29 Aralık 2008 Pazartesi

BELLEĞİMDE DİRİ DİRİ YAKILAN ÇOCUKLARIN ÇIĞLIKLARI KALDI




Atmış yaşlarında sevimli bir ihtiyardı. Doktorluk yapıyordu. Mavi gözleri, beyazlaşmış saçları vardı ve çıkık elmacık kemikleriyle tam bir “Arien”di. Ancak ismi Abu Halit’ti. Başkente yakın bir köyde yalnız yaşıyordu. Çevre köylerden gelen hastalara bakıyor, onları elinden geldiğince tedaviye uğraşıyordu. Evi tam bir müze gibiydi. Bir tarih, evdeki tüm eşyalara gizlenmiş, oradan Abu Halit’in gözlerine taşınmıştı. Gerçekten doktor muydu, yoksa duvardaki kimi ödül ve belgelerden anlaşıldığı gibi bir asker miydi? Evin bir köşesinde duvara asılmış madalyalar vardı sıra sıra ve gamalı haç... Faşizmin tarihsel simgesini taşıyan madalyalar ve belgeler, insanlık tarihinin ürkütücü görüntüleriydi.Arap değildi; ancak ismi Abu Halit’ti. Kendi ülkesinden kilometrelerce uzakta bir Arap ülkesinin başkentinin yanı başındaki bir köyde, bu Alman’ın ne işi vardı? Hem de yapayalnız, ölüme bir adım kala dünyanın bu kuytu köşesinde neyi bekliyordu?Yaşamdan bezmiş bir hali vardı. Hareketleri ağır, gözleri dikkatliydi. Fazlaca konuşmuyor, ancak sorulara düşünerek yanıtlar veriyordu. İlerlemiş yaşına rağmen dinçti. Tüm işini kendisi yapıyor, zorda kalmadıkça evinden dışarı çıkmıyordu. Evinin arkasında küçük bir bahçesi vardı. Bazen saatlerce bahçede kalıp sebze fideleriyle tek tek uğraşıyordu. Belki de kendisine yakın tek canlı bahçesindeki bitkilerdi. Kimi zaman onlarla konuşuyor, belki de yıllarca kimseye anlatamadığı sırlarını fideleriyle paylaşıyordu. İngilizce, Arapça, İbranice ve Almanca biliyordu. Salonun bir köşesinde ahşap eski bir kütüphaneye dizilmiş yüzlerce kitabı vardı. Çoğu eski olan kitaplar, ciltli, yaldız işlemeli ve farklı dillerdeydi. İlaçların bulunduğu eski bir buzdolabı -muhtemelen Alman markalı- salonun diğer köşesinde duruyordu.Baktığı hastalardan pek para almıyordu. Doktorluğu çevreyle iyi ilişkiler kurmak için yapıyor gibiydi. O, bir sığınmacıydı ve yerli halka şirin görünmek için yardımcı oluyordu. Hastalarını pek fazlaca önemsiyor gibi davranmıyordu. Yalnızca gerekeni yapıyor gibiydi. Köy halkı ondan memnundu. Ani bir hastalık durumunda hemen ona koşuyorlar, o da elindeki ilaçları ve tecrübesiyle gerçekten tedavi ediyordu. Bu da köylüler için önemliydi. Bu doktor –kim olursa olsun- onların yaşamlarını kurtarıyor, acılarını dindiriyordu. Başkaca ne isteyebilirlerdi ki?.. Onlarca yıldır aynı mekânda yaşıyordu. Aynı insanlarla ortak kaderi paylaşıyordu. Artık onlardan biriydi. Kimse yadırgamıyordu onu. Burada ne işi var diye sormuyordu. Tam otuz yıldır bu ülkede, bu köyde yaşıyordu. Köyün gençlerinin çoğu, Doktor Abu Halit’in ellerinde dünyaya gözlerini açmışlardı.İlk geldiği yıllar yabancılık çekmiş ama zamanla kaynaşıp gitmişti. Hiç Almanca konuşmuyor, yalnızca okuyordu. Sağda-solda Almanca gazeteler var. Belli ki ülkesine ilişkin gizli bir özlem vardı yüreğinde. Burada ölmeyi ve buraya gömülmeyi kabullenmiş gibi. O bir Alman Nazi subayı...İkinci Dünya Savaşı’nda SS’lerde gönüllü subayken pek çok kötü şey yapmıştı. Askeri madalyalar bu başarılarının sembolleriydi. Tıbbiyeyi okumuş, doktor. Askeri doktor! Vitrindeki siyah-beyaz resimlerden üniformalı olanlar, bunu açıklıyordu. Geçmişe ilişkin tek sivil resmi vardı; resimde, yanında beyaz tenli, güzel bir bayan. Sevgilisi, ya da karısı olmalı.Biraz yakınlaşınca sordum: “Burada ne işin var? Bir savaş suçlusu musun, saklanıyor musun?”Sorularım onu tedirgin ediyor. Sanki yıllar öncesi gözlerinin önüne dayanıyor, yüzü geriliyor, hareketsizleşiyor...“Ben bir Nazi subayıydım. Bir asker olarak bana verilen emirleri yerine getirdim. Ancak kazanamadık. Bir kısım arkadaşımız hemen oracıkta öldürüldü, ben ülkeden kaçtım. Birkaç ülke dolaştıktan sonra da buraya geldim. Otuz yıldır buradayım. Savaş suçluları arasında benim de adım geçiyordu. Ancak bu ülke beni kabul etti. Şimdi buranın vatandaşıyım. Yine de yüreğimde hep bir kaygı var. Beni, gelip burada bulurlarsa yaşatmazlar...” diyor.Neler yapmıştı ki, onu savaş suçlusu ilan etmişlerdi?Gerçi, Alman faşistlerinin insanlığa neler yaptığını biliyordum. Ancak merakım, özel olarak Abu Halit’in neler yaptığıydı. Yanı başımda duran bu ihtiyar SS üniformalı bir doktor olarak ne türden insanlık suçları işlemişti?Bir Arap ülkesi bu eski Nazi subayına neden kucak açmıştı?Gerçek adını öğrenmek istiyordum. Hafifçe tebessüm edip, “Ben de unuttum,” diyor.Besbelli ki söylemek istemiyor. Nazi subayıyken üstlendiği görevleri sordum, yine kaşları çatıldı.“Hatırlamak istemiyorum,” dedi.En çok MOSSAD kendini bulacak diye korkuyor. İsrail gizli servisi, dünyanın neresinde olursa olsun, savaş suçlusu ilan edilen eski Nazi subaylarının peşini bırakmıyor. Aradan geçen onlarca yıla rağmen hiçbir şey unutulmuyor.Nasıl unutabilir ki? Binlerce insan, değişik yöntemler kullanılarak, sırf farklı bir ırktan oldukları için katledilmemişler miydi? İnsan fırınlarından yükselen çocuk çığlıkları belleklerden silinebilir mi?Uzun uzun izliyorum bu eski Nazi subayını. Sıradan bir subay değildi herhalde, diye düşünüyorum. İsrail karşıtı bir Arap ülkesi ona kucak açtığına göre üst düzey bir asker olmalı. Sıradan Nazi askerleri, bırakın kaçabilmeyi, Almanya sınırlarını bile terk edemediler. Abu Halit ise bu ülkede yıllardır rahatça yaşıyor. Devletten bir geliri var gibi. Para sorunu yok. Hastalarından para almıyor. Ancak yine de rahat yaşayabiliyor. Her gün düzenli tıraş oluyor. Koyu renk takım elbisesini giyip kravat takıyor. Kısa kesilmiş beyaz saçlarını, arkaya doğru yapıştırarak tarıyor. Onu sürekli böyle görmüştüm. Düzenli, disiplinli bir yaşamı vardı. Sabah erken kalkıyor, birkaç kilometre yürüdükten sonra kahvaltısını yapıp, hastalarına bakacağı odasına geçiyordu. Muayenehane olarak kullandığı odadan, geçmişine ilişkin hiçbir şey anlaşılmıyordu. Buraya gelen hastalar bu insanın, doktorluğunu, bir zamanlar öldürmek için kullandığını nereden bilebilirlerdi? Şimdi hayat kurtarmak için kullanıyordu ya!.. Masasının çekmecesinde bir silahı vardı. Alman Walteri. Tansiyon aletinin yanı başında duruyordu. Belki de Almanya’dan kaçarken yanında getirmişti. Bu silahla bile işlediği suçlar olduğunu düşünüyorum. Onu yanından hiç ayırmıyor.Gözlerine baktığımda, bir kez bile olsun pişmanlık ifadesi yakalayamadım. Yenik düşmüş bir asker gibiydi. Kazanmak istemişti; ancak kaybetmişti.Bir ara “Bak, Yahudiler biraz güçlenince Filistin halkını katlediyor,” dedi.Şaşırdım. Sözlerinde, yarım kalmış bir hesaplaşmanın yıllardır taşınan hırsı vardı. Yahudileri biz bitirebilseydik Filistinlileri katledemeyeceklerdi, der gibiydi. Sanki Yahudilerin yerinde Araplar olsaydı, Nazi faşizmi onları katletmeyecek miydi? Bu ırkçı, kafatasçı anlayış, kendi dışındaki herkese düşmandı. Yahudiler, Ruslar, Araplar, Türkler... Ne fark ederdi? Tümü de Ari ırkından değildi ve yok edilmesi gerekirdi.Zavallı Filistinliler, diye düşündüm. Böyle bir adamın kendilerini savunmaya kalktığını bilseler ne yaparlardı? Yoksa Yahudi düşmanlığı onların da mı gözlerini kör etmişti? Katledildikleri için acılara boğulan ve dünyadan, Sabra ve Şatillalara seyirci kalmamalarını isteyen Filistinliler, bir başka katliamcıyı nasıl kabullenebilirler?Yahudiler, ortak düşmandı. Yahudi karşıtı olan herkes dosttu ve sahiplenilmeliydi. Neredeyse bu eski Nazi subayına, öldürdüğü Yahudi sayısı kadar madalya takacaklardı...Abu Halit, Filistinlilere daha sıcak davranıyordu. Onun gözünde Filistinliler, yarım bırakmak zorunda kaldığı hesaplaşmayı tamamlamaya çalışıyorlardı. Kimi milliyetçi Filistinli komutanlarla saatlerce konuşuyor, Yahudilerin nasıl yok edilmesi gerektiğini tartışıp duruyordu. Yahudilerden bahsederken kaşları çatılıyor, gözleri bir noktaya sabitleniyor ve sözcükleri ağırlaşıyordu.Bir insan yüreğine ancak bu kadar nefret sığdırabilirdi; zamana rağmen azalmayan, bilenen, artan bir nefret... Bir insan bir başka insandan neden böylesine nefret eder? Bir açıklaması olmalı, diye düşünüyorum. Beyninin tüm hücreleriyle faşist bu adam. Tam bir insanlık düşmanı. Saçları beyazlamış, dişleri eksilmiş; ancak yüreğindeki nefret hiç azalmamış.Ailesi olup olmadığını soruyorum; çocukları, karısı... “Yalnızım,” diyor,“Hiç kimsem yok. Bir karım vardı, bir de oğlum. Karım, ben kaçmadan önce öldürüldü. Oğlumdan hiç haber alamadım. Birkaç kez ilişki kurmaya çalıştım. Ancak sonra izimi bulurlar kaygısıyla vazgeçtim. Şimdi kocaman adam olmuştur,” diyor.Oğlundan bahsederken biraz hüzünleniyor, kaşlarındaki çatıklık kayboluyor, gözleri buğulanıyor. Biraz insanlaşıyor gibi. Asla hiçbir isim geçmiyor konuşmalarında. Bunu bilinçli yapıyor. Herkese ilişkin gizli bir kuşku taşıyor. Onlarca yıl gizlenmeyi ve yaşamayı başarmış. Kimi zaman dünyanın bir başka ülkesinde yakalanıp ortaya çıkartılan ve savaş suçları mahkemesinde yargılanan arkadaşlarının haberlerini almış. Önceleri biraz kaygılanmış kendisi için. Sonra barındığı ülkeye güvenip rahatlamış...Hitler’in ona taktığı bir madalyayı bana gösterip övünüyor. İyi bir asker olduğundan bahsediyor.“Taktik hatalar yaptık ve kaybettik,” diyor.“Oysa kazanabilirdik.”Kazanabilirdik demesi tüylerimi ürpertiyor. Hitler faşizmi, milyonlarca masun insanın yaşamını yok etti. Ve kaybetti. Ya kazansaydı...Abu Halit’e sürekli uğrayıp konuşmaya çalışıyordum. Bir gün bana dönüp,“Sen neden buradasın?” diye sordu.O âna kadar bana hiçbir şey sormamıştı. Türkiyeli olduğumu biliyordu. Tabii sığınmacı olduğumu da. Kaderimiz, sonuçta ortaktı. İkimiz de ülkelerimizden uzaktaydık ve bir başka ülkede sığınmacıydık. Abu Halit’in sorusu beni şaşırtmıştı. “Faşizmden kaçtım,” dedim.Bu kez o şaşırmıştı. O bir Nazi faşistiydi ve buradaydı. Ben bir sosyalisttim ve buradaydım. Faşist bir yaptırımdan kaçmış, bu ülkeye sığınmıştım. Onun kafasında faşizm, Yahudi düşmanlığıydı, Ari ırkından olmaktı. Başka bir faşizmi pek anlamıyordu. Yanıtıma anlam veremedi. Sosyalist olmam onun için önemli değil gibiydi. Önemli olan Filistinlilerle birlikte İsrail siyonizmine karşı olmamdı.Kafamdaki her şey altüst olmuştu...Bir akşamüstü yine Abu Halit’in evine gittim. Biraz konuşmak istiyordum. Ancak yoktu. Sonra birkaç gün daha gittim, yine yoktu. Oysa şimdiye kadar evden ayrıldığı hiç olmamıştı. Gelen hastaları da kapıdan dönüyordu. Hiçbir anlam veremedim. Hastalanıp bir hastaneye yatmıştır, diye düşündüm. Köylülere sordum, onlar da bilmiyorlardı.Aradan bir hafta geçmişti, yine gittim. Gelmemişti. Kapının koluna dokundum açıldı, kilitli değildi. İçeri başımı uzatıp seslendim. Yanıt gelmedi. İçeri girdim. Her taraf dağınıktı. Bir boğuşma olmuş gibiydi. Şişeler kırılmış, sandalyeler sağa-sola savrulmuş ve her şeyden önemlisi vitrindeki madalyalar yerlere saçılmıştı. Muayene odasına girip masasının çekmecesine baktım. Silahı yerinde yoktu... Her şey anlaşılıyordu.Abu Halit, evine bir daha dönmeyecekti. Korktuğu başına gelmiş, onlarca yıl sonra MOSSAD izini bulmuştu. Ya alıp götürmüşlerdi ya da boğuşup kaçmıştı. Bunu hiçbir zaman öğrenemedim.Onu bir daha hiç görmedim.Yalnızca belleğimde diri diri yakılan çocukların çığlıkları kaldı...

18.10.2008
oner.odemis adlı yazara göre
Sil