25 Mart 2012 Pazar

SURİYE'DE ALEVİLERİN 'YALNIZCA ADI VAR'


 Suriye’nin çoklu etnik ve mezhepsel yapısını iç savaşa ortamının yaratılması amacıyla kullanma girişimi olarak görülen bu sözde alevi diktatörlüğü iddiası gerçeği yansıtmamaktadır.

Suriye devleti laiktir ancak hakim ve egemen olan Sünniliktir. Bu mezhep kökenli insanların devlette yer alış oranı %75 oranındadır. Aleviler, diğer azınlıklar gibi laiklik zeminini güvencesi ile rejimin arkasında sağlam durmaktadırlar. Suriye’ye yönelik silahlı şiddete karşı yönetimi savunan temel güç de Sünni mezhep mensubu inançlı ve laik halkı ile Hıristiyanlar, Aleviler, Dürziler, Süryaniler, Kürtlerdir.

 “Suriye’de Alevi azınlık iktidarı” iddiasının hiçbir doğru zemini yoktur. Ancak bir mezhep iktidarından bahsedecek olursak, Suriye devleti Sünni bir devlettir.  Alevilik Suriye de resmi hiçbir yeri yoktur. Devletin din işleri Vakıflar Bakanlığınca (Vizaret el Avkaf) yönetilir.  Ve bu kurum Türkiye’de olduğu gibi tamamen Sünnilerden oluşur. Hıristiyanların ise yarı resmi din işleri vardır. Ancak Alevilik adına ise resmi hiçbir kurum yoktur.

Ayrıca devleti oluşturan tüm yetki ve idari merkezleri yöneten yetkililerin mezheplerine kısaca bakıldığında;  Başbakan, Genel Kurmay Başkanı ve Savunma Bakanı ve pek çok başka bakan Sünni mezhebinden olduğu görülecektir.

14 ili olan Suriye’nin, Humus, Tartus ve Lazkiye dışındaki illerde bir Alevi yerleşimi yoktur. Bu illerin de vali, komutan gibi merkezden atananlar arasında da ezici çoğunluk Sünni’dir

Altını çizerek bir kez daha belirtmek gerek; Suriye’de Alevilik resmi olarak yoktur. Buna karşın, Sünnilik Suriye devletinin resmi mezhebidir.

Suriye Vakıflar bakanlığı, ülkemizdeki diyanet işleri başkanlığı yerini tutar. Bu bakanlık eskiden beri sadece Sünni biri tarafından idare edilir.  Bu bakanlığın bütçesi eğitim bakanlığı bütçesi kadardır. Bölgede yaşayan Alevilerin söylemine göre,   Bu kurum her türlü vakıf konusuyla ilgili olmasına karşın, Alevi makamları, türbeleri ve ziyaretgâhlarıyla ilgi olarak, tarihi boyunca tek kuruşluk bir harcaması olmamıştır.  Alevilerin kutsal yerlerine hizmet götürmek için özel, özgün hiçbir katkı yapılmamıştır.” 

Diğer yandan ise ülkedeki maddi kaynakların dağılımına baktığımızda durum çok daha açık bir biçimde görülecektir.  Suriye’nin en yoksul kesimlerinden birisi, hala Alevilerdir; en az imar edilmiş beldeler, Alevi beldeleridir, köyleridir.

Hafız ve Beşşar Esad’ın doğduğu bölge olan Kırdaha dağ şeridinde bu durum çok daha bariz bir şekilde görülebilir.  En çok işsizlik, en verimsiz topraklar, dağ ve kayalık alanlar Alevi topluluğunun temel yaşam alanı olarak, öylece kalmıştır.

Ayrıca Suriye’de Alevi bayramı da Resmi değildir, yasaktır. Suriye’de bu kutsal bayramlar, gizlilik içinde yapmaya devam ediliyor. Aleviler için en önemli kutsal günü olan Gadir bayramı (Hz. Muhammed tarafından Hz. Ali’ye tevdi edilen hilafetin ilan günüdür.). Suriye’de resmi bayram değildir. Sünni vakıflar bakanlığının bir açıklama ile bile bu bayramı kutlamaz ve yok sayar.. Buna karşı Sünni bayramların ve kutsal gece ve kandillerin istisnasız tümü resmi bir tatil günüdür ve kutlamaları için devlet bütçesinden ödemeler yapılır.

Çok önemli bir gösterge de, eğitim kurumlarında ki din derslerinde ortaya çıkmaktadır. Suriye’de ilkokuldan lise sona kadar “din terbiyesi” adı altında bir ders okutulur. Bu derse Hıristiyan çocukları girmez. Ancak Alevi çocukları, Müslüman oldukları için girmek zorundadır. Bu derslerde sadece Sünni eğitimi verir. Alevi çocukları ise bunu öğrenmeye mecburdur. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi Suriye’de de bu derslerde tek satır, Alevilik yer alamaz.

Resmi olarak yasak olan bir mezhebin, resmi olarak var olan ve egemen olan mezhep üzerinde nasıl baskı yapabileceği düşünülmelidir. Suriye de Alevi halk vardır ancak  Alevi iktidarı yoktur ve olmamıştır.

24 Mart 2012 Cumartesi

SOSYALİZM NEDEN YENİLDİ

Sosyalizm neden yenildi…

Yıllardır tartışılır bu sorun… Sovyetlerin yıkılmasıyla, sosyalist ülkelerin birer birer çözülmesi ve bir bütün olarak sosyalist hareketin dünya ölçeğinde gerilemesinin nedenleri anlarca yıldır değişik çevrelerce tartışılmaktadır. Sosyalistleri dumura uğratan bu gelişmenin nedenleri değişik perspektiflerle açıklanmaya çalışılarak kendilerine yeni yol haritası oluşturmaya çalışıyorlar…

Diğer benzer çabada 12 eylül askeri darbesi ile yaşanan yenilginin nedenlerini açıklama telaşında görünmektedir. Yaygın yaklaşım sosyalizm yenildiği için, yenilmek kaçınılmazdı şeklinde biçimlendirilmekte ve öznel zaafların ve yerel gelişmelerin ötesinde, soruna genelin kaçınılmazlığı olarak yaklaşılmaktadır. Ne yaparsak yapalım yenilecektik. Sosyalizmin dünya ölçeğinde yenildiği bir konjonktürde bizim başarılı olmamız kaçınılmazdı…

Peki sosyalizm neden yenildi, Batı uygarlığının gelişimi ve etkisi karşısında alternatif oluşturamadı ve bu etkinin ağırlaşması üzerine de yenildi… Burada batı uygarlığı tanımında ki kasıt, kapitalizmin gelişmesi ve kuşatması karşısında direneme di demek anlamında ki, buda alternatifi olduğu güçe yenildiğini söylemektir… Diğer bir ifade ile sosyalizm teorisi fiyaskoydu …Proletarya diktatörlüğü getirimi temelsiz, psikolojik bir getirimdi demektir. Sınıf savaşımı bir uygarlığı değiştirmek için yeterli bir zemin oluşturmamaktadır. Egemen sistemde var olan sınıflar arası bu çatışma devrimci biz değişimi sağlayacak keskinlikte ve nitelikte değildi. Bu karşın sosyalizm teorisi bu çatışma üzerine kurulmuş bir sistemdi, iflas etti…

Tüm bu getirimler ile yenilginin nedenlerini bir parça aralamak mümkün gibi görünmekte ise de yeterli olduğunu söylemek pek mantıklı gibi görünmemektedir. Böylesi bir getirim arkasından kapitalizmin sonsuzluğunu getirir ki buda eşyanın tabiatına aykırıdır.


Kapitalizmim can çekişmediği, hasta yatağında yüzlerce yıldır kıvranmadığı, yaşanan süreçle ortaya çıkmıştır. Bu doğru. İkincisi kapitalizm kendisini yenilemiştir. Buda doğru. Kapitalizmin kendini yenilemesi tüm ezberleri bozmuştur. Buda doğru. Peki, kapitaliz kendisini sürekli yeniliyorsa, kendinden önce yaşanan uygarlıkların egemen güçlerinin yapamadığını yapıp, her yeni döneme kendisini uyarlayabiliyor ve her yeni dönemden kendisine besleyici pek çok şey bulabiliyorsa bu tam anlamıyla bir sonsuzluk demek değimlidir? Hele ki bu durum karşısında çaresizce sosyalizm hedefinden kopan güçlerin demokrasi mücadelesine sımsıkı sarılmaları ile, kapitalizmin sorunlarını sahiplenerek çözüm perspektifine ortak olmaları durumu da eklenince, “çok yaşa kapitalim” demekten başka bize ne kalacaktır. Kapitalizmin sistem içinde ki sorunlarını çözmesine katkı sunmak, kapitalizmin gelişimi ve değişimi karşısında duran, yıpratan sorunlarında aşılması noktasında, daha bir sonsuzlaşabileceği gerçeği karşımıza çıkmaktadır.

Kürt sorunu kapitalizmin bir sorunudur ve çözümünü bizler istemekteyiz. Demokratik bir eksende çözüldü. Kürtler sistemle barıştı, zaten hakları olan kinlikleriyle yaşama olanağını elde ettiler. Bu ne anlamla gelmektedir; kapitalizm kendisini yıpratan, gelişimi ve değişimi önündeki en önemli sorunu çözmüş ve kendi önünü açmış demektir. Ver elini daha iyi bir kapitalizmmm…

Etnik dinamiklerin sistemsel bazda bir değişimin çelişkisi olmadığı açıktır. Bu durum karsının etnik sorunların sisteme karşı mücadelede dinamizm oluşturduğunu söylemek, bu eksende mücadele etmek ve bu mücadeleyi sosyalizm için mücadele olarak tanımlamak pek mümkün görünmemektedir.

Demokrasi eklentili her mücadele, kaçılmaz olarak sistem içi bir kazanımı diğer bir ifadeyle, kapitalizme ait olan sorunların çözümünde misyon üstlenmeyi içermektedir. Daha rahat, daha sorunsuz, daha insancıl kapitalizm… Kapitalizm de daha insancıl olması gerektiğini anlamış durumdadır ve eski hoyratlıklarını dizginlemiş durumdadır. Daha çok karın daha acımasızlıkta değil daha çok gelişmişlikte olduğunun anlamış olmalı ki artık başka bir kapitalizm örgüsüne yönelmektedir.

Teknolojik gelişimler, bilişim dünyasında ki gelişimler kapitalizmim bu sürecini nasıl etkileyecektir. Bu gelişimler kapitalimden bağımsız mı gelişmektedir veya bu gelişimlerin finansörü kapitalizm değimlidir? Bu teknolojik gelişmelerde kazanan kapitalizdir. Bu teknolojik gelişmelere para yatıran yine kapitalizmdir. Atom enerjisi, nükleer enerji, hidrojen enerjisi, dijital iletişim vb. tüm bu teknolojik gelişmeler kapitalizmin parasını harcadığı ve gelirini kendi sermayesine kattığı gelişmelerdir.

Bu gelişen sürecin içinde gelişecek olan ve gelişen üretici güçler, sınıfsal olarak kapitalizm ile çatışacak ve onu devirecek keskinlikte ve potansiyelde olabilecekler midir?

Bir mühendisler kızıl ordusu kapitalizme karşı bayrak bayrak savaşabilecek midir?

Yoksa onlarda kendi varlıklarını, içinden çıkıp geliştikleri kapitalime mi borçlu olacaklar?

Kapitalizm dünün işçi sınıfı yerini, mühendislerin aldığı bir sistem mi planlamaktadır?

Üretici güçlerin gelişmesi kapitalizmi yıkacak mıdır? İşçi sınıfı temel üretici güç olarak tarihsel süreçte yerini aldığı dönemde bunu başaramamışken, mühendisler başarabilecek midir?

Bilemiyoruz…

Ancak artık yenilmek istemiyoruz.

Başkalarının kazanımlarını kendimize zafer olarak ilan edip, aldatıcı mutluluklarda yaşamak istemiyoruz…

Peki, biz ne istiyoruz?
Onu da bilmiyoruz.
Ezberimiz yerlebir.



22 Mart 2012 Perşembe

YENİ DE NE YAPMALIYIZ

Yenide ne yapmalıyız…

1980 darbesi sonrasın da 2000’li yıllar, solun ezberinin tamamen bozulduğu yıllar oldu. Bu sürece kadar, bir biçimde varoluş çabası canlılığını korumuştur. Ancak umudun tükendiği süreç 2000’li yıllarda kendini koymaya başlamıştır. Artık sol adına hemen herkes, değişik bir tonla, yeni bir anlayışın gerekliliğini seslendirir olmuştur. Bu utangaç seslendiriş, sol adına arayışların düşünsel anlamda önünü açmış, artık tartışılmaz denilen pek çok kavramın bile tartışma gündemine alınmasına olanak yaratmıştır.

Sol adına tartışması, tartışmasız kavramlardan ve ilişkilerden bir biçimde kurtulunması, pek çok şeyin konuşulmasına ve yeni dünyada nasıl bir sol sorusuna ilişkin yanıt arayışlarına, hız kazandırmıştır. Devrim dendiğinde artık, nasıl bir devrim, Sosyalizm dendiğin hangi proletaryanın diktatörlüğü, örgüt dendiğin de nasıl bir örgüt sorusu hemen her birimden insanlar tarafından sorulmaya ve sorgulanmaya başlanmıştır.

Yaşam algıları yükselen ve yaşamı yeni düzleminde yakalama çabasında olan insanların, ön kabullerden çok bilginin yaşamla ilişkisi anlamında bir tavır geliştirme eğilimde oldukları, açıkça görünür olmuştur.

30 yıldır siyasal arenada bir biçimde adını duyuran, 80 öncesinin devrimci hareketleri, bunu istikrarlı bir gelişme olarak algılamaktalar. Zamanın yıkıcılığına karşı yalnızca isim ve inanç bazında düşük yoğunlukta direnmiş olmayı, neredeyse devrimle eşdeğer tutan bu yaklaşımların, elbetteki gelecek kaygıları asla olamaz. Bu anlayışlar gelecekten çok geçmişin telaşındadırlar. Geçmişi bu günde hangi boyutuyla olursa olsun yaşatmak - ki nostaljik olma ötesinde pratik aktiviteleri yoktur- gibi kendilerine temel amaç edinmiş, yaşanan siyasal depremlerin şamarından dersler alamamış bu yapıların, siyasal geleceğimizde yerlerinin olması bile düşünülemez.

Bu sol kulüpler dar ve yaşlanmış üyeleriyle, dünün heybetli dönemlerinin psikolojik tatminiyle yetinmektedirler. Arada bir yaşanılan canlı sürece ilişkin laf söyleme zorunluluğu olmamış olsaydı, çok daha rahat ve mutlu olacaklardı. Yeni, bu anlayışları tedirgin etmektedir. Yeni insanı, yeni yaşamı ve yeni düzlemi, kendilerin eskisine dönük aldıkları için, haristirler. Acımasızca saldırıp, bir an önce yeniyi yıpratmaya ve ondan geçmişin referanslarıyla, kurtulmaya çalışırlar. Yiğitlik hikayeleri, onların düşlerinde hep canlıdır. Biz ile başlayan ve tamamen dünün harabeleri içerinde devan eden anılar atraksiyonuyla, genç insanları etkileyip psikolojik bir kazanım elde etmenin, neredeyse devrim olarak algılandığı bu anlayışta, istikrar ve ısrar önemlidir.

Yayın mezarlığı Türkiye de tek sayfada olsa, tek bir kişi bile bu güne dönük referans alma amacıyla okumasa bile, yazılan her şey, yaşamla eşdeş tutulur. Anma günlerinin sayfalarını tükettiği bu yayınların, dünü bir biçimde bu güne hatırlatma dışında, geleceğe dönük bir kazanımda bulunulması zaten beklenemez Devrim haberlerinin kulaktan kulağa yayılarak, dün, bu günde olanca heybetiyle yaşatılarak, bu gün eski tanımını kaybeden devrime ulaşmanın olanağı yoktur.

Dünün ilişkilerini ve siyasasını bu günde yaşatmayı dayatanların, hayal kırıklığı dışında yeni yaşayabilecekleri bir şey yoktur.

Öncü savaşı nasıl verilecek, öncüler bu savaşta ne yapacaklar, burjuvazinin zayıf karnı neresi, emperyalizm hala mı can çekişiyor, kırlar mı şehirler mi, uydu mu? Mobesa kameralar, cep telefonları,TC kimlik numaraları... Ya PASS? Diyelim ki PASS’ı PAS geçtik, İnterneti ne yapacağız? Ya Almanya için ölçülü, hormonsuz domates üretenleri? Köylü mü diyeceğiz?

Sonra suni dengeyi nasıl kırmayı planlıyoruz? Veya suni olan bir denge kaldı mı? Ya işçi sınıfı, bizim öncü savaşımıza neden bu kadar uzak duruyor? Bu savaş öncülerin savaşı bizi bağlamaz mı diyor yoksa? Google mail grubundan ulaşılan yüz binlerce kişi, 28 milyon MSN adresi…
Öncüler, adına yola çıktıkları, öncülük yaptıkları gücü kaybettiler. O güç, karşıtına teslim oldu. Adına yola çıktıkları gücünü kaybeden öncüler, son bir iki yoklamalarından sonra güçsüz bir şekilde, şaşkınca kala kaldılar.

Yaşamın dinamizminde duygusallık asla yoktur. Her koşulda, bir biçimiyle kendini dayatan değişim, direnenleri, direnmeye çalışanları, ayak diretenleri acımasızca kendi kulvarının dışına atar. Onun için dün ne olduğunun çok bir önemi yoktur. Bu gün nesin ve neredesin. Dün bu anlamıyla yalnızca bu günde var olabilmenin veya olamamanın verilerini sunar. Var olmak etkin olmaksa, ve varım diyen hemen her güç, bu gün etkin değilse, yoktur. Yok üzerine politika yapılmaz. Yokta bir politik gelecek yoktur Dün doğru olunsaydı, bu gün o doğrunun kazanımlarının etkinliğini yaşamda olanca ağırlığıyla hissetmemiz gerekirdi. Bu gün hemen hiçbir alanda yaşamı belirleme, yönlendirme ve dönüştürme etkinliğinde değilken, dünle bu günde yeniden olmaya çalışmak, en iyimser ifadeyle, safdilliktir.

İddiasız insanların ve yapıların bu güne dayanmadan istedikleri her şeyin rüyasıyla yaşamayı tercih etmesi, mümkündür ve bizim sorunumuz değildir. Ancak dünü sahiplenmenin gerçek anlamı, bu günde ve gelecekte etkin bir şekilde var olabilmek ve yaşamı dönüştürme adına siyasal bir varoluşta içselleştirmektir.

Bu gün yaşama müdahale edebilecek güçten tamamen uzaksın.
Teknolojiye yabancısın.
Adına yola çıktığın güçten, ayrı düşmüşsün.
Halktan geridesin.
Yaşamdan kopmuşsun.
Sen öncülüğünü kaybetmişsin…
Yeni öncüler…
Görev sizin….

21 Mart 2012 Çarşamba

SOLUN SORUNU

Yanlış tartışmalar, kaçınılmaz olarak yanlış sonuçlara götürür. Sorun yanlış tespit edilince üzerine kurgu yapılan her şey de, yaşamdan alakasız, çözümden uzak ve sonuçsuz bir angajmana dönüşüyor.

Solun bir türlü yaşamda karşılık bulamamasının nedenini dağınıklılığa veya birlik olamamaya bağlamak ilk adımı yanlış atmaktır. Birlik olunamaması bir sonuçtur. Elbetteki önemli bir sonuçtur ancak bir başka sorunun yarattığı bir sonuçtur.

Solun sorunu birlik değil kimlik sorunudur. Birliksizlik kimliksizliğin doğal sonucu olarak yaşanmaktadır. Kimliksiz kalan solun kimliğini birlikte araması, yeni bir yanlışa hesapsız kapılması ve sorunu görmeme ısrarından başka bir şey değildir. Yaşamın diyalektiğini kavrayamamış ve kendi bünyesinde cisimleştirememiş dünün heybetli yapılarının, dünün hayaliyle bu günde var olma çabaları ciddi bir sol kimlik sorunu yaratmış ve her alanda bu sorun kendini dayatmıştır.

Kimlik sıkıntısını bir türlü aşamayan sol, birlik arayışlarıyla bir anlamıyla bu sorunu ötelemek istemektedir. Bu güne kadar yaşanan birlik denemelerinin başarısız olmasının asıl nedeni de budur. Yan yana gelen ve yaşamla bir türlü örtüşmeyen farklılar, bir olmaya, birlikte tavır almaya çalışıyorlar. Dünün heybetiyle, bu günde fırtınalar yaratmanın özlemini taşıyorlar.

Türkiye solu 25 yılı aşkın bir süredir değişik boyutlarıyla birlik sorununu tartışarak sonuç almaya çalışmıştır. Ancak bir-iki pratik girişim dışında elle tutulur bir kazanım elde edilememiş, enerjisinin önemli bir kısmını bu alanda harcayarak umutlarını tüketmiştir. Özellikle siyasal islamın yükselme dönemlerinde, ağırlıklı olarak gündeme oturan solda birlik tartışmaları, ciddi kaygılarla başlatılmış olsa bile, yanlış kulvarda sürdürülmüş, iyi niyetli heyecanların tüketilmesi dışında somut hiçbir sonuç üretilememiştir.

Kuşkusuz solda birliğin en geniş anlamda sağlanması, her duyarlı demokrat insanın istediği bir şeydir.Ancak yaşanılan sürecinde gösterdiği gibi solun temel sorunu birlik değil, kimlik sorunudur. Yaşamı bu günkü gerçekliğiyle yakalama kabiliyeti gösteremeyen, dünün heybetine sımsıkı yapışmış yapıların bu günde birlik telaşına düşmelerini çözücü olarak görmenin olanağı yoktur.

Çatı partisi tartışmaları böylesi bir düzlemde solun gündemi olarak tartışma alanına girdi. Temler sağlam, duvarlar yerinde, tek eksik çatı…

Veya önce çatıyı oluşturalım-partiyi ve organlarını, sonrasında duvarları -örgütlenmeyi, arkasından temeli yani ideolojik alt yapıyı…

Yine bir başka yanlış, yine bir umut harcanması yine bir öteleme…

On eskiden bir yeni çıkmaz. Daha fazla eskiden de yeninin çıkma şansı yoktur. Öncelikle bu günü yakalayan, yaşamın değişkenliğine kendisini uyarlayabilen, dünyayı yeni biçimiyle ve ilişkileriyle çözümleyebilenler ancak yeni bir şey için adım atabilirler. Adı geçen yeni gerçekten yeni olur ve yeni yaşamın gereklilikleri karşısında var olma şansı edinebilir.

Çatı arayışı bu anlamıyla yetersizliğin, yaşamdan kopuşun bir refleksi olarak görüle bilinir. Türkiye siyasasında yıllardır varlık gösteremeyenlerin, yaşamı yakalayamayanların, çaresizce sarıldıkları bir süreç…

İşçi sınıfının devrimci rolünü tartışmaya bile gerek duymayan, bilişim dünyasındaki gelişimin yaşamın hemen her alanını nasıl etkilediği reddeden, insanın düşünme biçimini bile nasıl etkilediğini görmemekte direnen, devrimci tavrı ve tutarlığı, 50 yıllık kavramlara sımsıkı sarılmak olarak anlayan anlayışlarla bir yeni nasıl oluşturula bilinir…

Yapılan olsa olsa eskinin yeni yaşamda yeniden var edilmesi telaşı olur ki, buda sonuçuz kalmak zorunadır.

Solun önündeki temel tartışma sol kimlik üzerine olmalıdır. Değişen dünyada nasıl bir sol sorusuna hep birlikte yanıt aranmalıdır. Yapılan tartışmalar bu eksende sürdürülürse ancak anlamlı sonuçlar üretme yolunda adım atmış olabiliriz. Diğer türlü aynı noktada debelenmek dışında bir sonuç alabilmek olası gibi görünmemetedir.

Bir kez daha yineleyelim. Onlarca eskiden bile, tek bir yeni çıkmaz.

11 Mart 2012 Pazar

GAZİ KATLİAMINI UNUTMADIK


12 Mart 1995 tarihinde yaşanan Gazi davası tam 5 yıl sürdü. Yargılama sonucunda 22 kişinin yaşamını yitirdiği olaylarda yalnızca iki polis suçlu bulundu.
İstanbul Eyüp Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Eyüp Ağır Ceza Mahkemesi’ne açtığı dava, kamu güvenliğinin sağlanamayacağı iddiasıyla Trabzon’a sürüldü. 11 Eylül 1995'te Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi'nde başlayan yargılama süreci, 5 yıl içinde 31 duruşma yapılarak 3 Mart 2000'de karara bağlandı.
Yargılanma süreci sonucunda yargılanan 20 polisten 18’i beraat ederken 2 polis hakkında toplam 4 yıl 32 ay hapis cezası verdi. Yargıtay’ın kararı 11 Temmuz 2002’de onaması üzerine yakınlarını kaybeden 22 kişi AİHM'e başvurdu.
Yargılama sonucunda mahkeme 27 Temmuz 2005'te açıklanan kararda Gazi Mahallesi'nde hayatını kaybeden 12 kişi ile Ümraniye'de ölen 5 vatandaşın ailelerine tazminat ödenmesine karar verdi. Olaylarda yaşamını yitiren 17 kişi için ayrı ayrı 30 bin avro tazminat verilmesine hükmeden mahkeme, böylece Türkiye'yi toplam 510 bin avro tazminat ödemeye mahkûm etti.
GAZİ MAHALLESİNDE NELER OLMUŞTU
Maraş katliamı daha belleklerde canlıyken, Sivas katliamının yasası kabuk tutmamışken, tekrar harekete geçen karanlık güçler, İstanbul’un orta yerinde Gazi mahallesinde bir gece vakti, tekrar sahneye çıkıp, insanların üzerine kurşun yağdırdılar.
12 Mart 1993 tarihinde gerçekleşen bu saldırıda, alevi dedesi Halil Kaya yaşamını kaybederken,  20 kişi de yaralandı. Saldırganlar olay yerinden uzaklaştıktan sonra gasp ettikleri taksinin şoförünün boğazını keserek öldürdü, taksiyi ateşe verdi ve kaçtı.
Olayların ardından halk, Gazi Mahallesi’nde toplandı ve polis karakoluna yürüdü. Polisin grubu dağıtmak için havaya ateş açtığı sırada, serseri kurşunlarla bir kişi öldü, birçok kişi de yaralandı. Gece boyunca olaylar durmadı. 13 Mart günü polis karakoluna tekrar yürüyüşe geçen grup, çevik kuvvet ve özel timlerle desteklenen polisle çatıştı. 15 kişi öldü, aralarında gazetecilerin de bulunduğu birçok kişi yaralandı.

Askerlerin de bölgeye gelmesinden sonra Gaziosmanpaşa'da üç mahallede sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Ancak barikatlar kuran grup, bir komite oluşturarak isteklerinin yerine getirilmemesi durumunda eylemlerini sürdüreceklerini açıkladı.

14 Mart günü Gazi Mahallesi'ndeki olaylar Ankara'ya sıçradı. Gazi Mahallesi, polis eşliğinde sakin bir gün geçirirken, Ankara Kızılay Meydanı'nda çıkan olaylarda 36 kişi yaralandı. 15 Mart'ta ise Ümraniye Mustafa Kemal Mahallesi'nde olaylar çıktı. Protestocu grubu dağıtmaya çalışan polisin açtığı ateş sonucu 4 kişi öldü, 20'den fazla kişi yaralandı.

Olaydan sonra yapılan otopsi sonucu ölen 17 kişiden yedisinin polis mermisiyle hayatını kaybettiği belirlendi. Gaziosmanpaşa Savcılığı'nın olayla ilgili fezlekesiyle Eyüp Cumhuriyet Başsavcılığı, 20 polis hakkında "müdafaa ve zaruret sınırını aşarak faili belli olmayacak şekilde adam öldürmek" iddiasıyla dava açtı.

Gazi mahallesinde hayatını kaybedenler;

1-Ali Yıldırım, 2- Dilek Sevinç, 3-Dinçer Yılmaz,4-Fadime Bingöl, 5-Fevzi Tunç, 6-Halil Kaya, 7-Hasan Sel, 8-Hasan Gürgen, 9-Mehmet Gündüz, 10-Mümtaz Kaya, 11-Reis Kopal, 12-Sezgin Engin, 13-Yaşar Aydın,14-Zeynep Poyraz, 15-Hakan Çabuk,16-Hasan Puyan, 17-Genco Demir,18-İsmihan Yüksel, 19-İsmail Baltacı

Gazi mahallesi neden hedef olarak seçildi?

Gazi Mahallesi, demokratların devrimcilerin muhaliflerin ve Alevilerin yoğunluklu olarak yaşadığı bir mahalleydi ve saldırı mahallenin bu özelliklerinden dolayıydı.

Böyle bir saldırıyı kim neden yapmıştı?

 Dönemin İstihbarat Daire Başkan Vekili Hanefi Avcı yıllar sonra ortaya çıktı ve dedi ki; “Bu olayda Yeşil’in ve ekibinin parmağı var.” Bu açıklama önemli bir kanıttı. Yeşil çok uzun bir zaman devlete gayri resmi olarak görev yapmış bir kontrgerillacı. Daha sonra zaten Fikri Sağlar’ın, Mehmet Elkatmış’ın da Yeşil ve ekibi ile ilgili “Gazi katliamını onlar başlattı” şeklinde beyanları oldu. Gazi katliamıyla Alevi-Sünni, Türk-Kürt çatışmasının yeniden körüklenmesinin hesabı yapıldı.

Gazi Katliamı Davası’nda belgeler, kanıtlar, yaşananlar ortadaydı. Sadece üzerine gidilmesi gerekiyordu ama bu yapılmadı. Gazi neden çözülmedi?

  Gazi davası avukatlarından Özlem Gümüştaş konuya ilişkin yaptığı açıklamada; “Gazi olayı 20 polis memurunun çok düşük ceza istemleriyle yargılandığı bir dava olamaz, mahkemenize çok iş düşüyor, araştırın” dedik. Maalesef, bunları dinlemedi mahkeme. “Beni ilgilendirmez, ben önümdeki olayla ilgilenirim. Nasıl başlamış, kim yapmış, kim etmiş. Ben burada 9 kişinin ölümünü yargılıyorum. Gerisi beni ilgilendirmez” dedi.

Gazi Katliamının müdahil avukatları, Gazi mahallesinde yaşanan olayların arkasında devlet içindeki birtakım kontrgerilla faaliyetinde yer almış kişilerin bulunduğunu değişik zamanlarda ifade ettiler.  Ancak şimdi ye kadar aradan 19 yıl geçmesine rağmen Gazi olayları aydınlatılamadı, gazi mahallesinde ölen 22 kişinin katilleri bulunamadı.

“EMRİ NECDET MENZİR VERDİ”

2006 yılında, gazi katliamından 11 yıl sonra,  aldığı ceza nedeniyle polislikten atılan Adem Albayrak’ın “Bize ateş etme emrini zamanın Emniyet Genel Müdürü Necdet Menzir ve İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu verdi” yönünde itirafta bulunmuş, ancak bu itiraf bile dönemin sorumluları hakkında dava açmaya yetmemiştir. 

Gazi katliamının yaşandığı dönemde İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu, Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar ve Emniyet Müdürü'yse Necdet Menzir'di. Bu isimler daha sonra ödüllendirilerek milletvekili yapılmış hatta dönemim İstanbul Emniyet müdürü Necdet Menzir İçişleri banı olmuştur.

Gazi katliamı Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanan Osman Gürbüz'ün ifadelerinde de yer aldı. Gürbüz, verdiği ifadede,  kahvehanelerin taranması talimatını emekli tuğgeneral Veli Küçük ‘ün verdiğini iddia etti.

Gazi davası müdahil avukatlarından Özlem Gümüştaş, “dönemin İstihbarat Daire Başkanı Hanefi Avcı'nın, dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Kocadağ ve İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu ile birlikte Gaziosmanpaşa Kaymakamlığı'nda bir araya gelerek bu olayları koordine ettiklerini iddia ettiğini belirterek “Ancak bu ifadelerin dikkate alınmadığını ve hiçbir yetkilinin yargılanmadığını” söyledi.

“Kızımızın katili devlettir”

12 Mart 1995 de Gazi Mahallesinde, görme özürlüğü bir kızı kurtarmaya çalışırken, sırtın uzun menzilli bir silahla vurularak öldürülen Zeynep Poyraz’ın babası Cemal Poyraz,  yurt gazetesine yaptığı açıklamada, “kızımızı devlet katletti” dedi.

24 Yaşında ki Üniversite öğrencisi Zeynep Poyraz, Gazi mahallesinde ki kahve taramalarını protesto etmek için 12 Mart 1995 günü mahalleye gitti. Protesto gösterisi, panzerlerden açılan ateş sonucunda bir anda katliama dönüştü. Zeynep bu arbededen görme engelli bir kişiyi kurtarmaya çalışırken, sırtında vurularak can verdi.

Baba Cemal Poyraz o süreçte ve sonrasında yaşadıklarını yurt gazetesine şöyle anlattı;

“ Akşamüzeri bir telefonla öldürüldüğünü öğrendik. Hastaneye gidip, teşhis ettik. Kızım sırtından giren ve kalbinden çıkan uzan menzilli bir silaha ait kurşunla can verdi. Mehmet Gündoğan isimli polis kızımı öldürmekten yargılandı ancak ceza bile almadı. 22 kişiyi katledenler toplam 6 yıl ceza aldılar. Her şey ortada olup bitmesine rağmen, hiç kimse adalete hesap vermedi. Tüm yaşanan ölümlerden dolayı sadece iki polis on sekizer ay cezaevinde yattı. Onlarca tanığın ifadesi mahkeme tarafından, ‘yakınları ve arkadaşları’ oldukları gerekçesiyle reddedildi. Kızımı öldüren kurşunun balistik raporunu bile alamadık biz. Bizim çocuklarımız bilinçli bir şekilde, planlı olarak öldürüldü. Yaralılarımız bile mahalleden çıkartmamıza izin vermediler. Ölenlerin çoğu kan kaybından öldü. Tam bu kıyım yaşatıldı bize. Kızımın katili devlettir. Ben 17 yıldır başka Zeynepler ölmesin diye sokaklardayım. Devlet adaleti yerine getirmek yerine katilleri korudu.”