşist bir hegomanyaya yönelen bu anlayışın içinde şiddet, sürekli olarak bir biçimde vardır. Dünya insanlık tarihi, faşizmin bu saldırganlığının sonuçlarını ağır acılar ve bedellerle ödediği örneklerle doludur.

Milliyetçilik şiddetin yanı sıra asimilasyonu yani aynılaştırmayı, benzeştirmeyi de içerir. Bir biçimde zor kullanılarak kendi milletinden veya ırkından olmayanı, kendileştirmeye, özgünlüklerini yok etmeye ve aynılaştırmaya yönelir. Önce Kürt’ten Türk üretir, sonrasında ise o Kürtleri Türk milliyetçisi yapmaya çalışır. Bu politikayı sistemlice ve zamana yayarak uygular. Bütünleştirici değil ayrıştırıcı ve benzeştirici olduğu içinde sürekli zoru gündeminde tutar.

Yurtseverlik kavramı esas olarak milliyetçilik kavramından tam ters içeriklere sahiptir. Ayrıştırıcı değil, birleştiricidir. Ortak coğrafyada yaşayan herkesi aynı görür ve birlikte yaşam koşullarını problem edinir. Birlikte yaşayan insanların tarihsel olarak hangi milletten ve etnik kökenden geldiklerine bakmaksızın, yurttaş olarak kabul eder. Tüm sorunları ve çözümlerini bütün bu yurttaş kitlesi için ele alır ve yaşama taşımaya çalışır. Kader birliği bu anlayışın hareket zeminidir. Ortak coğrafyanın daha yaşanılası bir alan olması için, tüm yurttaşların eşit ve özgür yaşayabilmeleri için uğraş verilir. Tüm bu uğraşlar yurtseverlik kavramının içeriğini dolduran ve tanıma özgünlük veren olgulardır.

Bu nedendir ki SOL her zaman yurtsever olmuştur. Yaşadığı coğrafyanın sorunlarını bütün insanlar için çözmeye ve var olan olanakların tüm insanlar tarafından eşit bir şekilde kullanılması için mücadele eder. Burjuvazi insanları sömürürken milliyetçi davranmaz. Daha iyi sömürebilmek ve sistemini devam ettirebilmek için kimi zaman milliyetçiliğe ihtiyaç duyar.

Sol ortak topraklarda yaşayan tüm insanların, başka  insanlar tarafından sömürülmesine, ayrıştırılmasına ve yaşam olanaklarının zorlaştırılmasına karşı çıkarak, ortak gelecek için uğraş verir. Ben ve öteki kavramı solun doğasında yoktur. SOL hiç bir kesimi ötekileştirmez. Karşı saflarında olanlar bile, kendi saflarını bilince çıkartamadıkları için karşıdadır biçiminde bakar.

Sol yurtseverken, sağ milliyetçidir. Solun milliyetçileşmesi, sağcılaşmasıdır. Çünkü hiçbir sol ideoloji varlık nedeni dışında milliyetçi nüveleri içerisinde taşıyamaz. Ancak tarihte de Hitler faşizminde de görüldüğü gibi, ulusal sosyalizm uydurması ile faşizm ve milliyetçilik sol anlayışlara sızmaya çalışmıştır. Milliyetçilik olgusundan beslenen hiçbir anlayış, sol olamaz. Sol insanı, iradesi dışı var olduğu koşulların belirlemesi ile ele almaz. Din ve ırk insanın kendi iradesi ile seçebileceği şeyler değildir. Doğduğu coğrafyanın ona dayattığı bir zorunlu biçimleniştir. Sol bunun üzerine asla politika yapmaz, ideoloji oturtmaz.

Günümüzde, yaşanan sürecin yakıcılığı, bu her iki kavramı muğlaklaştırarak, bir karmaşa oluşturulmasına yöneltmiştir. Solcular milliyetçileşirken, İslami kesimler demokratlaşmış gibi yansımaktadır. Bu durum eşyanın tabiatına aykırıdır.

Farklı etnik kökenden pek insanın yaşadığı ülkemizde bu sorun çok daha yakıcı olarak kendisini dayatmaktadır. Milliyetçilik eğiliminin besleneceği çok fazla alan ve kanalın varlığı bizleri çok daha dikkatli olmaya zorlamaktadır. Çatışmalı her ortamda veba gibi yaygınlaşan milliyetçilik eğilimlerine çok daha fazla dikkat edilmelidir. Özellikle SOL bu konuda kendisini uyanık tutmalı, milliyetçi anlayışların gelişiminin önünü tıkamalıdır. Toplumsal barış talebi böylesi dönemlerde solun öncelikli söylemi olarak ifade edilmelidir. Barışın olmadı, çatışmaların tüm toplum yaşamını belirlediği koşullarda, sağlıklı bir demokrasi mücadelesi de verilemez.

Bu ülkede yaşayan tüm yurtseverler olarak barış istediğimizi, yan yana yaşamaya ilişkin hiçbir sorunumuzun olmadığını, bu çatışmaların, iradesel olarak bir kesim tarafından zorlanarak var edildiğini, her fırsatta haykırmalıyız. Tarihsel düşmanlıklar filizlendirilmesine karşı çıkmalıyız. İnsan ve yurttaş kimliğini öne çıkartıp, birlikte yaşamı savunmalıyız.

Her halk kendi tarihini yazar. Tarih yazma sırası bizde.
Silkinip ayağa kalkmalı ve kendimize yakışır bir tarih yazmak için, sokaklara çıkmalıyız.

20 Ocak 2012 Cuma

SİYASET VE İNSAN



İktidarı hedefleyen bir yapı öncelikle kendisini iyi anlatabilmelidir. Nasıl bir ülke istediğini, iktidara gelmesi durumunda neler yapacağını, neleri değiştireceği, halkın yaşamını nasıl etkileyeceğini detaylıca anlatmalıdır. Öncelikli amaç kendini anlatmaktır, yapabilecekleri konusunda geniş kitleleri ikna edebilmektir.

İkinci adım eleştirmektir. Var olan iktidarı ve uyguladığı politikaları, sonuçlarıyla birlikte anlatarak, alternatifini her konu özelinde koyabilmektir. Yalnızca eleştirmek, muhalif olmak kazandırmaz. Toparlayıcı, kapsayıcı ve güven verici olmak gerekmektedir.

Sürekli karşıtına saldıran bir anlayış, yalnızca karşıtını sertleştirir. Çok dövülen demirin çelikleşmesi gibidir. Ayrıştırmaz, birleştirir. Siyaseten sürekli saldırmak yerine, kendini anlatmak, alternatifli eleştirmek çok daha olumlu sonuç üretir.

Güçlenmek, genişlemek, var olan gücün dışında yeni güçler kazanmakla olanaklıdır. Kendi dışına hesapsız saldıran bir yapı asla genişleyemez, güçlenemez. Siyasal duruşun köşeleri net olmalıdır ancak asla sert olmamalıdır. Her sertlik, aynı oranda kırılganlığı da içinde taşır. Amaç duvarı yıkmaktır. Karşıtının formunu değiştirebilecek bir güç kazanmaktır.

Siyaset insan ile yapılır. İnsanların desteği ve güveni kazanılarak başarı sağlanır. İnsanlar destek verdikleri, sahiplendikleri siyasal güce her yönüyle güvenmek ve yaşamlarında yanlarında görmek isterler. Özellikle sorunlar yumağı bir koşulda yaşamak zorunda bırakılan kitlelerin, yaşam karşısındaki zayıflıklarını siyaset gidermek durumundadır. Haklarını koruyacak, uğradığı haksızlıkların hesabını soracak, kendisine daha iyi bir gelecek sunabilecek siyasal yapıları, kendinde kimlikleştirir.

Siyaset bu anlamıyla stratejik ve taktiksel bir olaydır. Dümdüz giden ve atraksiyonlara yer vermeyen, koşulları hızlıca kavrayıp ona uygun tavırlar geliştiremeyen bir siyasetin başarısı asla mümkün değildir. Dar kalıplara oturtulan bir siyaset, kalıpların içindekilerle yetinmek zorunda kalır. Yaşamla çatışır ve gerçeklerden koparak, kendi kalıplarına yönelir.

Siyaset yaşamın sorunlarını önüne koyar ve çözüm üretmeye yönelir. Kabul edilebilir çözümler üretebildiği zamanda iktidar olur. Çözüm üretebilmenin zorunlu koşulu, sorunları tespit edebilmektir. Sorunları ve sorunların objesini yok sayarak çıkılan yolda, çözüm üretebilme olanağı elde etme şansı bile yoktur. Her sorun için hazır risaleler sunmak, sorunlardan kaçmaktır. Sorunların objelerini reddetmek, çözümden kaçmaktır. Çözümden kaçmak ise iktidar hedefinden uzaklaşmaktır.

İktidara yürüyen bir parti, en geniş kitleyi kazanmaya dönük bir siyasal duruş sergilemek zorundadır. En geniş kitlenin yaşadığı sorunların çözümü üzerine siyasal kurgu yapmalıdır. Türkiye’nin öncelikli sorunlarını tespit edip, bu sorunların çözümüne talip olunmalıdır. Bu çözüm önerileri noktasında geniş kitleleri ikna edebilmeli ve güven duygusu oluşturabilmelidir. Aynı şeyi seslendiren iki kişiden kabul göreni, güven veren olacaktır. Beklenti yaratabilen olacaktır. Bir adım atarak sonraki atılacak adımların güvenini yaratmak gerekmektedir.

İnsanlar ilgi ister, değer görmek ister, düşüncelerinin önemsendiğini duymak ve bilmek ister. Çoğu zaman dinlemek değil anlatmak ister. Onları anlatıcı kendimizi dinleyici ve çözücü yerine koymak, etkilenişim anlamında sonuç alıcı bir yöntemdir.

Kararsızlıklar, kaşı tarafı da kararsız kılar. Biz ne kadar kararlı olur isek, kendi dışımızda ki insanlarında o kadar kararlı olması yönünde davranmış oluruz. Söylemlerimiz net olmalı ve öncelikle biz inanmalıyız. Bilmediğimiz konularda yalan yanlış uydurmalar anlatmak yerine, bilmiyorum demeyi her zaman tercih etmeliyiz. Eksikliklerimizi kabul etmekten, yanlışlarımız için özür dilemekten hiç gocunmamalıyız.

Farklılıkları kabul etmeliyiz. Farklılıklarımızla yaşaması öğrenmeliyiz. Kişinin iradesi dışında var olan farklılıklar için ötekileştirme asla yapmamalıyız. Etnik yapı ve din konusunu kesinlikle siyaset dışı tutup, bizimle birlikte yürüyen insanlarımızı asla kırmamalıyız. Potansiyel olarak siyasal eksenimizde olan insanlara, farklılıklarıyla bizimle birlikte yürüyebileceği konusunda güven vermeliyiz. Farklılıklarımızı, zenginliklerimiz olarak görmeliyiz. Her koşulda kendimizi dayatmaktan ve etnik dayatmalardan kesinlikle vazgeçmeliyiz. Özellikle sıkıntılar yaşadığımız, ciddi çatışmaların ana ekseni olan konularda çok daha özeni davranmalı ve her türlü ötekileştirmeye karşı sert durmalıyız.

Ötekileştirdiğiniz zaman sizde ötekileşirsiniz. Farklılıkları kabul ettiğiniz zaman zenginleşirsiniz.

18 Ocak 2012 Çarşamba

KORKUYORLAR…


Cemaat korkusu…

Bu korku son yıllarda artan bir hızla her alanda yayılıyor. Toplumun önemli bir kesiminde, değişik boyutlarıyla yaşanan ve bir biçimde siyasal duruşu etkileyen bir korkudur. Özel yetkili mahkemelerin günü birlik operasyonlarıyla korku dalgası estirilmeye çalışılıyor. Hemen her kesime bir biçimde bulaştırılan operasyonlarla, yeni yeni örgütler oluşturularak bütün bir tolum terörist ilan edilmeye, özel dinlemeler ve takiplerle kuşkucu, kaygılı bir yaşam dayatılıyor. Tüm bunlar yapılırken de ileri demokrasi kavramı dilden düşürülmüyor.

İleri demokrasi ve özgürlük var ise, iktidar ve cemaat çevresi içindir. Toplum sindirilirken, onlar özgürleşmiştir, pervasızlaşmıştır, saldırganlaşmıştır. Kıyıda köşede gizlenerek semizleştirilen unsurlar, Anayasa Mahkemesi üyeliğine ve Yüksek Hakim ve Savcılar kuruluna taşınmaya başlanmıştır. Bürokrasi, AKP’nin 10 yıllık iktidar sürecinde zaten bütünüyle ele geçirilmiştir. Son düzenlemelerle de yargı ve yargıya dair kurumlarda da kapılar aralanınca AKP, özgürleşmiş ve kendi dışındakilere yönelik baskı ve tehditlerinde pervasızlaşmıştır.


Korku toplumunda demokrasi olmaz. Öncelikle bu korku cenderesi kırılmalıdır ve bu iktidardan kurtulmak üzere harekete geçilmelidir. Kafa vurarak, duvar yıkılmaz. Çözüm ortaklığına gidilmelidir. Tüm demokrasi güçleri, tüm muhalif güçler, AKP ve cemaat örgütlenmesinin hızla yaygınlaşmasından kaygı duyan tüm güçler, “çözüm ortaklığına” giderek bir eylem planı yapmalıdır. Öncelikli ve yaşamsal olan sorunlar öne çıkartılarak birlikte hareket zemini sağlanmalı ve ortak bir duruşta yan yana gelinmelidir. İktidarından korkan bir toplumdan daha tehlikeli başkaca bir şey olamaz… Bu korku gelişip içselleşmeden, yapabilecekler çok daha zorlaşmadan, bu iktidardan kurtulmaya çalışılmalıdır.

Gerçek bir demokrasiden ve özgürlüklerden yana olan sol ve sosyal demokrat, ilerici ve aydınlar, kendi önceliklerini Ülkenin öncelikleri karşısında yeniden biçimlendirerek bu sürece girmelidir. Bu korku kıskacı, bu cendere aralanmalı ve demokratik zemin güçlendirilerek, özgürlükler alanında bir kazanıma gidilmelidir.

Demokratik zeminin olmadığı, özgürlüklerin kokularla yok edildiği, her türden muhaliflerin baskı altında tutulduğu bir tarihsel süreçte, başkaca önceliklerin çok fazlaca bir önemi yoktur.

Toplumu korkutanlar, ÖZGÜR İNSANDAN KORKUYORLAR. Demokrasiden korkuyorlar. Bilinçlenen halktan korkuyorlar. Koktukları içinde korkutmaya çalışıyorlar…

Korkuyorlar. Korksunlar. Korkularıyla yok olacaklar.

17 Ocak 2012 Salı

İNADINA BARIŞ


Toplumsal barış kavramı son dönemlerde oldukça sık kullanılmaya, tıkanan sürecin aşılmasında önemli bir argüman olarak seslendirilmeye başlandı. Çatışmaların yoğunlaştığı her süreçte, toplumsal barış ve demokratik çözüm adı altında yine barış talebi gündeme gelmektedir. Uzunca yılları bulan, taraflardan hiç birinin diğeri üzerinde tam bir etkinlik oluşturamadığı bir süreçte, barış talebinin yükselmesi olağan bir durumdur.

Barış çatışmanın var olduğu koşullarda ancak söz konusu olabilir. Çatışan taraflar vardır ve bu çatışma, tüm toplumsal yaşamı olumsuz olarak etkilemektedir. Barış bu anlamda, çatışmanın sonlandırılması amacıyla kullanılmaktadır.

Çatışan güçlerden hiç birisi, bir diğerinin üzerinde, çatışmaları sonlandırılacak boyutta bir etkinlik ve üstünlük sağlayamaması durumunda barış koşulu olgunlaşır.

Barış durumu aslında bir denge durumudur. Çatışan güçler, değişik çatışma evrelerinde, birbirlerinin üzerinde tam bir tahakküm sağlayamaması, bir gücün karşıt gücü, güç olmaktan çıkartamaması durumu, barış durumudur.

Çatışma, karşıt güçlerin, kendi doğrularını, birbirilerinin üzerinde etkin kılma adına yaptıkları bir eylemdir. Çatışma, çatışan güçlerin, çatışabilecek denklikte, karşılıklı bir güç savaşını belli bir süre götürebilecek bir etkinlikte olmaları durumunda ancak var olabilir.

Toplumsal barıştan bahsedildiği noktada, toplumsal bir çatışma vardır demektir. Toplumun bütününü etkileyen, kendi standardında varlığını sürdüremiyor olma durumunda bir toplumsal çatışmadan bahsedilir. Toplumsal çatışmadan bahsedildiğinde, toplumun her kesiminin birbirisiyle çatışması demek değildir. Toplumun tamamını etkileyen, nitelik olarak toplumsal olan çatışma demektir.

Toplumsal barış, toplumsal çatışmanın sonlandırılması ve toplumun tamamının çatışmasız bir biçimde, yaşamını sürdürebilme koşullarına sahip olması demektir.

Çatışan güçlerden birisi, diğerinin üzerinde tam tahakküm kurması, veya çatıştığı gücü yok etmesi dudumu başka bir durumdur. Böylesi bir durumda barışa ihtiyaç yoktur. Zaten çatışan güçlerden birisi, bir diğerini hareketsiz kılmış, çatışmayı sürdüremez duruma getirmiş ise, çatışmayı var eden sorunu başka bir yöntemle çözmüş olur. Böylesi bir koşulda da barışa artık ihtiyaç kalmamıştır.


Barış, çatışan güçlerden birisinin diğer güçler üzerinde belirleyici bir etkinliği var ise, güçlü olan, çatışan ve güçsüz olan diğer güçleri hırpaladığı, ezdiği, soluksuz bıraktığı koşullarda söz konusu olamaz. Böylesi koşullarda barış talebi bile seslendirilemez. Çatışan her iki tarafta barışı seslendirme durumunda olamaz. Güçlü olan zaten süreci belirlediği için, barışa ihtiyaç duymaz, kendi doğrularını kabullendirme yoluna gider, Zayıf olan ve hırpalanan kesim ise, barış isteyecek psikolojik gücü bile kendisinde bulamaz. Böylesi bir durumda barış talebinin seslendirmesi, teslimiyet olacağı için, çatışan ve güçlü olanın yaptırımını kabullenmiş olacaktır.

Her iki durumda da olacak şey barış değildir. Barış, ancak ve ancak, çatışan tarafların birbirileri üzerinde üstünlük sağlayamaması durumunda ortaya çıkar. Bir denge durumudur. Çatışan taraflar, pek çok yöntem kullanarak birbirlerinin üzerinde etkinlik sağlamaya, birbirlerini hareketsiz bırakmaya çalışmışlar, ancak bunda başarılı olamamışlardır. Çatışmayı sürdürmek artık bir kazanım sağlamayacak noktaya gelmiştir. Çatışma, çatışan tüm tarafları yok etmeye, tüketmeye başlamıştır. Süreç tıkanmış ve çatışma bir yöntem olarak yaşanılan konjonktürde tıkanmayı aşacak bir yöntem olmaktan çıkmış ise artık barış zamanıdır.

Toplumsal barış ancak böyle sağlanabilir. Çatışan toplumsal güçlerden biri, diğerini yok ederken, barıştan söz edilemez. Güçlü olan belirleyicidir ve kuralları kendisi koymak isteyecektir. Güçsüz olan, çatışmayı sürdüremeyeceğinin kısa sürede farkına varacak ve güçlü olan bir biçimde süreci belirleyecektir.

Barış demek, barışmak demek değildir. Çatışan, karşıt güçlerin, birbirlerinin varlığını ve yaptırım gücünü kabul etmesi demektir. Karşıtların çatışılan noktada, birbirlerini kabul etmesi demektir.

Artık barış zamanıdır!

Kaçarı yok…

16 Ocak 2012 Pazartesi

YA SOL İKTİDAR YA DA SİYASAL İNTİHAR!


 Değişim olmadan, gelişme mümkün değil. Her gelişim bir değişimin sonucudur. Değişime direnerek gelişmek, yaşamı yakalamak ve yaşamın gerekliliklerine yanıt verebilmek mümkün değildir. Böylesi bir durum eşyanın tabiatına aykırı bir durumdur. Değişemeyenler gelişemez ve tarihin bir noktasında takılıp kalırlar…

Buda tükeniştir.

CHP kaçınılmaz olan bu değişim sürecini yaşayarak, gelişebilecek ve iktidar olabilecek midir?


CHP’de son yaşanan olumlu süreç bu konuda pek çok kesimi, çok haklı olarak umutlandırdı. Gerçek anlamda bir sosyal demokrat bir iktidar, Türkiye’nin önünü açacak ve gerici kuşatmanın kırılmasına olanak sağlayacaktır. Yaşanan süreç tüm demokrasi güçleri için ciddi kaygılar taşıyan bir süreç. Gericilik- faşizm artık tehdit olmaktan çıkmış, iktidar olmuştur. Bu noktadan bakıldığın da demokratik bir iktidarın önemi çok daha yakıcı bir şekilde kendini dayatmaktadır. Böylesi bir demokratik iktidar CHP’siz mümkün görünmemektedir. CHP’nin ise böyle bir iktidarı yakalayabilmek için kendi dışındaki demokrasi güçlerine ve gerçekten demokratik politikalara ihtiyacı vardır.

CHP yeni bir süreç yaşıyor. Bu gün CHP’de, yıllardır kendi önünü tıkayan, statükocu, yanlış politik anlayıştan kurtulmaya çalıştığı izlenimi veren yeni bir yönetim ve anlayışın var olduğu gözlenmektedir. Bu anlayışı cesaretlendirerek, statükodan kopuşuna destek vermek gereklidir. Bu durum çok iyi değerlendirilmeli ve bu gerçeklikten hareketle pratik tavır geliştirilmelidir.

CHP bu yeni sürecin de;


*Aile sigortası,

*Seçim barajının indirilmesi,

*Dokunulmazlıkların kaldırılması,

*Zorunlu din derslerinin kaldırılması

*Şiddetin durması noktasında ayırımsız genel af,

*İşsizlik maaşı ve aile sigortası paralelinde sosyal politikalar,

*Yoksulluğun yenilmesi noktasında siyasal bir kararlılık,

*Toplumsal barış projesi,

*Anadilde öğretim,

*Yolsuzluğa ve talana karşı refleks

*Yeni ve gerçekten demokratik bir anayasa,

*Ve en önemlisi parti içi demokrasi açılımı,

*YÖK’ün kaldırılması,

*AB üyeliği,

*Darbe karşıtlığı,

*Özel yetkili mahkemelerin kaldırılması gibi pek çok ciddi siyasal değişimlere yönelmiştir.


Genel hatlarıyla maddeleştirmeye çalıştığımız bu değişim noktaları Türkiye’nin içinde bulunduğu bu gerici kuşatma sürecinde çok önemlidir. CHP’nin statükodan kopuşunun ifadesi olacak olan bu gelişmeleri izlemek ve süreç içerisinde CHP’ye bir şans vermek gereklidir. Hal böyle iken Sol yapılar neden CHP’nin yakınında görünme kaygısıyla, farklı tavırlara girme gerekliliği duyuyorlar. CHP bu tolerans hak etmiyor mu?


Bu konuda açık yürekli olmak ve hiçbir komplekse girmeden tartışmak gerek. Gericiliğin ve faşizmin bir tehdit olmaktan çıkıp iktidar olduğu bir süreçte, birlikte yol alacağımız, gerçekten demokratik ilkelerle hareket edeceğine güvendiğimiz anlayışlarla ve yapılarla birlikte yürümenin yollarını aramalıyız.

Ben Kemalizm karşıtı değilim. Ancak Kemalizm’in bu günün gerçekliğine yanıt veremediğini düşünerek, eleştirenlerdenim. Her şey değişirken, değişmez iddiasında ki ilkelerin yüz yıla yakın bir süredir doğru olması veya doğru kabul edilmesi düşünülemez. Yaşama denk düşen her ideoloji canlı, devingen ve değişebilir olmalıdır. Aksi halde gelişmesi ve bütün bir toplumu kucaklaması mümkün değildir.


CHP’nin bu yeni sürecinde bir şansı hak ettiğini düşünüyorum… Yola çıktığı ve önemli bir kısmını paylaştığım iddialarını gerçekleştirme çabalarına destek verilmesi gerektiğine inanıyorum. Bu konuda cesarete ihtiyacı var. Yüreklendirilmeye. Reformist sol bir açılımda destek görmeye ihtiyacı olduğunu düşünüyorum… Hiçbir sol, etnik ya da mezhepsel komplekse girmeden bu şansın CHP’ye verilmesinin, aynı zamanda kendimize de verilmiş olduğunu görmek gerektiğini söylüyorum…

Barışçıl demokrasi mücadelesi denilen şey, böylesi bir birlikteliği, işbirliğini, tavır ortaklığını gerektirmektedir. Gerici güçlerle, ilerici güçler arasında ki bir ciddi hesaplaşmada, irticacın iktidar olduğu, sivil diktatörlüğün adım adım oluşturulmaya çalışıldığı bir tarihsel süreçte, birlikte adım atabileceğimiz tüm güçlerle ortak tavır geliştirmeliyiz.

Hiçbir komplekse, hiçbir sol söylemin gölgesinde kalmadan, her şeyi konuşarak, demokrasi mücadelesine ivme kazandırmaya çalışmalıyız.

CHP statükocu güçlerle, demokrasi güçleri arasında ki çatışmada bir yol ayrımıdır. CHP ya siyasal iktidara yürüyecektir, ya da siyasal intihara. Saflar netleşmeli ve soluksuz bir mücadeleye girilmelidir. Özgür ve demokratik bir ülke kaygısı taşıyan tüm güçler bu noktada önceliklerini yeni baştan belirleyip, ilk adımda birlikte hareket edebilmenin koşullarını yaratmalıdırlar.

Aklın solu birdir. Birlikteliktir. Birliktelik gelecektir…


VAZGEÇEMEYİZ…

15 Ocak 2012 Pazar

BİZ İNANMAYI SEÇTİK



Biz inanmayı seçtik ve inandık…

Tüm benliğimizle ve bilincimizle, inandık. Bütün bir yaşamımızı bunun üzerine kurduk. Kendimiz gibi bildiğimiz yoldaşlarımızla, dostlarımızla dünyayı dize getirmeye yöneldik. Düşler kuruduk ve kurduğumuz düşlerimize sımsıkı sarıldık. Kendimizden ve birlikte yola çıktığımız yoldaşlarımızdan asla kaygı duymadık. Önce birbirimize inandık, sonra düşlerimize.


Biz inanmayı seçtik…

Kitap sayfalarına vardığımızda, inancımız çoktan devrim yapmıştı. Gençtik, pervasızdık, yürekliydik, inançlıydık. İşkence tezgâhlarına, on yılları bulan tutsaklıklara, ölümlere hep inançla karşı koyduk. Yaşamlarımızı bütünleştirip, geleceğimizi birlikte gördük. Kırlaşmış saçlarımıza, yaşanmışlıklarımıza aldırış etmeden, yeniden demeyi bildik. Bilincimizi orta yere koyup, dünümüzü bugünleştirmeye çalıştık. Yaşamın olanca ağırlığına, kimliğimizle karşı durduk. Yıprandık, yorulduk ama asla çözülmedik. Yılmadık, güvenimizden ve inancımızdan taviz vermedik. Yaşam sıkıntılı bir yolsa, biz bu yolun sonuna kadar, kendi kimliğimizle gitmeye karar verdik.

Bu uzun süreçte bize yaşam düştü. Ölen yoldaşlarımızın sızısını, yüreğimizde bir hançer gibi taşıyarak onurlu yaşamda ayak direttik. Onları hiç unutmadık, unutulmasına izin vermedik, anılarını ufkumuzda bildik. Biz devrimciliği yaşam belledik. Asla sessiz kalmadık, dünü bu günde de savunduk. Bu günü, dünle yoğurup, karşı durduk.


Doğruları, yanlışları ayrıştırdık. Bu günkü bilincimizle, dünkü yaşanmışlıklarımızı yeniden süzgeçten geçirdik. Olayları irdeledik, tanıklarla konuştuk, belgelere başvurduk, yeniden tartıştık. Yanlışları tespit edip, doğruları öne çıkarttık. Yanlışlarda bizimdi, doğrularda. Sahiplenmesini bildik. Geçen geçmiştir deyip, geçmişte bırakmadık. Açımlayıp, sorgulayıp tarihsel yerine oturttuk.

Ve bu gün yine mücadelenin orta yerindeyiz. Kaygılıyız, telaşlıyız. Tüm bilgimiz, bilincimiz ve heyecanımızla içindeyiz yaşamın. Bütün bir toplumu kuşatan, faşizme ve gericile karşı, her türden dayatma ve yaptırımlara karşı dim dik ayaktayız...


Ya siz?

Neredesiniz bre insanlar, neredesiniz…

Neden korkuyorsunuz?

Neden susuyorsunuz, neden bu kadar tepkisizsiniz.


Neden çekiniyordunuz.

Neden yoksunuz.

Biz inanmayı seçtik…

Ya siz, hiç İNANMADINIZ MI?

Kavga bitmedi daha,BİTMEYECEK…

14 Ocak 2012 Cumartesi

TEHDİT KAPIMIZDA

Her gün yeni operasyonlarla uyanıyoruz. Sivil dikta rejimi adım adım yaşama geçiriliyor. AKP ilk kez açık açık gerçek yüzünü göstermeye ve toplumun üzerine kâbus gibi çökmeye başlamıştır. Cezaevleri insanlarla doldu. Devrimci demokrat, ilerici, aydın muhalif kim var ise, potansiyel tehdit olarak görülüyor ve hızlı bir operasyonla içeri atılıyor.

Darbe dönemlerinin Askeri mahkemelerinde suçlamalar için, ağırlıklı olarak işkence altında alınmış sanık ifadeleri kullanılırdı. Özellikle işkence de çözülmüş insanların, diğer insanlar için verdikleri ifadeler delil kabul edilir ve cezalar buna dayanılarak verilirdi. Binlerce insan bu hukuk dışı yöntem kullanılarak, onlarca yıla varan hapis cezalarına çarptırıldılar. Birbirlerini bir biçimde tanıyan insanlar, böylesi bir yakalanma da ciddi kaygılar taşımaya, işkence altında ki kişinin direnç gücene ve o an aklına gelmesine bağlı olarak, korkmaya ve kaçmaya başladılar.

Şimdi aynı şey, dinlemeler, teknik takip, gizli tanıklar ve imzasız ihbar mektuplarıyla yapılıyor. Önce suçlanacak kişi belirleniyor sonrasında yoğun bir çabaya girerek o kişiyi suçlayabilecek, takibatlar başlıyor.  Birden imzasız ihbar mektupları, gizli tanıklar çıkartılıyor ortaya. Şüphe tek başına operasyonlara başlamak için yetiyor. Sonrasın da  zaten uzun bir yargı süreci başlıyor. Siz derdinizi anlatana kadar yıllar geçiyor.

Bir biçimde tanıdığınız bir insanın telefonu dinlenmeye görsün, yaşamınız kararabilir. Bir gün kapınız çalınır ve olmadık zamanlarda yaptığınız telefon görüşmeleri, mailleşmeleriniz, msn konuşmalarınız, kalınca bir dosya olarak önünüze getirilir. Aradan ciddi bir zaman geçtikten sonra size sorulduğunda hatırlayamayacağınız pek çok konuşma metni karşınıza çıkar. Önce “ben gerçekten böyle bir konuşma yaptım mı acaba” diye düşünürsünüz. Yapmış olmalısınız, elde kapı dinleme tutanağı denilen bir belge vardır. Bocalamaya başlarsınız. Ne için konuşmuştunuz, hangi ortamda neden bu sözleri söylemiştiniz. Bunları bilmeniz çok mümkün olmamasına rağmen “doğrudur” demek zorunda kalırsınız. İşte bu dorudur demek zorunda kaldığınız her şey sizi bir mahkûmiyete götürür. Kurtulun, kurtulabilirseniz.


İşkence altında alınan ifadelerin delil olarak kullanılması ile özel yaşamınızın her hangi bir kesitinde konuşmalarınızın dinlenmesi ile elde edilen delil arasında hiçbir fark yok. Her ikisi de sizin iradeniz dışında, size tuzak kurularak elde edilmiş ve sizi mahvetmeye dönük belge olarak kullanılmak amacıyla oluşturulmuş şeylerdir.

Bu gün gizli tanıklar, ihbar mektupları, dinlemeler ve teknik izlemeler herkesin kâbusu gibi oldu. Konuşmaya korkuyoruz. Yazışmaya korkuyoruz. Yeni insanlar tanımaya korkuyoruz. Yeni  kavramlar kullanmaya bile korkuyoruz. Tam bir modern baskı süreci yaşıyoruz. Özgürlükler içerisinde, tutsağız. İnsan yaşamını kolaylaştırmak için geliştirilen teknolojilerin, insana dönmesi sürecini, bariz bir şekilde yaşıyoruz.

Yasal, yasadışı dinlemeler artık yaşamımızın bir gerçeği. Sistemin muhalif unsurları elimine etmek amacıyla kullandığı birer silah haline dönüştürüldüler. Her insan hakkında dinleme izlemelerden bilgi dosyaları oluşturularak, yeri ve zamanı geldiğinde kullanılmak üzere arşivlendiği bir süreci yaşıyoruz. Bu süreç nereye kadar gider bilemeyiz. Ancak hukuksal ve demokratik olmayan bu sürece karşı durmak gerekmektedir.


Mevcut iktidar, kişileri itibarsızlaştırma amacıyla da bu dinlemeleri kullanmakta ve kişinin özel yaşamını toplum önüne koyarak, kişi hak ve özgürlüklerini alenen çiğnemektedir. Mekanizma, ele geçirilen ve periyodik olarak bilgi ve sözde belge aktarılan, kimi medya organlarının harekete geçirilmesi ile çalışmaktadır. Bir sabah gazeteleri açtığınız da, bir telefon konuşmanız bir gazetenin manşetine düşüş olabilir. Bunu yapanlar, suç unsuru içermese bile, sizi toplum önünde itibarsızlaştırmak ve muhalif duruşunuzu zayıflatmak amacıyla itibarınıza yönelmişlerdir. Sonra çırpınıp durur, kendinizi savunma noktasına itilir ve muhalif kimliğinizden ve tavrınızdan uzaklaştırılırsınız.

Yoğun bir baskı süreci yaşıyoruz. Adına ileri demokrasi denilen bu süreçte, çok sistematik olarak bir denetleyici ve yaptırımcı mekanizma oturtulmaya çalışılıyor. Bütün bir toplum, bu yaptırımcı mekanizmanın kıskacı altına alınarak, denetlemeye, biçimlendirilmeye ve sisteme entegre edilmeye çalışılmaktadır. Bu gerçek anlamda faşizmdir.

İleri demokrasi ve özgürlükler aldatmacasına karşı, gerçek demokrasi için mücadele etmeli ve iktidarın gerici, faşist yüzünü teşhir etmeliyiz. Sadece kendine demokrat olan, sadece kendisi için özgürlük isteyen, kendisini onaylamayan herkesi yok etmeye, etkisizleştirmeye çalışan bu iktidarın gerçek yüzünü ortaya çıkarmalıyız.

Biz, ülkemizi seviyoruz.
Ve kendi ülkemizde onurluca ve özgürce yaşamak istiyoruz.
Bu ülkede ekmek için onur satılmasın istiyoruz.
Emeğin değeri ve onuru korunsun istiyoruz.
Yoksulluktan genç kızlarımız bedenlerini satmak zorunda kalmasın istiyoruz.
Gençlerimiz kokuşmuş kültür döküntüleriyle toplumsal değerlerimizden kopmasın istiyoruz.
Düşünen insanlarımız, bilim adamlarımız, yayıncılarımız, yazarlarımız cezaevlerine tıkılmasın istiyoruz.
Onlarca yıldır bir biçimde süren kirli savaşa son verilsin istiyoruz.
Yargısız infazlar ve cinayetler son bulsun istiyoruz.
Her kimlik kendisini özgürce yaşayıp, sahiplensin istiyoruz.
Gerici tehdit kapımızda görmeden, korkusuz ve özgürce yaşayalım  istiyoruz.
Hakkımız olan onurlu bir yaşamı istiyoruz.
Bunun için bıkmadan, yorulmadan, yılmadan, baskılara boyun eğmeden, mücadele etmeliyiz.
Artık vaktidir; Ayağa kalkmanın, yan yana gelmenin, sokağa inmenin.

Yarın çok geç OLMADAN








13 Ocak 2012 Cuma

SİZ HİÇ DARBELERDE CAN VERDİNİZ Mİ?


12 Eylül askeri darbesini yapan generallere ilişkin hazırlanan iddianameyi özel yetkili ağır ceza mahkemesi kabul etti. Yani 12 Eylül 1980 tarihinde yapılan askeri darbenin suç olduğuna hukuken karar verilmiş oldu. Şimdi sözde darbe suçluları, Kenan Evren ve Tahsin Şahin kaya birinci dereceden sanık olarak yargılanacaklar.

Burada benim için önemli olan 32 yıl sonra ilk kez bir mahkemenin hukuken 12 Eylül askeri darbesini bir suç olarak kabul etmesidir. Darbe yapılarak suç işlenmiştir.   Diğer bir ifade ile 12 Askeri darbesi artık suç kapsamına girmiştir.

Peki, bu suçu işleyenlerin, suçlu diye yargıladıkları ve değişik cezalara çarptırdıkları insanların durumu ne olacak? Yüzbinlerce insan 12 Eylül darbenin kuruduğu özel askeri mahkemelerde, yargılanarak, değişik cezalara çarptırıldılar.

Akademisyenler, öğrenciler, işçiler, sendikacılar, öğretmenler, askerler, polisler vb. değişik alanlardan yüzbinlerde insan askeri mahkemelerde sanık oldular. İşkence altında alınan ifadelerle suçlar yaratıldı, bu suçlara suçlular bulundu. Genç yaşlarında binlerce insan askeri mahkemelerle, işkencelerle, tutsaklıkla ve ölümle tanıştı. Daha yaşama yeni adım atmışken kendilerini askeri yargıçların önünde bulan genç öğrencilerin yaşamları alt üst oldu. Cezaevlerinde dayakla hızlı büyümek zorunda kaldılar. Anlarca yılın, idam cezasının yaptırımı altında yıllar geçirdiler. Yaşamadan erken yaşlandılar. Sırtlarında ki ağır yükü daha çocuk yaşlarında taşımak zorunda kaldılar.

12 Eylül darbesi suç ise, bu suçun mağdurlarının sırtlarına zorla kazınan onaylanmış hapis cezaları ne olacak?

Ya cezaevlerinde yatılan yılların bedeli?

Ya kaybedilen gençlik, yaşanan insanlık dışı işkenceler?

Diyelim ki iki eski general yargılandı, bir tarihsel vahşet sürecinin sonuçları ortadan kaldırıla bilecek mi?

 Ya yaşamın ilk adımında yıkılan umutlar?

Ya idam sehpalarında can veren arkadaşlarımız? Geri verebilecekler mi canlarımızı? 17 yaşında idam sehpasını tanımak zorunda kalan Erdal Eren’in acısını silebilecek mi yüreklerimizden?

Ya yaralı olarak yakalanan Serdarı, 3-4 mahkemede alelacele sözde yargılayıp, 72 gün sonra idam eden mahkemelerin katil yargıçları ne olacak?

Sizin hiç darbelerden canınız yandı mı?

Siz hiç darbelerde yaşam verdiniz mi?

Siz hiç hızlıca büyüyüp, yaşlandınız mı?

Sizin hiç yanınızdan arkadaşınızı götürüp, astılar mı?

Sizin umutlarınız, daha on yedisine girmeden, parçalanırcasına, elinizden sökülüp alındı mı?

Bu sözde yargılamalar asla ve asla 12 Eylül faşist askeri darbesi ile hesaplaşma olamaz.

Hesaplaşma, tüm sonuçlarıyla bir tarihsel vahşet sürecinin mahkûm edilmesiyle ancak mümkündür.

Tüm 12 Eylül askeri mahkemelerin yargılamaları ve kararları, sonuçlarıyla birlikte, yok hükmünde sayılmalıdır.

12 Eylül askeri darbesi halka karşı işlenmiş insan suçu olarak kabul edilmelidir.

İadeyi itibarlar hukuk önünde yapılmalıdır.

Devlet 12 Eylül askeri darbesi ile mağduriyetler yaşayan, yaşam veren, can kaybeden, yıllarını tutsaklıkta geçiren herkese tazminat ödemelidir.

Göstermelik mahkemelerle, 90 yaşına gelmiş iki generalin sözde mahkemelere çıkartılmasıyla darbe hesaplaşması olmaz. Bir dönemin yargılanarak, mahkûm edilmesidir, hesaplaşmadan anlaşılması gereken.

Bizler can kaybederken, yaşam verirken seyredenlerin bu hesaplaşmayı yapamayacakları da açıktır.

Bu hesaplaşmayı biz yapacağız…

Devrimci demokratlar yapacaktır.

Halk yapacaktır.








12 Ocak 2012 Perşembe

CHP DE DEĞİŞİM SANCISI

Son günlerde hemen herkes yine  'CHP de neler oluyor' sorusuna çok doğal olarak yanıt arıyor. Önder Sav ve Deniz Baykal’ın Tüzük kurultayı için imza toplama girişimleri ile başlayan ve ciddi bir hesaplaşma sinyali veren gelişmeler CHP’den bir biçimde beklentide bulunan veya kendi gelişimini CHP’nin yıpratılmasına bağlayan kesimlerce dikkatlice izleniyor. CHP de gerçekte neler oluyor sorusu olanca yakıcılığı ile öne çıkıyor.

CHP tarihinde ilk kez ciddi boyutlu bir değişim sancısı yaşıyor. Zaman değişirken, dünya değişirken, Türkiye ve sorunları değişirken, insan değişirken CHP’nin değişmeden, zamanın üzerinde durması mümkün değildi. CHP gibi Türkiye’nin en eski ve köklü bir partisinin bu değişimi, gecikmelide olsa yaşaması kaçınılmazdı. Kaçınılmaz olan yaşandı ve değişime direnenler bir biçimde partinin etkin alanlarının dışına çıkartılarak önemli bir adım atıldı.

Eski söylemler ve politikalar yeterli olsaydı, halkta karşılık bulur ve CHP’yi iktidara taşırdı. Ancak CHP, 30 yılı aşkın bir süredir iktidar olamadığı gibi olmadı. %20’li oyların ötesine bir türlü geçemedi. Neredeyse ana muhalefetin kadrolu partisi haline geldi.. Bir tıkanma, bir açmaz ve bir gerileme kendini dayattı. Dünya ve Türkiye değişirken CHP’nin ve İlkelerinin değişememesi diye bir şey söz konusu olamazdı. Her şey yeniden yorumlanmalı ve siyasal biçimleniş, yaşanan konjonktüre denk düşecek bir biçimde yeniden açımlanmalıydı.

Değişemeyen asla gelişemez. Gelişmenin, etkin ve belirleyici olmanın temel kriteri, yaşamın değişim dinamiğine uyum sağlayabilmektir. Eskiyenler, eskidikleri yerde bırakılarak, yeninin bir biçimde egemen olması ve yaşamı kucaklaması sağlanmalıydı. Eski genel başkan Baykal’ın ”Hakiki Koç” benzetmesiyle “Yeni CHP” söylemini sulandırma çabasına karşılık, değişim ve yenilenme CHP’nin kaçınılmaz bir ihtiyacı olarak kendini dayatmıştır.

Cumhuriyetin ilk günlerinden bu güne, Türkiye’nin her değişim sürecinde CHP, bir biçimde hep var olmuştur. Bu günde var olma çabasındadır. Türkiye’nin sorunlarına çözüm üretemeyen, sorunları görmezden gelen, kendini kıskaçlar altında tutan bir CHP’nin yaşamın dinamiği içerisinde aktif olarak yer alamayacağı açıktır. CHP’siz bir toplumsal barış mümkün müdür? CHP’siz bir demokratikleşme mümkün müdür? Özellikle de sosyalist solun yıkıntı halinde olduğu süreçte Reformist sol rolü, tarihsel olarak CHP’nin sırtındadır.

Gericiliğin kuşatması ve yaşamın her alanını belirleyecek bir yaygınlığa ulaşması, CHP için artık kaçınılmaz nokta olmuştur. Özgür bir ülkede yaşama kaygısı taşıyan hemen her kesim bir biçimiyle CHP’ye ilişkin bir beklenti geliştirmiştir. CHP’nin bu toplumsal beklentiye yanıt verebilmesi, öncelikle ittihatçılık kalıntılarından kendisini kurtarmasıyla ilk kez ciddi bir ivme kazanmıştır. Bunu görmek ve gerekliliklerini yapmak zorundadır. Reformist sol bir programı Türkiye’nin önüne koymalıdır.

Seçim sürecinde CHP yöneticileri tarafından ortaya konan politik söylem bu yönde önemli adımlar içermektedir. Bu söylemler geliştirilerek iktidar programı haline dönüştürülmelidir. İktidar hedeflemesinde Türkiye’nin önemli sorunlarına nasıl baktığını açık bir dille ifade etmeli ve hedefler bildirgesi halinde halka sunmalıdır.

Yeni CHP gerçekten yeni olmalı ve bu yeniliğini yaşamın tüm alanlarında hissettirmelidir. Her yeni bir ihtiyaçtan doğar. Eski olan artık yetersizleşmiş ve taşıyıcı olma niteliğini kaybetmiştir. Kelimenin gerçek anlamıyla yaşama denk düşemeyerek, eskimiştir. Eskide inat, tutarlılık değildir. Tam tersi, eskide inat, yaşamda tutarsızlıktır. Yaşama denk düşmeyen eskinin, zorla ikame edilmesine çalışmaktır. Bununda başarı şansı asla yoktur. Yeni devrimcidir. Eski karşı devrimcidir. Yeninin karşısında direnendir. Yeni, yeni olduğunu yaşamın tüm alanlarında göstererek, kendini koymalıdır. O zaman kabul görendir, o zaman yalnızca yeni olmaktan çıkıp, pratikte kendisini gerçekler ve yaşamın kendisi haline dönüşür.

Bu anlamıyla yenileşme atılımı her zaman ilericidir ve cesaretlendirilmeli, yanında yer alınmalıdır. Eskiye kafa tutan ve statükonun ötesinde bir çözümün var olduğunu ortaya koyan her yeni, başarıya atılmış önemli bir adımdır. Salt kavramsal olmaktan öteye gidemeyen 'yeni', bir hiçtir ve sonu hüsrandır.

Eskinin yeni ile mücadelesinin tarihin her döneminde olmuştur. Eski, yeniyi kabullenmekte zorlanmış ve ihtiyaç olmadığı noktasında ayak diretmiştir. Buda eşyanın tabiatı gereğidir. Çünkü yeninin var olduğu her alanda eski yok olacaktır. Bu kaçınılmazlık eskide var olanları dirence iter.

Yeni CHP bu anlamıyla Türkiye açısından çok önemlidir. Kucaklayıcı, kapsayıcı ve gerçekten demokratik bir CHP, Türkiye’nin onlarca yıllık birikmiş yaşamsal sorunlarının çözümünde vazgeçilmezdir. CHP’siz ne Kürt sorunu çözülebilir ne demokratikleşme sağlanabilir. Gericiliğin geriletilmesinde ve İrticanın siyasal iktidardan uzaklaştırılmasında, çağdaş demokrasinin ilkeleriyle donanmış yeni CHP, çok daha önemli bir misyona sahiptir.

Politika gerçeklerle yapılır. Yaşamın dayatan gerçeklerini dikkate almaksızın, duygusal reflekslerle belirlenen tavırlar, kaçınılmaz olarak siyasal alanda yenilgiyi getirir. Duygusal değerlerimizi bir tarafta canlı tutarken, yaşamı bir ucundan yakalamayı becermeliyiz. Yaşamın dinamizmi, başarıda bunu zorunlu kılar.

Aklın Solu birdir ve Sol yaşamsaldır.

Vazgeçemeyiz…

11 Ocak 2012 Çarşamba

ADAM GİBİ TERÖRİSTLERE SAHİBİZ.

Fırtına gibi günler yaşıyoruz. Her şey üst üste geliyor. Atık ölümlere, tutuklamalara ve seri operasyonlara şaşırmıyoruz bile. Çivisi çıkmış bir düzlemde, dik durmaya çalışıyoruz.

Her kesimden terörist üretmeye başladı, özel yetkili savcılar. Generalinden, gazetecisinden, akademisyenlere kadar toplumun değişik kesimleri, bir ömür bekledikten sonra birden bire terörist olmaya  yöneliyor. Terörist milletvekillerimiz var,  sokak yüzü görmeden, içerde yatıyorlar. Gazetecilerimiz içerden gazete çıkarmaya başladılar. Uçaklarımız yine kendi topraklarımızı bombalayıp, kendi insanlarımızı öldürüyor. Muhalif Parti genel başkanları özel yetkili savcılarım kıskacı altında. Hemen herkes, bir biçimde terörize edilerek, toplumdan soyutlanmaya, sindirilmeye ve içeri tıkılmaya çalışılıyor.

Meğer hepimiz teröristmişiz… Bunu ben çok önceden biliyordum, ama artık yalnız değilim. Bu kavram bizim sırtımıza yıllar öncesinden yapıştırıldı. 

Özel yetkili savcıların ruh hallerini çok merak ediyorum. Gerçi tecrübelerim var bu konuda. Askeri mahkeme savcılarını tanımıştım yıllar öncesinde. Sıkıyönetim mahkemelerinde, çatık kaşlarıyla alttan bakan, sert görünüşlü, alaycı insanlardı. Öyle bir bakışları vardı ki, hem karşısındaki insanı aşağılar hem de, yaşamın benim elimde der gibi, alaycı bakarlardı. Apoletlerini kimlik gibi taşırlardı omuzlarında.

Ürkerdik.

Şimdinin özel yetkili savcılarının da pek farkları yok. Yine aşağılar gibi bakıyorlar, yine alaycılar ve yine yok yerden suç üretmek için yoğun çaba içerisindeler. Ve hiçbir dönem olamadıkları kadar pervasızlar.

Terör tanım olarak şiddeti içerir. Sözlük anlamı, korku ve panik yaratmak amacıyla şiddet eylemlerine başvurmak olarak geçiyor. Yani eylem olmadan, hiçbir yasa terörden bahsedemiyor. Terörist örgüt ise bizim yasalarımıza göre bile, şiddet eylemi amaçlı yan yana gelerek ve eylemlerde bulunarak, devleti yıkmaya teşebbüs etmek olarak tanımlanır. Diğer bir ifade ile eylem olmadan, suç da olmuyor. Bahse konu eylem ise şiddet içermeli…

Hatta tek başına eylem de yetmiyor. Eylemlerin seri olması ve ele geçirilen silahlarında teşebbüsü gerçekleştirmeye dönük yeter miktar ve sayıda olması gerekiyor. Bir dizi eylemler olmalı, bu eylemleri yapan militanlar olmalı ve bu militanların yanlarında da yeterli miktarda askeri mühimmat olmalı.

İnternet sitesi kurarak, yazı yazarak, ya da gazete, dergi çıkartarak terörist olunamıyor. Ya da olunmaması gerekiyor. Elde silah ya da bomba kullanmadan, sağı solu kurşunlamadan, bombalamadan, terör eylemi yapılamıyor. Çağdaş hukuk bir yana bizim kendi hukukumuza göre de durum aynı. Aynı ama ya uygulama?

Her olaydan terörist çıkartmaya dönük. Pankart açan gençlerde, yumurta atan öğrencilerde, yazı yazan gazetecilerde, ders veren profesörlerde, Genelkurmay başkanı generallerde, emekli asker ya da bürokratlarda terörist olabiliyor.

Ne ilginçtir ki, yaşamın hemen her alanında bu kadar yoğun terörist var iken, ortada tek bir eylem yok. Devlet şiddeti dışında ( 30 yılı aşkın süredir yaşanan özgün sorundan kaynaklı şiddeti dışarda tutarsak)  şiddet eylemine de rastlayamıyoruz.

Diğer bir ifade ile iyi ki bizim teröristlerimiz iyi ve eylemsiz. Toplum olarak şanslıyız yani. Eylem bile yapmayan- yapamayan teröristlere sahibiz. Birde düşünsenize, Genelkurmay başkanınız, terör örgütü adına eyleme kalkışsaydı. Ne olurdu o zaman halimiz. Elde tonlarda mühimmat ve göreve hazır binlerce militanla, nefes aldırmalardı bizlere.  Ya Deniz Kuvvetleri komutanı elindeki silahları kullanarak, eyleme geçme kararı verseydi, maazallah, sahil kentlerimizi gemilerle döverlerdi… Ya da Balbay, intihar eylemine kalkışsaydı, Başbakanlık konutunda ya da çok daha önemli bir noktada. Haberal, gelen hastaları zehirleseydi. Ya da Ahmet Şık bir deste kalem alıp, uçlarını iyice açıp,  ilk gördüğü Bakanın ya da Başbakanın üzerine kurşun gibi fırlatsaydı…


Yok yok. Hakkını vermeli.

Bizim teröristlerimiz, uysal, eylemsiz, akıllı, bilgili, bilinçli, akademik ve sorumluluk sahibi…

Hadi yine şanslıyız. Adam gibi teröristlere sahibiz…


6 Ocak 2012 Cuma

DARBE TEŞEBBÜSÜ!

Askeri darbeler yakın tarihimizin gündeminde hep var oldu. Özellikle 1960 darbesi sonrasın da periyodik bir biçimde her on yılda bir askeri darbe yaşandı. Her biri bir öncesinde daha ağır oldu. Her darbe sonrasında demokrasimizin yara aldığı söylendi ama işin doğrusu en ağır yarayı esas olarak sol aldı. Yaşanılan son iki askeri darbe (1970–80) doğrudan sola karşı yapıldı. Sonuçları itibariyle de başarılı oldular. Bütün bir solun beslenme kanallarını önemli ölçüde tıkadılar. İdeolojik olarak sol bir tarihsel sürecin sorumlusu olarak toplum nezdinde mahkûm edilmeye çalışıldı. Yüz binlerce insan işkence tezgâhlarından geçirilerek, yaşamın dışına itilmeye çalışıldı.

Başarılı darbeciler yargılanamıyor. Darbe sonrası sürece egemen olarak, eylemlerini meşrulaştıracak düzenlemeleri yaparak aklanıyorlar. Darbe yapmaya kalkışıp da başaramayanlar ise vatan haini ilan edilip yargılanıyorlar.

Başaranlar vezir, başaramayanlar rezil oluyorlar.

Talat Aydemir, darbecilere karşı, darbe yapmaya kalkışmaktan dolayı yargılanan ve idam edilen bir asker olarak tarihimize geçti. 1960 darbesi sonrasında darbeci generallerin, söylemlerinin aksine, Amerikan emperyalizmin dümen suyuna girdiği ve amacından saptığı düşüncesiyle karşı bir darbe hazırlığı yaptığı sırada deşifre edilerek yakalanıyor ve yargılanıyor. Yargılayanlar darbeciler. İsnat edilen suç, darbe yapmaya kalkışmak. Ceza idam…

Askeri darbeler siyasal eylemlerdir. Başarısız durumlarda ise yargılamalar yine siyasaldır. Siyasetin egemen yönteminin, egemen olmaya çalışan ancak başaramayan diğer bir yöntemi yargılamasıdır.

Her darbe bir siyasal hedefe yönelir. Yöneldiği hedefi elimine ederek, yaşanan sürecin doğal akışını değiştirmeye çalışır.

Askeri darbeler silahlı olan gücün, sivil olan ya da karşısında olan gücü dağıtarak, yok ederek, kendi doğrularını sistemde egemen kılmaya çalışır.

Her askeri darbe siyasal üst yapıyı yeniden biçimlendirir. Ekonomik alt yapının yansıması ve gerektirdiği biçimde revize ederek, diğer bir ifadeyle, ekonomik alt yapının istediği düzenlemeleri yaparak tehdit unsurlarını ve sıkıntılarını gidermeyi hedefler.

Ekonomik yapının daha sorunsuz işleyişini hedefleyen bu türden eylemler, mevcut sistemin bekası için yapılır. Sisteme karşı tehdit oluşturan güçler yok edilerek, sistemin önü açılmaya çalışılır. Bu nedenledir ki, ülkemizde ki darbeler hep solu hedeflemiştir.

Türkiye de yaşanan askeri darbelerde, hedef olmayan tek siyasal güç, siyasal İslamcılar olmuştur. Bırakınız darbe görmeyi, askeri darbecilerce hep beslenmişler, gelişmelerine katkı sunularak payanda güç haline getirilmeye çalışılmışlardır.

Askeri darbelerden beslenenler, askeri darbelere gerçek anlamada karşı olamazlar. Darbecileri asla yargılayamazlar. Bu kesimler darbe karşıtlığı yalnızca siyasal bir malzemedir. Konjonktürel olarak darbe gerekliliğinin ortadan kalktığı bir tarihsel kesitte, darbe karşıtlığını siyasal bir malzeme olarak kullanmaktadırlar. Askeri darbelerin sıklıkla yaşandığı dönemlerde siyasal olarak darbelere karşı durmayan, darbecilerin asla hedefi olmayan bu kesimlerim, en son yaşanan askeri darbeden tam otuz yıl sonra, birden darbe karşıtı olmalarının başkaca bir anlamı yoktur.

Hiçbir İslamcı, 12 Eylül askeri darbe döneminde işkence görmemiştir. Hiçbir İslamcı asılmamıştır. Hiçbir İslamcı işinden olmamıştır. Hiçbir İslamcı onlarca yıla varan tutsaklık yaşamamıştır. Hiçbir İslamcı sürgün yaşamamıştır. Hiçbir İslamcı fişlenerek yaşamın dışına itilmemiştir. Aksine İslamcıların beslenme kanalları hep canlı tutulmuştur. Kuran kurslarının sokaklara kadar yaygınlaşmasına zemin yaratılmıştır. İmam hatip okulları sayısı yüzlerce arttırılarak her kentin neredeyse her mahallesine kadar taşınmıştır. Alevi köylerine kadar camiler yapılmış ve bu ibadet yerlerinin siyasal İslamcıların örgütlenme alanlarına dönüşmesinin kapıları aralanmıştır.

1980 askeri darbesi ile sol muhalefetin önü zora dayalı yasaklarla tıkanırken, dinsel örgütlenmelerin önü açılmıştır. Bu gün yaşanan gerici tehdidin ilk adımları 12 Eylül askerisi darbe ile atılmıştır. 

Bu gün yapılan darbe karşıtlığıyla, her türden muhalefetin sindirilmesi hedeflenmektedir. Ergenekon ucubesi ile alakasız pek çok insan yan yana getirilerek, uydurma planlar, başarısız darbe tezgâhları ile toplum maniple edilmeye çalışılmaktadır. Bir dönemin faili meçhul cinayetlerini planlayanlarla gazetecileri yan yana koyarak, asıl yapılmak istenen, yargılıyormuş gibi yapıp, katillerin dikkatten kaçmasını sağlamaktır. Böylelikle bir taşla iki kuş vurulmaktadır. Bir yandan katilleri toplumun dikkatinden kaçırırken diğer yandan muhalif kesimleri sindirmeye çalışmaktadırlar. Tüm yaşanan süreçte Veli Küçük ismi oldukça geri plana çekilirken, Gazeteci Mustafa Balbay öne çıkarılmaktadır. Ya da yüzlerce faali meçhul cinayetin sorumlusu ilerek bilinen JİTEM göz ardı edilerek, yapılamayan darbelerin, beceriksiz darbecileri toplum önüne çıkartılıyor.

Tam bir aldatmaca ve anarşi yaşanıyor. Bir karmaşa bilinçli olarak yaratılarak insanlık suçu işleyenler kaçırılmaya çalışılıyor. AKP bunu yaparak hem iktidarını sağlamlaştırıyor hem de, bir tarihsel süreci, sorumlularıyla birlikte tasfiye etmeye çalışıyor. Hem ileri demokrasi söylemini dilinden hiç düşürmüyor, hem de katilleri korurken, muhalifleri sindirip, bir baskı sürecini egemen kılmaya çalışıyor.

Gericilik yaşamın her alanında kendini olanca yakıcılığı ile dayatmaktadır. Demokrasi gerçek anlamda gerici bir tehdit altındadır. Bugün ülkemizin sorunu, yapılamayan darbelerin sorumlu askerleri yargıya çıkarmak değil,  sistemin gerici güçlerce kuşatılmadır.

Demokrasi mücadelesi her zamandan daha yaşamsaldır. Öncelikli amaç bu sürece dur diyebilecek bir adımın atılmasıdır. Bunun için haziran seçimleri ir fırsattır. Hiç kimsenin bu fırsatı kaçırma lüksü yoktur. Her demokrat, her aydın, her devrimci bu sürecin bilinciyle hareket etmeli ve tavrını olanca netliğiyle ortaya koymalıdır.

Dün karanlık yüreklerde öfkeli bir özlemdi.
Bu gün ülke sokaklarını örümcek ağı gibi saran ciddi bir tehdit oldular.
Yarın,
Aymazların bayramı olacak.