24 Ocak 2011 Pazartesi

YANLIZ TAŞ DUVAR OLMAZ!



Her doğru kendi koşullarında doğrudur. Sonsuz doğru yoktur. Koşullar gerektirdiği için doğru olan şeyler vardır. Doğruları var eden koşullar değiştiğinde, doğrularda değişmek zorundadır. Bu kaçınılmaz bir yasadır. Hiçbir şeyin sebepsiz olmaması gibi… Her yaşanan şeyin, kendi içinden veya dışından mutlaka bir sebebi, onu var edeni vardır. Durup dururken veya olayım bari diye hiçbir şey olmuyor. Yaşama bakarken, sorgularken, doğrularımızı yeni baştan gözden geçirirken bu kaçınılmazlıkları kesinlikle dikkate almalıyız.

Eğer gerçekten doğru noktalara ulaşmak istiyorsak, gerçekten yaşadığımız veya yaşamda karşılaştığımız kimi şeylerin nedenlerini doğru süzgeçlerden geçirerek öğrenmek istiyorsak, bunu yapmalıyız. Aksi halde yalnızca kendimizi kandırırız. Kendimizi kandırmanın da, başkalarını kandırmanın ilk adımı olduğunu düşünürsek, dürüst davranmıyoruz demektir.


Siyasi doğrularımızda kendi özgün koşullarında doğru idiler. Koşullar varlığını sürdürdüğü sürece doğru kalabilirler ancak. Aksi halde kendilerini var eden koşullar kalmadığı için, artık yanlıştırlar. Onlarca yıla yayılan, yaşama meydan okuyan doğrular kavramı, kulağa hoş gelse de, bu çok olası değildir. Koşullar değişecek ama doğrular değişmeyecek. Dünya değişecek ama bizim tespitlerimiz değişmeyecek. İnsan değişecek, insanın algılama durumu değişecek ancak bizim doğrularımız değişmeyecek. Biz hala istikrarlı bir biçimde eski doğrularımıza sımsıkı sarılıp, kararlılık örneği göstereceğiz. Dünü, bu günde gözü kapalı bir şekilde var etmeye, savunmaya devam edeceğiz. Sonrada bunun adına siyasal tutarlılık diyeceğiz.


Yaşamın her eksenini belirleyen koşullar, siyasal doğrularımız da kaçınılmaz olarak belirleyecek, yenileştirecek ve değişen koşullara uyarlayacaktır. Aksi halde doğrudan yana değil geleneksel olandan, yeniden değil eskiden yana olmak gibi bir tutuculuk içinde oluruz ki, bunun da dinsel motiflere inanmadan farkı kalmaz. İnanmak için bilgiye, değişen koşulların gerekliliğine vb. ihtiyacımız yoktur. Ancak bilme gibi bir derdimiz varsa, doğru diye bir derdimiz varsa veya başarmak istiyorsak, değişen koşulların gerekliliklerini çok sağlıklı bir biçimde yakalayıp, yenide var etmekten kaçınmamalıyız.


1980’li yılların gereklilikleri silahlı mücadeleyi ve buna uygun olarak da illegal örgütlenmeyi gerekli kılmıştı. Devrimci mücadele, bu genç döneminde hızla yeraltında örgütlenerek sisteme karşı şiddet içeren bir eylemlilikle biçimlendi. Şiddet, devrimci mücadelenin vazgeçilmezi olarak bütün bir süreci belirledi. Devrimci şiddetin yükselişi, karşıtının şiddeti tarafından bastırılarak, etkisizleştirildi. 12Eylül askeri darbesi ile devlet şiddetinin tamamen belirleyici olduğu bir süreç, yaşamı belirler oldu. Devletin baskın şiddetiyle silahlı devrimci yapılar askeri olarak dağıtılırken, ideolojik olarak da bir enjeksiyon süreci bütün argümanlarıyla sürdürüldü. 1990’lı yıllara gelindiğinde, bu ideolojik enjeksiyonların biçimlendirdiği yeni bir kuşak ve yeni bir Türkiye vardı, artık. İnsanlar değişmiş, koşullar değişmiş, sitemin temel yönelimleri değişmiş, ekonomik biçimleniş önemli ölçüde değişmiş ve teknolojik gelişim bir bütün olarak yaşamı etkiler olmuştu. 12 Eylül 1980 darbesinin fiili ağırlığı önemli ölçüde kaybolmuş, yeni bir süreç ekonomik ve siyasal anlamda Türkiye de yaşanır olmuştu.


1980’li yıllarda bizi ve doğrularımızı var eden koşullar tamamen değişmiş ve yeni bir süreç ülkede egemen olmuştu. Yeni sürecin yeni doğruları vardı. Yeni tarzı, yeni gereklilikleri ve yeni insanları vardı. Artık yeni doğrularımız olmalıydı. Tarihle hesaplaşmamızı bitirip yeni süreci ve gerekliliklerini yakalamak için adımlar atmalıydık. Bu ülke bizimdi ve bu ülke için herkesten daha çok bedeller ödemiştik. Bayrağı bırakıp, saha dışına çıkamazdık. Sahada olmalıydık, yeniden bu ülkenin geleceğine sahip çıkacak doğrularımızla yaşamı belirliyor durumda olmalıydık.


Doğru seslendirmek ilk adımlarda oldukça zordur. Cesaret ve özgüven ister. Hele ki, dünün doğruları uğruna yaşamlar verilmiş, ömürler tüketilmiş ise, yeniyi seslendirmek çok daha zor ve yıpratıcı olacaktır. Duygusallığımızla, yaşamın doğruları çatışacak ve sonucu bizim ilkeselliğimiz belirleyecektir. Duygusallık bize kaybettirecektir. Yaşamı duygular değil doğrular ancak değiştirebilir.


1990’lı yıllarda başlayan yeni süreçte devrimci mücadele yerini demokrasi mücadelesine bırakmış ve kendi argümanlarını dayatmıştır. Direnmek, kaybetmektir. Koşulların realitesini yok saymaktır. Duygusal davranıp, devrim türkülerinin yanık tınısına, geleceğimizi bırakmaktır. Bir anlamda sürecin dışına çıkmaktır. Diğer bir anlamda, süreçte var gibi davranıp, dışarıda kalmaktır.


Kuşkusuz bir değişime adapte olmak, gerekliliğini kabullenmek ve bunu yaşanan tarihsel süreçle bütünleştirmek oldukça zor bir iştir. Zoru başarmak için öncelikle kendimize karşı dürüst olup, doğruları olanca çıplaklığıyla görmemiz gerekmektedir. Aynada görünen şeyin kendi gerçekliğimiz olduğundan emin olamadan, hiçbir şeyi başarma şansımız yoktur. Bir yalana kendimizi ve çevremizi inandırmaya çalışmak gibi bir şeydir bu ve yaşamda karşılığı yoktur. Her yalan veya doğru olmayan gibi, bir süre sonra tıkanmaya, bel vermeye ve darmadağın olmaya mahkûmdur.


Koşullar değiştiğinde, koşulların yarattığı yapılarda değişmek zorundadır. Her koşul kendine uygun yapıları yaratır. Koşulların ötesinden yapıları dayatmak, siyasal olarak bir iddiadan öte duygusal bir yaklaşım olacaktır. Her yapının, örgütlenmenin, duygusal bir bağda yaratması çok doğal bir şeydir. Oluşturulup emek verilerek biçimlendirilen, her adımı anılarla dolu olan, bir çocuk gibi itina ile geliştirilen yapılara karşı duygusal bir his taşımak elbette ki doğal olacaktır. Ancak tün duygusallığımızı bir yana bırakıp, yaşamda yeniden var olabilmek için kendimizi biçimlendirmeliyiz. Eskiyi yenide var etmenin, bir anlamıyla yenileştirmenin yöntemlerini bulmalıyız. Eski ile yani tarihle hesaplaşmamızı yapıp, yenide eskiden dersle alıp, yaşamı yakalamalıyız.


1990 yılı bu değişimin miladıdır. Yaşam artık farkı akmaktadır. Gereklilikleri farklıdır. Sorunları, ihtiyaçları, dayatmaları, insanları ve insan talepleri tamamen farklılaşmıştır. Bu farklılaşmayı görüp, buna göre davranmak durumundayız. Aksi halde kendimizi kandırıyoruzdur. Bunun başka bir adı yoktur.


Tarih ile hesaplaşmamızı bitirip, yenide yan yana gelmeli ve yaşama yeniden sahip çıkmanın biçimlerini yaratmalıyız. Bunu yaparken de duygusallığımızı bir tarafa bırakıp, koşulların gerekliliklerini dikkate almalıyız. Yaşamı olanca gerçekliğiyle yeniden yakalamalıyız. Bu bizim tarihsel sorumluluğumuz.

Kaçarı yok.
Biraz cesaret, biraz umut…
Gerisi gelir…

Ö.ÖDEMİŞ