3 Ağustos 2009 Pazartesi

SOLUN SORUNU -3-

Sosyalizm neden yenildi…

Yıllardır tartışılır bu sorun… Sovyetlerin yıkılmasıyla, sosyalist ülkelerin birer birer çözülmesi ve bir bütün olarak sosyalist hareketin dünya ölçeğinde gerilemesinin nedenleri anlarca yıldır değişik çevrelerce tartışılmaktadır. Sosyalistleri dumura uğratan bu gelişmenin nedenleri değişik perspektiflerle açıklanmaya çalışılarak kendilerine yeni yol haritası oluşturmaya çalışıyorlar…

Diğer benzer çabada 12 eylül askeri darbesi ile yaşanan yenilginin nedenlerini açıklama telaşında görünmektedir. Yaygın yaklaşım sosyalizm yenildiği için, yenilmek kaçınılmazdı şeklinde biçimlendirilmekte ve öznel zaafların ve yerel gelişmelerin ötesinde, soruna genelin kaçınılmazlığı olarak yaklaşılmaktadır. Ne yaparsak yapalım yenilecektik. Sosyalizmin dünya ölçeğinde yenildiği bir konjonktürde bizim başarılı olmamız kaçınılmazdı… Peki sosyalizm neden yenildi, Batı uygarlığının gelişimi ve etkisi karşısında alternatif oluşturamadı ve bu etkinin ağırlaşması üzerine de yenildi… Burada batı uygarlığı tanımında ki kasıt, kapitalizmin gelişmesi ve kuşatması karşısında direneme di demek anlamında ki, buda alternatifi olduğu güçe yenildiğini söylemektir… Diğer bir ifade ile sosyalizm teorisi fiyaskoydu …Proletarya diktatörlüğü getirimi temelsiz, psikolojik bir getirimdi demektir. Sınıf savaşımı bir uygarlığı değiştirmek için yeterli bir zemin oluşturmamaktadır. Egemen sistemde var olan sınıflar arası bu çatışma devrimci biz değişimi sağlayacak keskinlikte ve nitelikte değildi. Bu karşın sosyalizm teorisi bu çatışma üzerine kurulmuş bir sistemdi, iflas etti…

Tüm bu getirimler ile yenilginin nedenlerini bir parça aralamak mümkün gibi görünmekte ise de yeterli olduğunu söylemek pek mantıklı gibi görünmemektedir. Böylesi bir getirim arkasından kapitalizmin sonsuzluğunu getirir ki buda eşyanın tabiatına aykırıdır.
Kapitalizmim can çekişmediği, hasta yatağında yüzlerce yıldır kıvranmadığı, yaşanan süreçle ortaya çıkmıştır. Bu doğru. İkincisi kapitalizm kendisini yenilemiştir. Buda doğru. Kapitalizmin kendini yenilemesi tüm ezberleri bozmuştur. Buda doğru. Peki, kapitaliz kendisini sürekli yeniliyorsa, kendinden önce yaşanan uygarlıkların egemen güçlerinin yapamadığını yapıp, her yeni döneme kendisini uyarlayabiliyor ve her yeni dönemden kendisine besleyici pek çok şey bulabiliyorsa bu tam anlamıyla bir sonsuzluk demek değimlidir? Hele ki bu durum karşısında çaresizce sosyalizm hedefinden kopan güçlerin demokrasi mücadelesine sımsıkı sarılmaları ile, kapitalizmin sorunlarını sahiplenerek çözüm perspektifine ortak olmaları durumu da eklenince, “çok yaşa kapitalim” demekten başka bize ne kalacaktır. Kapitalizmin sistem içinde ki sorunlarını çözmesine katkı sunmak, kapitalizmin gelişimi ve değişimi karşısında duran, yıpratan sorunlarında aşılması noktasında, daha bir sonsuzlaşabileceği gerçeği karşımıza çıkmaktadır.

Kürt sorunu kapitalizmin bir sorunudur ve çözümünü bizler istemekteyiz. Demokratik bir eksende çözüldü. Kürtler sistemle barıştı, zaten hakları olan kinlikleriyle yaşama olanağını elde ettiler. Bu ne anlamla gelmektedir; kapitalizm kendisini yıpratan, gelişimi ve değişimi önündeki en önemli sorunu çözmüş ve kendi önünü açmış demektir. Ver elini daha iyi bir kapitalizmmm…

Etnik dinamiklerin sistemsel bazda bir değişimin çelişkisi olmadığı açıktır. Bu durum karsının etnik sorunların sisteme karşı mücadelede dinamizm oluşturduğunu söylemek, bu eksende mücadele etmek ve bu mücadeleyi sosyalizm için mücadele olarak tanımlamak pek mümkün görünmemektedir.

Demokrasi eklentili her mücadele, kaçılmaz olarak sistem içi bir kazanımı diğer bir ifadeyle, kapitalizme ait olan sorunların çözümünde misyon üstlenmeyi içermektedir. Daha rahat, daha sorunsuz, daha insancıl kapitalizm… Kapitalizm de daha insancıl olması gerektiğini anlamış durumdadır ve eski hoyratlıklarını dizginlemiş durumdadır. Daha çok karın daha acımasızlıkta değil daha çok gelişmişlikte olduğunun anlamış olmalı ki artık başka bir kapitalizm örgüsüne yönelmektedir.

Teknolojik gelişimler, bilişim dünyasında ki gelişimler kapitalizmim bu sürecini nasıl etkileyecektir. Bu gelişimler kapitalimden bağımsız mı gelişmektedir veya bu gelişimlerin finansörü kapitalizm değimlidir? Bu teknolojik gelişmelerde kazanan kapitalizdir. Bu teknolojik gelişmelere para yatıran yine kapitalizmdir. Atom enerjisi, nükleer enerji, hidrojen enerjisi, dijital iletişim vb. tüm bu teknolojik gelişmeler kapitalizmin parasını harcadığı ve gelirini kendi sermayesine kattığı gelişmelerdir. Bu gelişen sürecin içinde gelişecek olan ve gelişen üretici güçler, sınıfsal olarak kapitalizm ile çatışacak ve onu devirecek keskinlikte ve potansiyelde olabilecekler midir? Bir mühendisler kızıl ordusu kapitalizme karşı bayrak bayrak savaşabilecek midir? Yoksa onlarda kendi varlıklarını, içinden çıkıp geliştikleri kapitalime mi borçlu olacaklar? Kapitalizm dünün işçi sınıfı yerini, mühendislerin aldığı bir sistem mi planlamaktadır? Üretici güçlerin gelişmesi kapitalizmi yıkacak mıdır? İşçi sınıfı temel üretici güç olarak tarihsel süreçte yerini aldığı dönemde bunu başaramamışken, mühendisler başarabilecek midir? Bilemiyoruz…

Ancak artık yenilmek istemiyoruz.
Başkalarının kazanımlarını kendimize zafer olarak ilan edip, aldatıcı mutluluklarda yaşamak istemiyoruz…
Peki, biz ne istiyoruz?
Onu da bilmiyoruz.
Ezberimiz yerlebir.

Öner ÖDEMİŞ 03/08/2009
oner.odemis@hotmail.com

27 Temmuz 2009 Pazartesi

SOLUN SORUNU-2

Yenide ne yapmalıyız…
1980 darbesi sonrasın da 2000’li yıllar, solun ezberinin tamamen bozulduğu yıllar oldu. Bu sürece kadar, bir biçimde varoluş çabası canlılığını korumuştur. Ancak umudun tükendiği süreç 2000’li yıllarda kendini koymaya başlamıştır. Artık sol adına hemen herkes, değişik bir tonla, yeni bir anlayışın gerekliliğini seslendirir olmuştur. Bu utangaç seslendiriş, sol adına arayışların düşünsel anlamda önünü açmış, artık tartışılmaz denilen pek çok kavramın bile tartışma gündemine alınmasına olanak yaratmıştır.
Sol adına tartışması, tartışmasız kavramlardan ve ilişkilerden bir biçimde kurtulunması, pek çok şeyin konuşulmasına ve yeni dünyada nasıl bir sol sorusuna ilişkin yanıt arayışlarına, hız kazandırmıştır. Devrim dendiğinde artık, nasıl bir devrim, Sosyalizm dendiğin hangi proletaryanın diktatörlüğü, örgüt dendiğin de nasıl bir örgüt sorusu hemen her birimden insanlar tarafından sorulmaya ve sorgulanmaya başlanmıştır.
Yaşam algıları yükselen ve yaşamı yeni düzleminde yakalama çabasında olan insanların, ön kabullerden çok bilginin yaşamla ilişkisi anlamında bir tavır geliştirme eğilimde oldukları, açıkça görünür olmuştur.
30 yıldır siyasal arenada bir biçimde adını duyuran, 80 öncesinin devrimci hareketleri, bunu istikrarlı bir gelişme olarak algılamaktalar. Zamanın yıkıcılığına karşı yalnızca isim ve inanç bazında düşük yoğunlukta direnmiş olmayı, neredeyse devrimle eşdeğer tutan bu yaklaşımların, elbetteki gelecek kaygıları asla olamaz. Bu anlayışlar gelecekten çok geçmişin telaşındadırlar. Geçmişi bu günde hangi boyutuyla olursa olsun yaşatmak - ki nostaljik olma ötesinde pratik aktiviteleri yoktur- gibi kendilerine temel amaç edinmiş, yaşanan siyasal depremlerin şamarından dersler alamamış bu yapıların, siyasal geleceğimizde yerlerinin olması bile düşünülemez. Bu sol kulüpler dar ve yaşlanmış üyeleriyle, dünün heybetli dönemlerinin psikolojik tatminiyle yetinmektedirler. Arada bir yaşanılan canlı sürece ilişkin laf söyleme zorunluluğu olmamış olsaydı, çok daha rahat ve mutlu olacaklardı. Yeni, bu anlayışları tedirgin etmektedir. Yeni insanı, yeni yaşamı ve yeni düzlemi, kendilerin eskisine dönük aldıkları için, haristirler. Acımasızca saldırıp, bir an önce yeniyi yıpratmaya ve ondan geçmişin referanslarıyla, kurtulmaya çalışırlar. Yiğitlik hikayeleri, onların düşlerinde hep canlıdır. Biz ile başlayan ve tamamen dünün harabeleri içerinde devan eden anılar atraksiyonuyla, genç insanları etkileyip psikolojik bir kazanım elde etmenin, neredeyse devrim olarak algılandığı bu anlayışta, istikrar ve ısrar önemlidir. Yayın mezarlığı Türkiye de tek sayfada olsa, tek bir kişi bile bu güne dönük referans alma amacıyla okumasa bile, yazılan her şey, yaşamla eşdeş tutulur. Anma günlerinin sayfalarını tükettiği bu yayınların, dünü bir biçimde bu güne hatırlatma dışında, geleceğe dönük bir kazanımda bulunulması zaten beklenemez Devrim haberlerinin kulaktan kulağa yayılarak, dün, bu günde olanca heybetiyle yaşatılarak, bu gün eski tanımını kaybeden devrime ulaşmanın olanağı yoktur.
Dünün ilişkilerini ve siyasasını bu günde yaşatmayı dayatanların, hayal kırıklığı dışında yeni yaşayabilecekleri bir şey yoktur.
Öncü savaşı nasıl verilecek, öncüler bu savaşta ne yapacaklar, burjuvazinin zayıf karnı neresi, emperyalizm hala mı can çekişiyor, kırlar mı şehirler mi, uydu mu? Mobesa kameralar, cep telefonları,TC kimlik numaraları... Ya PASS? Diyelim ki PASS’ı PAS geçtik, İnterneti ne yapacağız? Ya Almanya için ölçülü, hormonsuz domates üretenleri? Köylü mü diyeceğiz?
Sonra suni dengeyi nasıl kırmayı planlıyoruz? Veya suni olan bir denge kaldı mı? Ya işçi sınıfı, bizim öncü savaşımıza neden bu kadar uzak duruyor? Bu savaş öncülerin savaşı bizi bağlamaz mı diyor yoksa? Google mail grubundan ulaşılan yüz binlerce kişi, 28 milyon MSN adresi…
Öncüler, adına yola çıktıkları, öncülük yaptıkları gücü kaybettiler. O güç, karşıtına teslim oldu. Adına yola çıktıkları gücünü kaybeden öncüler, son bir iki yoklamalarından sonra güçsüz bir şekilde, şaşkınca kala kaldılar.
Yaşamın dinamizminde duygusallık asla yoktur. Her koşulda, bir biçimiyle kendini dayatan değişim, direnenleri, direnmeye çalışanları, ayak diretenleri acımasızca kendi kulvarının dışına atar. Onun için dün ne olduğunun çok bir önemi yoktur. Bu gün nesin ve neredesin. Dün bu anlamıyla yalnızca bu günde var olabilmenin veya olamamanın verilerini sunar. Var olmak etkin olmaksa, ve varım diyen hemen her güç, bu gün etkin değilse, yoktur. Yok üzerine politika yapılmaz. Yokta bir politik gelecek yoktur Dün doğru olunsaydı, bu gün o doğrunun kazanımlarının etkinliğini yaşamda olanca ağırlığıyla hissetmemiz gerekirdi. Bu gün hemen hiçbir alanda yaşamı belirleme, yönlendirme ve dönüştürme etkinliğinde değilken, dünle bu günde yeniden olmaya çalışmak, en iyimser ifadeyle, safdilliktir.
İddiasız insanların ve yapıların bu güne dayanmadan istedikleri her şeyin rüyasıyla yaşamayı tercih etmesi, mümkündür ve bizim sorunumuz değildir. Ancak dünü sahiplenmenin gerçek anlamı, bu günde ve gelecekte etkin bir şekilde var olabilmek ve yaşamı dönüştürme adına siyasal bir varoluşta içselleştirmektir.
Bu gün yaşama müdahale edebilecek güçten tamamen uzaksın.
Teknolojiye yabancısın.
Adına yola çıktığın güçten, ayrı düşmüşsün.
Halktan geridesin.
Yaşamdan kopmuşsun.
Sen öncülüğünü kaybetmişsin…
Yeni öncüler…
Görev sizin….

SOLUN SORUNU


Yanlış tartışmalar, kaçınılmaz olarak yanlış sonuçlara götürür. Sorun yanlış tespit edilince üzerine kurgu yapılan her şey de, yaşamdan alakasız, çözümden uzak ve sonuçsuz bir angajmana dönüşüyor.

Solun bir türlü yaşamda karşılık bulamamasının nedenini dağınıklılığa veya birlik olamamaya bağlamak ilk adımı yanlış atmaktır. Birlik olunamaması bir sonuçtur. Elbetteki önemli bir sonuçtur ancak bir başka sorunun yarattığı bir sonuçtur.

Solun sorunu birlik değil kimlik sorunudur. Birliksizlik kimliksizliğin doğal sonucu olarak yaşanmaktadır. Kimliksiz kalan solun kimliğini birlikte araması, yeni bir yanlışa hesapsız kapılması ve sorunu görmeme ısrarından başka bir şey değildir. Yaşamın diyalektiğini kavrayamamış ve kendi bünyesinde cisimleştirememiş dünün heybetli yapılarının, dünün hayaliyle bu günde var olma çabaları ciddi bir sol kimlik sorunu yaratmış ve her alanda bu sorun kendini dayatmıştır.

Kimlik sıkıntısını bir türlü aşamayan sol, birlik arayışlarıyla bir anlamıyla bu sorunu ötelemek istemektedir. Bu güne kadar yaşanan birlik denemelerinin başarısız olmasının asıl nedeni de budur. Yan yana gelen ve yaşamla bir türlü örtüşmeyen farklılar, bir olmaya, birlikte tavır almaya çalışıyorlar. Dünün heybetiyle, bu günde fırtınalar yaratmanın özlemini taşıyorlar.

Türkiye solu 25 yılı aşkın bir süredir değişik boyutlarıyla birlik sorununu tartışarak sonuç almaya çalışmıştır. Ancak bir-iki pratik girişim dışında elle tutulur bir kazanım elde edilememiş, enerjisinin önemli bir kısmını bu alanda harcayarak umutlarını tüketmiştir. Özellikle siyasal islamın yükselme dönemlerinde, ağırlıklı olarak gündeme oturan solda birlik tartışmaları, ciddi kaygılarla başlatılmış olsa bile, yanlış kulvarda sürdürülmüş, iyi niyetli heyecanların tüketilmesi dışında somut hiçbir sonuç üretilememiştir.

Kuşkusuz solda birliğin en geniş anlamda sağlanması, her duyarlı demokrat insanın istediği bir şeydir.Ancak yaşanılan sürecinde gösterdiği gibi solun temel sorunu birlik değil, kimlik sorunudur. Yaşamı bu günkü gerçekliğiyle yakalama kabiliyeti gösteremeyen, dünün heybetine sımsıkı yapışmış yapıların bu günde birlik telaşına düşmelerini çözücü olarak görmenin olanağı yoktur.

Çatı partisi tartışmaları böylesi bir düzlemde solun gündemi olarak tartışma alanına girdi. Temler sağlam, duvarlar yerinde, tek eksik çatı…

Veya önce çatıyı oluşturalım-partiyi ve organlarını, sonrasında duvarları -örgütlenmeyi, arkasından temeli yani ideolojik alt yapıyı…

Yine bir başka yanlış, yine bir umut harcanması yine bir öteleme…

On eskiden bir yeni çıkmaz. Daha fazla eskiden de yeninin çıkma şansı yoktur. Öncelikle bu günü yakalayan, yaşamın değişkenliğine kendisini uyarlayabilen, dünyayı yeni biçimiyle ve ilişkileriyle çözümleyebilenler ancak yeni bir şey için adım atabilirler. Adı geçen yeni gerçekten yeni olur ve yeni yaşamın gereklilikleri karşısında var olma şansı edinebilir.

Çatı arayışı bu anlamıyla yetersizliğin, yaşamdan kopuşun bir refleksi olarak görüle bilinir. Türkiye siyasasında yıllardır varlık gösteremeyenlerin, yaşamı yakalayamayanların, çaresizce sarıldıkları bir süreç…

İşçi sınıfının devrimci rolünü tartışmaya bile gerek duymayan, bilişim dünyasındaki gelişimin yaşamın hemen her alanını nasıl etkilediği reddeden, insanın düşünme biçimini bile nasıl etkilediğini görmemekte direnen, devrimci tavrı ve tutarlığı, 50 yıllık kavramlara sımsıkı sarılmak olarak anlayan anlayışlarla bir yeni nasıl oluşturula bilinir…

Yapılan olsa olsa eskinin yeni yaşamda yeniden var edilmesi telaşı olur ki, buda sonuçuz kalmak zorunadır.

Solun önündeki temel tartışma sol kimlik üzerine olmalıdır. Değişen dünyada nasıl bir sol sorusuna hep birlikte yanıt aranmalıdır. Yapılan tartışmalar bu eksende sürdürülürse ancak anlamlı sonuçlar üretme yolunda adım atmış olabiliriz. Diğer türlü aynı noktada debelenmek dışında bir sonuç alabilmek olası gibi görünmemetedir.

Bir kez daha yineleyelim. Onlarca  eskiden bile, tek bir yeni çıkmaz.

14 Mayıs 2009 Perşembe

KIZIL MEYDANDA DANS EDEN ÇARIN KEMİKLERİYDİ

Uzun yıllar aynı işi yapmıştı. Sabahları erkenden kalkmış, ayaküstü bir şeyler atıştırıp, genel sekreter yoldaşın odasının girişinde ki masasına oturup, çalışmaya başlamıştı. Günün programını yaptıktan sonra, genel sekreter yoldaşın gelişini beklemişti. O geldiğinde kahvesini sunmuş, sonrada günlük gelişmeler hakkında bilgiler vermiş, günlük emirlerini almıştı. İşini seviyordu. Hatta tutkuyla bağlıydı. Verilen emirleri eksiksiz yerine getirebilmek için tüm gücüyle çabalar dururdu. Genel sekreter yoldaş da ona ayrı bir güven duyardı. Güvenilir olmaktan, genel sekreter yoldaşın güvenine sahip olmaktan müthiş bir onur duyardı. Genel sekreter yoldaş ona öylesine güveniyordu ki, ölümsüzlük arayışlarını da onunla paylaşmıştı. Birkaç küçük deneme dışında, bir süre sonra herkesten gizlice kimsenin bilmediği bir mekana giderek son denemeyi de yapmışlardı. İşte o şansız kaza da bu denemede olmuştu. Hiç kimsenin bilmediği bir şatoya giderek, vücudun fonksiyonlarını geçici bir süre durdurarak, ölümsüzlüğü sağlayacağı söylenen bir kimyasal bileşimi genel sekreter yoldaşın damarlarına enjekte etmişlerdi... Bu geçicilik yıllarca sürmüştü. Hiç beklenilmeyen bir süreçte, deneme beklenilmediği kadar uzun sürmüştü. Bir anlamda başarmışlardı. Bu uzun uyku tam 50 yıl sürmüştü. İşte büyük uyku böyle başlamıştı ve şimdi de genel sekreter yoldaş uyanmış kendisini çağırıyordu. Aslında sevinmeliydi. Artık uyanmasından, yaşıyor olduğundan umut kesmeye başladıkları bir zamanda, uyanmıştı. Ölümsüzlük bir ölçüde başarılmıştı...sevinmeliydi... Genel sekreter yoldaş ölmemişti. Buna seviniyordu elbette; Ancak zamanı pek ayarlayamamışlardı ve hesapta olmadığı kadar uzun sürmüştü bu uyku. Artık çok geçti... Elli yılda çok şey değişmişti. Pek çok şey hatta her şey kötüye gitmişti. Şimdi elli yılda olan tüm şeyleri anlatması gerekecekti. Bunları nasıl anlatacaktı . Anlatsa bile genel sekreter yoldaş nasıl anlayıp kabul edecekti. Yaşıyor olmakla yaşamı tehlikedeydi artık. Ne yapacağını şaşırmıştı, panikliyordu... Danışman Rikov tüm bunları düşünürken kapı birden açıldı. Rikov hemen ayağa fırlayıp kendine çeki-düzen verdi. Şaşkın ve heyecanlıydı. Karşısında, üzerinde kızıl üniforması ve çatık kaşları ve coşku dolu bakışlarıyla Stalin yoldaş duruyordu. Yanakları kızıla çalmıştı, gözleri çakmak çakmaktı... Yüzünde hafif bir tebessüm vardı... Canlı ve sağlıklıydı. Parıldayan gözleriyle ve insanın yüreğinin derinliklerini sorgulayan bakışlarıyla dimdik ayaktaydı. Bir yandan Danışman Rikov’u kucaklarken bir yandan da gür sesiyle haykırıyordu;
- Rikov yoldaş başardık. Ölümü yendik ha.... Kendimi öylesini hafiflemiş ve dinç hissediyorum ki... Günlerce dinlenmiş gibiyimmm... Çok yorulmuşum demek ki bu dinlenme iyi geldi bana. İlacın etkisinde ne kadar kaldım haaa?
Rikov bir an ne diyeceğini şaşırdı. Genel sekreter yoldaş birkaç gün olduğunu sanıyordu, uykunun. Birden nasıl diyecekti ki efendim ne kaç günü elli yıl uyudunuz...kısık kararsız bir ses tonuyla,
-şey sayın genel sekreterim oldukça fazla sürdü. Beklediğimizden çok uzun sürdü. Dedi.
Stalin gür sesiyle bir kahkaha atarak;
- Daha iyi ya yoldaş, kısa süreli olması bir işe yaramazdı. Amacımız anları durdurmak değildi, zamanı yenmekti. Emrimi bilimci yoldaşlara ilet, biraz daha çalışıp süreyi ellerinden geldiği kadar uzatmaya çalışsınlar. Dedi.
- Emredersiniz yoldaş diye yanıtladı, Rikov. Sesi kaygılı ve telaşlıydı. Kafasında her şeyi nasıl anlatacağını planlamaya çalışırken genel sekreter yoldaşın daha ciddi bir tonla yükselen sesi geldi kulağına.
- Sahi yanıt vermedin, ben ne kadar uyudum. Bir yığın iş birikmiştir şimdi. Geçen zamanı telafi etmek için birkaç gün durmadan çalışmak zorundayız. Sen yapmamız gerekenleri umarım programlamışsındır. Evet ne kadar uyudum?
Rikov belli belirsiz bir ses tonuyla;
- Elli yıl yoldaş dedi. Kafasını önüne eğmiş genel sekreterin yüzüne bakmıyordu.
Stalin ne diye haykırdı. Sesinde telaş ve heyecan vardı. Sevinçliydi.
- Doğrumu söylüyorsun yoldaş, elli yıl ha elli yıl, hey yoldaş başardık, ölümü yendik. Ölümsüzlüğü bulduk, başardık, başardık. diye haykırmaya başlamıştı. Sesi heyecanlı ve coşkuluydu, insanlık adına bir kazanıma daha imza atmış olmanın yüce bir coşkusuydu bu. Dünya artık yeniden biçimlenecek ti... Odanın içinde bir köşeden diğer köşeye hızlı adımlarla adımlıyor ve coşku dolu naralar atıyordu.
- Biriken işleri birkaç günde bitiremeyiz artık, aylar belki de yıllar sürer. Tüm zamanımızı detaylıca planlayıp çalışmaya hemen koyulmalıyız. Bu olayı dünyaya öyle bir açıklamalıyız ki bomba gibi düşmeli hah hah hah...
Rikov Stalin yoldaşın sevinci karşısında bir kez daha şaşırmıştı. Her şeyi bıraktığı gibi düşünüyordu. Şimdi nasıl anlatacaktı o kadar şeyiii,
- Evet yoldaş başardık, ancak çok uzun uyudunuz. Bu sürede çok şey değişti, dedi
Stalin Rikovun bu yanıtına şaşırmamıştı, Güçlü sesiyle;
- Elbette değişecek. Her şey hareket ve değişme halindedir. Bu doğanın yasasıdır. Bensiz yaşanan bu değişimi öyle merak ediyorum ki... Hiçbir şeyi atlamadan hemen anlat bana. Hadi başla... Ama dur önce bana bir kahve getir, ben biraz heyecanımı yatıştırayım öyle anlatmaya başlarsın, dedi.
Danışman Rikov kahve getirmek için mutfağa giderken, her şeyi nasıl anlatacağım diye düşünüp duruyordu. Kahveleri alıp odaya döndü. Kahvelerden birer yudum aldılar. Rikov derin bir iç çekerek Konuşmaya koyuldu;
- Sizi günlerce aradılar, bulamayınca umudu kesip öldü kabul ettiler. Tüm dünyaya doktorların uydurma raporlarıyla öldüğünüzü açıkladılar. Muhteşem bir cenaze töreni yapıldı. Tüm ülkede günlerce yasınız tutuldu.
- Halkımın beni sevdiğini biliyordum ama bunu bir daha öğrenmek çok güzel.
- Emperyalistler ölüm haberinize çok sevindi. Bayram yapıp dünya kurtuldu dediler.
- Evet onların sevinmesi çok doğal. Hatta benim için bir onur... Ama onlara göstereceğim...
- Ölümünüzün açıklanmasından bir süre sonra Kruşçev yoldaş yerinize genel sekreter seçildi.
- Bir dakika yoldaş Rikov, Benim özel hizmetime bakan bir yoldaş vardı, onu hiç görmedim. Nerede/
- İşten ayrıldı yoldaş
- Nasıl işten ayrıldı. Ne demek bu? Ne zaman? Nasıl yapar böyle bir şeyi?
- Yakın zamanlarda bıraktı yoldaş. Emeğimin yeterince karşılığını alamıyorum diyerek ayrılmak istedi.
- Emeğinin karşılığını alamıyor muymuş?
- Evet yoldaş demokratik haklarımda yok, serbest yatırımda da bulunamıyorum, ömrüm boyunca bakıcılık mı yapacağım dedi.
- Neler söylüyorsun sen? Sosyalizmi biz emek için kurduk. Emeğin iktidarını oluşturduk. Sosyalizm de emeğinin karşılığını nasıl alamıyormuş? Demokratik hakları yokmuş ha? Komünist partisi kimin partisi? Ben kimim?
- Ben bütün bunları ona söyledim yoldaş, ama dinlemedi. ayrılacağım diye tutturdu.
- Hain adam. Alman işbirlikçisi olmasın. Gitmesine izin verdin mi?
- Hayır yoldaş, gideceğim diye tutturunca bodruma kapattım. Gidip burada olanları herkese anlatacağından korktum.
- İyi iyi, sonra onu KGB ye teslim ederiz. Biraz deşerler bakalım altından neler çıkacak. Sen anlatmaya devam et bu işi sonra hallederiz.
- Kruşçev yoldaş ilk başlarda iyi gidiyordu. Orduyu güçlendirdi. Atom silahlarının gelişimini sağladı. Onun döneminde ülkemizden süper güç diye bahsedilmeye başlandı. Sonra Çin ve Arnavutluk ile aramız bozuldu. Parti politikalarında bir sağa kayış başladı. Partinin programı değiştirilmeye çalışıldı. Sovyet sistemi eleştirilerek düzeltilmesi istendi. Sanıyorum 17. Kongrede size ve yaptıklarınıza hafifçe sataşmaya başladı.
- Bana mı? Neyime sataşıyormuş? Ülkeyi Alman faşistlerine teslim etmedim diye mi sataşıyor? Buna nasıl cüret ediyor?
- SPK’nın işçi sınıfının değil, halkın partisi olması gerektiğini söylüyordu. Tabi sovyet devletinin de sınıf devleti değil halkın devleti olması gerektiğini getiriyordu .Sınıf farkları ortadan kalkmıştır, artık halk vardır diyerek devletin ve partinin yeniden buna göre örgütlenmesi gerektiğini söylüyordu.
- Saçma emperyalizm var olduğu sürece sınıfta vardır, karşı devrim tehlikesi de... Bizim kan dökerek kurduğumuz sosyalizmi, kongrede ayak oyunlarıyla yıkmaya çalıştılar ha... bunlara göz yummamak gerek. Bu karşı devrimci güçlerin farklı, örtülü bir görünümüdür. İçten çökertmeye çalışma girişimi...
- Evet yoldaş, ama başaramadılar. Partinin gücünden korkarak uygulayamadılar. Ancak alınan bu kararlar kongre kararları olarak tarihe geçti. İşçi sınıfı sessiz kaldı ancak bu sessizliği bile korkuttu onları.
- İyi, iyi sevindim buna...
- Bir de yoldaş, Viatnam ve Küba da sosyalist devrim oldu. Küba da Castro diye bir önder çıktı, ülkesindeki diktatörlüğü yıkarak, halkını bağımsızlığa kavuşturdu.
- Küba, Küba... Nerede bu ülke, Amerika ya yakın bir yerde olacak değil mi?
- Evet yoldaş ABD’nin burnunun tam dibinde.
- Vay be demek orada da devrim yapmayı başardılar. Helal olsun onlara... Tarih bizi haklı çıkartacak. Dalga dalga yayılacağız dememiş miydik...
- Şey... evet yoldaş,Küba ya ABD gemileri saldırdığında Kurscev yoldaş tavizsiz davrandı. ABD geri çekilmek zorunda kaldı. Kenedy anlaşmak zorunda kaldı.
- Çok güzel, mükemmel yoldaş... Küba liderini bana en kısa sürede bul, onu alnından öpeyim. Muzaffer proletarya daha ne önderler yaratacak.
- Sonra yoldaş Kruşçevin ölümünden sonra genel sekreterliğe Brejnev yoldaş seçildi.
- Şu bizim alt birimlerde çalışan memur değil miydi o adam?
- Evet yoldaş, sizin zamanınız da alt birimlerde memurdu, dana sonra yükseldi ve sonrada politbüroya seçilip, genel sekreter oldu.
- Ya... peki o neler yaptı?
- Bürokrasiyi güçlendirdi. Halkın devlete olan güvenini sarstı. Bürokratlar ayrıcalıklı bir sınıf gibi yaşamaya başladı. Bir yerlerde yönetici olmak, sanki farklı bir sınıfsal özellikti. Bürokratlar zenginleşmeye başladılar. Sermayedar olamadılar ama servet edindiler... Halk bundan çok rahatsız oldu.
- Yapma yaaaa. Tüm bunlar KP adına yapıldı öylemi? Yani komünist partide ayrıcalıklı bir sınıf oluştu ha? –
- Marks usta söylememiş miydi? Emeğin iktidarı için en tehlikeli üç şeyden birisi de bürokrasinin oluşması değil miydi?
- Partiyi bürokrasi batağına soktular. Dürüst komünistleri tasfiye ettiler. Partideki işçi üyelerin sayısı hızla düştü. Öyle ki, yüzde yirmilere indi. Ayrıca Brejnev dünya barışının kahramanı diye anılmaya başladı.
- Ne barışı yav, kiminle savaş yapmış ki barışçı oluyor, hem de kahramanı...
- ABD ile silahsızlanma görüşmelerini başlattı. Dünyada yalnızca yasal komünist partileri destekleyerek, ulusal kurtuluş savaşlarına karşı çıktı. Sınıf savaşımını pasifize etti. Sosyalist blok çabalarını engelledi. Bunun için barışın kahramanı ilan ettiler.
- Tüm bunların karşısında halk ne yaptı, işçi sınıfı, partililer ne yaptı?
- Susarak izledi yoldaş. Ekonomi sarsıntı geçiriyordu zaten. Halk karnını doyurma telaşındaydı. Devlete yabancılaştı. Ve olanları uzaktan izlemekle yetindi.
- Başka neler yaptı bu Brejnev yav...
- Afganistana kızıl orduyu soktu. O ülkenin emperyalistlerin eline geçmesini önlemeye çalıştı. İç savaş başladı ve yıllarca sürdü. Halada sürüyor...
- İyi iyi, bu tür enternasyonalist dayanışmalar dünya komünist hareketini güçlendirir.
- Evet ama yoldaş, Afganistan da dinciler direndi. Yıllarca süren iç savaşta, kızıl ordu yıprandı. Ekonomi zaten sarsıntı geçiriyordu, Afganistan’a girince tamamen krize girildi. Halk bundan çok rahatsız oldu, çünkü savaşı sofrasında yaşadı.
- Olacak o kadar. Enternasyonalist dayanışmanın bir bedeli olacaktır. 1940’ları hatırla. Halk yiyecek ekmek bulamıyordu ama bizimle beraberdi. Alman tanklarını çıplak bedenleriyle durdurdular.
- Ama yoldaş o anayurt savunmasıydı. Halk bunu öyle görmedi.
- Tamam tamam halka anlatamamışladır... Sonra neler oldu.
- Brejnev yoldaşın ölümüyle Andrapov yoldaş genel sekreterliğe seçildi.
- Onu hatırlıyorum, KGB’deyken iyiydi. Fedakar, partiye bağlı bir komünistti.
- Onun genel sekreterliğe seçilmesi emperyalist ülkeleri çok rahatsız etti. Yeniden sıcak bir savaş göründü diyorlardı. Demokrasi gücü olarak gördüğü bütün ülkelere yoğun silah yardımında bulundu. Ortadoğu da pek çok ülkeyi adeta silah deposuna çevirdi. Ulusal kurtuluş savaşlarını açıkça desteklenmesini istedi. En kötüsü yoldaş, Andrapov yoldaş yalnızca sekiz ay yaşadı.
- Eceliylemi öldü, yani hastalıktan filan mı?
- Evet yoldaş
- Eceliyle ha... Ülke yönetimine doğru dürüst bir komünist geliyor, oda ancak sekiz ay yaşayabiliyor... Karşı devrimcilerin bir girişimi olmalı bu, suikast gibi... Mutlaka böyle olmuştur. İyice araştırmak gerek. Bu konuyu uygun bir zamanda biraz deşelim. Hatırlat olur mu? Sonra yerine kim geldi.
- Çernenko yoldaş genel sekreter seçildi. O da bir yıl yaşadı. Hastalığı dışında hiçbir şeyle uğraşamadı. Asıl ondan sonra oldu olan.
- Bundan daha kötü ne olabilir ki? Ülke lidersiz kalmış,bir belirsizlik içinde bırakılmış, devlete güvensizlik ve yabancılaşma oluşmuş, ekonomi çökmüş, daha kötüsü ne olabilir.
- Sonra yoldaş, Gorbacov diye biri genel sekreterliğe seçildi. Gençti dinamikti, önceleri gözümüz tutmuştu. Halkta biraz biraz güvenmeye başlamıştı.
- Eeee... Bu kadar kötü ne yapmış olabilir bu adam. Bilim akademisinden yetişen yenilerden birinin bu kadar kötü bir şeyler yapmış olmasını aklım almıyor. Marksist bilinci almamış mı bunlar? Sosyalist kültür pekiştirilememiş mi, neyse anlat bakalım neler yaptı bu adam?
- Neler yapmadı ki yoldaş. Gelir gelmez ABD ile nükleer silahların indirimi anlaşması imzaladı. Böylece emperyalizme ilk tavizi verdi. Barış adına emperyalizmle barıştı. Daha da kötüsü ülkeyi emperyalizmin kucağına taşıdı. Tarım sorunlarıyla uğraşıyordu, genel sekreter seçildi, sonra kendini devlet başkanı ilan etti. Prostorika, glasnost diye bir şeyler çıkardı.
- Açıklık haaa... Niye devlet gizli bir örgüt mü de, onamı açıklık kazandıracakmış. Ne demek açıklık, kime karşı açık olacağız? Biz işçi sınıfına karşı her zaman açık olduk. Başka kime karşı kendimizi açık tutacakmışız? Düşmana karşı açıklık zayıflıktır. Tamam kendi içimizde bir dönem işi biraz sıkı tuttuk. Karşıdevrimci güçlerin saldırılarına karşı kendimizi korumamamız içindi bu. Karşı devrimciler hortlamasın diye yaptık bunu da. İşçi sınıfına karşı da değildi zaten. Ajan provokatörlerin devlet içlerine sızmalarına karşı bir tedbirdi sadece bu. Açıklık ha, saçmalık bu...
- Ülkeyi dünyaya açmaktan bahsediyordu. Açık bir toplum açık bir devlet diyordu. Tüm dünya ülkelerini kendimizden korkutmuşuz, güler yüzlü ve samimi olarak bunu silecekmişiz...
- Emperyalistler ve karşıdevrimciler tabi ki bizden korkacaklar. Onları şirin görünmemizin hiçbir anlamı yok...
- Olanlar değişimler de oldu. Önceleri “biz sosyalizmi değil ona yabancı olan şeyleri değiştiriyoruz” diyordu. Sonra sosyalizmden koptu. Değişme kaçınılmaz diyerek insanları ikna etti, ancak sosyalizmi kapitalize yöntemlerle değiştirdi.
- Nasıl yaptı bunu?
- İşe önce sizi lanetlemekle başladı.
- Ne? Nasıl yapar bunu, bu ne cüret. Bunu yapmasına nasıl parti nasıl izin verdi? Beni savunan çıkmadı mı hiç?
- Tek tük çıktı yoldaş, onları da susturdular ve zamanla da erittiler. Stalin kurbanı anıtları dikildi. Troçkinin ve pek çok kişinin onurları iade edildi.
- Stalin kurbanları anıtı haaa... Yani karşı devrimcilerin anıtı dikildi ha... Yazıklar olsun. B u gün bu ülkede yaşıyorlarsa, tüm bunları yapabiliyorlarsa, bunu bana borçlular, bana ve devrimci yoldaşlarıma...Ülkeyi saldırılardan korumak için neler yapmadık... Kendi neredeymiş ha anayurt savunmasında, söyler misin, savaşmış mı?
- Hayır yoldaş, o zamanlar daha 9-10 yaşlarındaydı.
- Olsun, Tanyalar, Sergevler daha çocuklardı, savaşta öldüklerinde. Bu savaşmadığı gibi birde bana sataşıyor. Beni lanetliyor. Yazık yazık, çok yazık... Ben ona sorarım, tüm yaptıklarının hesabını sorarım ben...Ajan bunlar, hain. Hepsinin temizlenmesi lazım.
- İşte yoldaş değişim böyle başladı. Sonra ekonomi ve parti politikasıyla devam etti. Serbest piyasa ekonomisine geçmek gerektiğini söylüyordu. Yüksek konsey bunu kabul etti. Ülkemize coca cola fabrikalarını açtırdı. Emperyalist sermayeyi ülkeye davet etti, tüm kapıları sonuna kadar açtı.
- Sosyalizm de serbest piyasa ekonomisi olur mu? Aptal mı bu adam.
- Hayır yoldaş, sosyalizm den vazgeçti. Partinin politik etkinliğini yıktı. Sınıf savaşımı ilkesini reddetti. Özgür seçimler adı altında, karşıdevrimcileri işbaşına getirdi. Bürokrasi ülkeyi ele geçirdi.
- Sosyalist sistemi, bu sistemde yetişen, bilim akademisinde eğitilen ve SKP’nin genel sekreterliğe seçtiği biri yıkıyor ha... Olamaz, olamaz... Saçmalıyorsun sen... Sovyet halkı buna asla izin vermez.
Ses tonu ağırlaşmış gözlerindeki parlaklık ateşe dönüşmüştü. Kızgındı. Pek çok şeyi anlamakta zorluk çekiyordu. Kaşları çatılmış, kırmızı rengi daha da kızarak, ateş topuna dönüşmüştü. Yerinden fırlayıp anlamsız hareketlerle sağa sola doğru yürüyor, yumruklarını sıkıp, haykırıyordu. Rikov daha kısık bir ses tonuyla konuşmaya devam etti
- Sovyet halkı diye bir şey kalmadı yoldaş
- Nasıl onu da mı değiştirdi?
- Her cumhuriyet bağımsızlığını dayattı. Milliyetçilik yeniden hortlatıldı. Yetsin diye biri çıktı, milliyetçiliği körükledi.
- Milliyetçilik mi?
- Evet yoldaş. Halkları kışkırttılar, milliyetler arası iç çatışmalar oldu. Sovyet halkı birbirine kurşun sıktı ve öldürdü. Tüm bunlar bağımsızlık hareketi adına yapıldı. CIA ülkenin her tarafında at oynatmaya başladı.
- Ya KGB, kızıl ordu? Tüm bunlara müdahale etmedi mi? Nasıl müsaade etti bunlara?
- KGB’nin ve kızıl ordunun kolunu kanadını kırdılar. Komünist yöneticilerini tasfiye ettiler. Sonrada KGB yi lav ettiler.
- Bunlar nasıl sosyalizme bu kadar düşman oldular. Emeğin en yüce değer olduğu bir sisteme bu kadar düşmanlaşmaları neden? Kapitalizmin insanları ne hale getirdiğini bilmiyorlar mı bunlar? Harlem sokaklarına döner ülke
- Haklısınız yoldaş döndü bile. Adi suç işlemeler, cinayetler, tecavüz, fuhuş, hatta mafya bile türedi birden. Sokaklarda çok rahat cinayet işlenir oldu.
- Halk şimdi Moskova sokaklarında dolaşamıyor desene... Kendi ürettiğimiz canavar, bizi yok ediyor ha... Ülkemizde sermayedar, burjuva sınıfı kalmadı diye seviniyorduk... Tüm bunları burjuvazi adına bizim bürokratlar yaptılar ... Bürokrasiden egemen bir sınıf yaratılmış, sermayesiz sermayedarlar... Nerede hata yaptık biz
- Birde yoldaş Almanyalar birleşti. Tek bir devlet oldular, Berlin duvarı yıkıldı.
- Dur dur bakalım, nasıl yani, Sosyalist Almanya ile kapitalist Hitler Almanya sı birleşti mi? Tek devlet haaa...
- Evet yoldaş, birleştiler ve faşizm yeniden güçlenmeye başladı. Nazizm yabancı düşmanlığıyla palazlanıyor, yavaş yavaş... Bizim eski sosyalist Almanya da daha güçlü çıktı nazizim.
- Yani bir Hitler eksik o zaman...
- Avrupada sosyalist devlet kalmadı. Önce Polonya gitti. İşçi ayaklanmasıyla işçi devleti yıkıldı. Romanya da darbe oldu, Çavuşesko kurşuna dizildi. Sonra Macaristan, Cekostovakya... Tümün de sosyalist sistem yıkıldı. Hızla kapitalist ilişkilere geçildi. Zorla burjuvazi yaratılmaya çalışılıyor.
- Tüm bu ülkelerin hepsinde aynı şeyler yaşandı öylemi?
- Evet yoldaş, sosyalist sistem gözümüzün önünde, çığlıklarla yok oldu. Tito’nun ülkesi bile dağılıyor. Emperyalizm kazandı, biz kaybettik. Sosyalizm ihanete uğradı, yenildi.
- Dur yoldaş, acele karar verme, bizimkilerle bir şeyler yaparız
- Hangi bizimkiler yoldaş?
- Tam zamanında uyanmışım öyleyse. Ülkenin yeniden başına geçer, polit büroyu toplar, bütün bu oluşsuzluklara müdahale ederim. Komünist partisinin itibarını tekrar kazanıp, bu hainleri tarihteki yerlerine tekrar yollayacağız.
- Korkarım buda mümkün değil yoldaş
- O niye? Benim yaşadığımı öğrenince pek çoğu kaçmaya çalışır zaten.
- Geçenlerde düzmece bir darbe girişimi yapıldı. Arkasından da darbeye kalkışmakla suçlanan SKP kapatıldı. Ülkede komünist avına çıkıldı. Komünistler devletin tüm kurumlarından temizlendi. Parti binaları kapatıldı.
- Nasıl yani, parti iktidarda değil mi? Ülkeyi komünist partisi yönetmiyor mu? Kapatıldı mı dedin?
- Evet yoldaş, partinin tüm faaliyetleri yasadışı ilan edildi.
- Sen neler söylüyorsun, Rikov... Hangi ülkeden bahsediyorsun. Sosyalizmin ilk muzaffer devrimi yaptığı ülkemiz de, sosyalizmin anavatanın da sosyalistler yeraltında diyorsun öylemi? Bana bak, neler çevirdiğini bilmiyorum ama kurşuna dizdiririm seni...
- Size ve partiye ne kadar bağlı olduğumu bilirsiniz yoldaş. Size tüm bunları anlatırken bile utancımdan ve üzüntümden kahroluyorum. Ama inanın bana doğru söylüyorum.
- Tüm söylediklerin doğru öylemi?
- Evet yoldaş üzgünüm ama doğru. Lenin yoldaşın heykelleri bile tüm ülkede söküldü.
Yıkılmıştı. Sesi titriyordu, rengi solmuştu. Odanın orta yerine diz çöktü,
- Lenin yoldaş, buda mı başımıza gelecekti. Kendi ülkemizde, Çarı devirdiğimiz ve halkın mutluluğu için yaşamımızı verdiğimiz, kendi ülkemizde partimiz kapatılmış... Komünist olmak bir onur iken, suç olmuş. Hayır hayır buna göz yumulamaz... Tarihi yeniden yazacağız... Aç kapıyı, ülkemin sokaklarına çıkayım artık....
- Yapmayın yoldaş, sizin yaşadığınızı öğrenirlerse, hemen yok ederler... Öldürürler
- Aç kapıyı hemen
- Yalvarırım yoldaş, dışarı çıkmayın... Sizi öldürürler...
Yalvarırım çıkmayın dışarı,dışarı çıkmayın, sizi öldürürler, öldürürler, çıkmayın....
Yaşlı Rikov Yatağında terler içinde uyandı. Yüzü sapsarı kesilmiş, gözbebekleri gözlerini kaplamıştı. Şaşkınca sağa sola bakındı. Alnında biriken terleri kolunun kenarıyla sildi. Telaşı ve heyecanı biraz yatışmıştı. Ağır hareketlerle yatağından çıkıp, terliklerini ayağına geçirdi. Yüzünde anlamsız bir ifade vardı. Pencerenin perdelerine araladı. Kızıl meydana bakan evinin penceresinden uzun uzun insanları seyretti. Kremlin sarayına baktı, yüreği burkuldu. Kötü bir düş görmüştü. Ama hangisi düştü, yaşadıkları mı yoksa uykusunda gördükleri mi? Gözü birden kremlin sarayında dalgalanan bayrağa takıldı. Orak çekiçli kızıl bayrak yoktu. Gitti gözlüğünü alıp taktı. Tekrar baktı. Kızıl bayrağın yerinde, Çarın bayrağı dalgalanıyordu. Perdeyi hızla kapattı. Gözlerini ovuşturdu. Kendini çimdikledi ve tekrar baktı. Yanlış görmüyordu. Çarlık Rusya’nın bayrağa kremlin sarayında dalgalanıyordu. Yavaşça perdeyi kapattı ve oracığa çöktü.
“insanlık kaybetti” dedi ve öylece kaldı.
Kızıl meydanda dans eden çarın kemikleriydi... 23 aralık 1991

10 Mayıs 2009 Pazar

BU GÜNÜ OLMAYANLAR,DÜNE SALDIRIYORLAR

Son günlerde yaşanan tartışmalar kaygı verici bir boyuta doğru hızla gitmektedir. Bazı insanlar, nedenini anlayamadığım bir telaşla,düne ait değerlere, insanlara ve yaşanmışlıklara pervasızca yönelmeye koyuldular. Onlarca yıl sonra birden bire bu gün böylesi bir ilkesiz yönelimle karşımıza çıkan bu arkadaşların davranışlarının nedenini dünde değil, bu günde aramak gerektiğini düşünüyorum.
İndirgemeci bir mantıkla, düne yönelen bu arkadaşlar, yaşanan bir süreci kendi bütünlüğünden kopartarak bireye, bireyin yapıp etmeleriyle genele taşımaya çalışmaktalar. Bireyi genelleştirerek, sürecin tek belirleyicisi durumuna çıkartarak, sürece has olguları ve süreçte yer alan –kendileri de dahil- diğer tüm bireylerin kimlik ve üretkenliklerini yok sayarak kimi tespitlere kalkışmaktadırlar. Her tarihsel sürecin kendi özgünlükleriyle ve iradesel olmayan koşullarında belirleyiciliğiyle biçimlendiğini göz ardı ederek, hoyrat esnaf tavrıyla onurlu bir tarihsel süreci, harcamaya yönelmişlerdir. Bu tarihsel süreç ki, Türkiye devrimci mücadelesine ciddi katkılar sunmuş, özgün kimlik ve siyasal gelenek oluşturmuş, tarihteki yerini eylemleriyle ve çizgisiyle tartışılmaz kılmış bir hareketin surecidir.
Dün, doğrularıyla,yanlışlarıyla ve yükselttiği onurlu mücadelesi ile Türkiye’nin önemli bir tarihsel kesitine damgasını vurmuş, devrim tarihindeki onurlu yerini şehitleri pahasına almıştır.
Mücadele koşulları çetindir, yapı gizlidir ve süreç yaşamsaldır. Böylesi dönemler yanlış ve hataların gelişim koşullarını çok daha belirgin olarak bünyesinde kaçınılmaz olarak taşır. Genç yapıların, yeni biçimlenmiş oluşumların, üst düzey mücadele kararlılığında ki hareketlerin, biçimlenme süreçlerinde egemen olan inanç ve özveridir. Birikim ve oturmuşluk zamanla kazanılacak bir niteliktir.
Dün değerlendirilmesine girilirken tüm bunlar dikkate alınmalı ve zaman aşımı rehavetine ve cesaretine sığınılarak değil, etik değerler göz önüne alınarak yola çıkılmalıdır.
Dev sosyalist ülkelerin emperyalizm karşısında dağıldığı, onlarca örgütün atomize olduğu, yüzlerce insanın yaşamını kaybettiği bir tarihsel geçiş dönemini, en az yıpranmayla, en az hatayla atlatılması başarı olarak görülmelidir.
Hata kişinin yapısında vardır. Özellikle de bedeli ağır sorumluluklar üstlenmiş insanların yanlış yapmaları, böylesi özgün ve gergin dönemlerde çok daha olasıdır. Hatalar ve yanlışlar ayıklanırken, yaşanılan koşulların açılımı mutlak gereklidir. Bu yapılmadan, bu günden bakılarak bilgiççe yapılan değerlendirmeler hep yanlış olacaktır,olmaktadır. Bu gün, dünde yoktu çünkü. Dün de, bu günde. Olsaydı zaten başka bir şey olurdu ve biz tüm bunları tartışıyor olmazdık.
Öncelikle yapılması gereken bütünlüklü olarak sürece sahip çıkmaktır. Bu anlamıyla da taraf olmaktır. Kendi geçmişine saygı duyan her insan, kendine taraf olma adına bu süreçte taraf olmak durumundadır.
Savrulmuş yaşamların bir köşesine gizlenerek söz söylemenin ve söylenen sözlerin bir anlamı yoktur. Yaşamın orta yerinde durarak, yaşanılanları bir bütün olarak sahiplenerek bir tavra girilmelidir. Ortak bir yeni etrafında, yan yana gelme olanağı bulunmayanların, ortak yaşadıkları (kısa-uzun) tarihsel kesite, insafsız eleştirilerle yönelmelerini, düne ilişken bir kaygı olarak değil, bu güne dönük bir şeyler kazanma telaşı olarak algılamak gereklidir. Özelliklede yaşanılan dün ile onlarca yıldır hiçbir ilişkisi kalmayan kimi insanların, bu gün birden bire döne eleştirel yönelmelerini, dünün anlamı ile ilişkilendirmek çok mümkün görünmemektedir. Bu günde kimlik oluşturmakta sıkıntı yaşayanlar, 25 yıl önce yaşanılanlara vurarak bulundukları kulvarda sıçramaya çalışıyorlar.
Bir tarihsel süreci birlikte yaşayanlar, yan yana gelip bu süreci birlikte değerlendirebilirler. Doğruları yanlışları analiz edip, tarihle yüzleşebilirler. Bu yüzleşme sürecinde ortak değerlerde buluşanlar, yeni yaşamda da yan yana gelebilmek için yine ortak bir çabaya girebilirler. Ancak farklı kulvarların siperine yatmış insanların, bu anlamıyla yan yana gelerek ortak bir tarihsel süreci, bulundukları noktadan bağımsız olarak değerlendirebilmeleri çok olanaklı değildir.
Kişileri hedef tahtasına oturtarak, yaşanan ortak tarihsel süreci kirletmeye çalışmanın, devrimci anlamda tartışma veya değerlendirme ile hiçbir ilişkisi yoktur. Kişiler elbette ki önemlidir. Ancak bir tarihsel süreç değerlendirilirken kurgu tamamen bir kişi üzerine oturtuluyorsa ve har şey o kişi ekseninde açıklanmaya çalışılıyorsa, zaten o süreç paylaşılmış ortak bir süreçtir denemez. Böylesi bir yaklaşımda bulunan kişi, yaşanılan süreçte kendini ve kendi iradesini yok sayıyor demektir. Diğer bir ifade ile ‘ben o süreçte kimlik olarak yoktum, başkası veya başkaları vardı, tüm bu sürecin sorumlusu odur-onlardır’ demektir ki, buda devrimci bir kimlik taşınmadığının itirafıdır. Bu kişilerin değerlendirme ile işi olamaz.
Tarihe belge bırakmak ciddi bir iştir. Bu görev asli olarak, tarihsel sürecin tüm gelişme ve ilişkileriyle orta yerinde yer alan, süreci söyle veya böyle etkileme becerisine sahip insanların sorumluluğundadır. Uzak mevziden anı salvolarıyla, yüzleşme ve tartışmalardan kaçarak bir hareket ve tarihsel süreç değerlendirilemez.
Bu hareketin bütünlüklü tarihsel sürecine ilişkin arşivler, belgeler vardır. Toplantı tutanakları, genelgeler vb. şeyler varıdır. Açıklamalar, alınan tavırların kararları vardır. Her şeyden önce canlı tanıkları vardır. Bütün bunlar yok sayılarak bir değerlendirmeye kalkışmak asla doğru sonuçlar üretmez, doğru noktalara götürmez.
Bu yolda onlarca arkadaşımız düştü. Yüzlercesi mahpus yattı, işkence tezgahlarından geçti. On binlerce insan bu harekete umutlarını, yaşamlarını ve geleceklerini bağladılar. Bütün bunlar gözetilerek bir tarihsel değerlendirmeye gidilmelidir Ortak yaşadığımız, birlikte paylaştığımız, birlikte bedel ödediğimiz bu tarihsel süreçle yüzleşmek için yan yana gelip tartışmalıyız. Herkes eşit kimlikle ve eşit koşulla bu tarihsel yüzleşme sürecine katılmalı ve belge,bilgi ve tanıklıkların ışığında bu tarihsel süreci birlikte değerlendirerek, tarih sahnesinde ki yerine oturtmalıyız. Bu tarihsel yüzleşme kongresine, aynı süreci bir şekilde paylaşan tüm insanlar katılmalılar ve yapılacak tartışmalarla tüketilerek, süreç noktalanmalıdır.
Eğer Türkiye diye bir kaygımız hala var ise, hala mücadele diye bir kaygımız var ise, hala halkın özgürlük ve demokrasi mücadelesi diye bir kaygımız var ise, her şeyi yüreğimize dürüp tarihe bırakma yerine, yaşama taşıma gibi bir amacımız var ise, bunu yapmalıyız. Bu bizim kendimize ve tarihe karşı bir sorumluluğumuzdur.

2 Mart 2009 Pazartesi

AKP BİR DEFORMASYON HAREKETİDİR.





AKP bir deformasyon hareketidir. Yani siyasal islamın ülke gerçekliğinden sökülüp atılması bazında tarihsel bir misyon üstlenmiş siyasal bir harekettir. AKP’nin gelişim seyrine baktığımızda bu çok net olarak görülmektedir. AKP milli görüşçü Refah hareketi içerisinden çıkmış ve ilk adımda da içinden çıktığı hareketi bitirerek yol almıştır. Hiçbir girişimi sistem karsısında değil, tam tersine sistemsel dönüşümü isteyen ve zorunlu gören kimi güçlerin talepleri doğrultusunda olmuştur.

Burada birkaç önemli tespiti yapmak gereklidir. İlk olarak AKP sistem karşıtı bir güç değildir ve sisteme rağmen iktidar olmuş değildir. İkinci olarak AKP İslami bir yapı değildir. Üçüncü olarak sistemin tüm güçlerinin, yıpranmışta olsa desteği ile yoluna devam etmektedir.

AKP hareketi Türkiye’nin tarihsel olarak sorunu olan ve içinde bulunduğu coğrafyadan beslenen siyasal islamın, oluşturduğu siyasal tehdidi bertaraf edebilmek amacıyla palazlandırılarak, sistemsel bazda görevler ve misyonlarla donatılarak is başına getirilmiştir. İktidar olduğu günden bu güne kadar yaptığı eylemlerle bu misyonunu yerine getirme doğrultusunda önemli icraatlarda bulunmuş ve bu anlamıyla iktidarının hakkini vermiştir.

AKP’nin yedi yıllık iktidarına baktığımızda halka dönük hiçbir şey yapmamasına rağmen,bir çok yolsuzluk ve hızla yaşanan yoksulluğa rağmen yapılan anketlerde belirtildiği gibi, oylarının önemli bir kısmını koruyor olması başka türlü açıklanamaz.. Halkın günlük yaşamına dönük hiçbir olumlu katkı yapamayan, halkın yaşamsal hiçbir sorununu çözemeyen, psikolojik rahatlamalarla zaman kazanmaya çalışan AKP iktidarının oylarının önemli bir kısmını koruyabilmesi, kendi becerisi değil, farklı güçlerin verdiği destekten kaynaklanmaktadır. Tarihte hiçbir iktidar, halka dönük hiçbir olumlu icraatta bulunmadan bu kadar sürede, bu kadar yoğun desteği koruyamamış, tam tersine kısa sürede silkelenip atılmıştır. Ancak AKP tüm bunların aksine dayandığı güçlü payandalar sayesinde, halktan aldığı desteği kayıplar olsa da korumayı sürdürdüğü görülmektedir.


Mevcut sistemi, demokratik kanalları kullanarak değiştirme hülyaları boşa çıkan şeriat yanlıları, değiştirmek için yola çıktıkları sistemin dişlileri arasına sıkışıp kalan ve kendilerini sisteme pazarlayan AKP karsısında çaresiz kalmışlardır. Simdiler de İslami iktidar potansiyeli bertaraf edilmiş gibi görünmektedir. Ancak kontrol altına alınıp deforme edilen İslami iktidar perspektifi, bölgemizin coğrafyasından kaynaklı olarak tamamen yok edilemez, süreçten silinip atılamaz. AKP ile birlikte önemli oranda geriletilen ve demokratik yollardan iktidarı ele geçirme perspektifleri yok edilen İslami güçlerin yeniden kendine gelmeleri önemli bir zaman alacaktır.

Bu anlamıyla AKP İslami bir yapı değil İslami potansiyeli, kendi bünyesinde eriterek, sisteme entegre etmeye çalışan- ki bunu önemli ölçüde başaran- liberal bir yapıdır. Bu yapısıyla da sistemle tamamen uyum içerisinde, sitemsel görevlerle donanmış bir egemen güç iktidarıdır. Sistemin tüm organları, sermayesi ve dış bağlantılarınca desteklenen AKP iktidarının tüm yıpranmışlığına rağmen ANAP misali dağılmasını beklemek yanlış olur. AKP sistemin halka dayattığı ve olanca gücüyle destekleyerek iktidar yaptığı bir güçtür ve özgün misyonuyla tarihsel olarak vardır.

AKP bırakınız sistemle çatışmayı, sistemin yeniden ve emperyalist işbirliği eksenin biçimlendirilmesi adına, sistemin onlarca yıldır dokunamadığı, dokunmaya cesaret edemediği pek çok sorunun çözüm sistem bazında çözüm kanallarını açarak tarihsel bir misyonu, militanca yerine getirmeye koyulmuştur.

Özellikle Kürt sorununun sistemsel bazda çözümünde, önemli adımlar atılmış ve sistem yıllar sonra bir anlamıyla kendi çözümünün parke taşlarını oluşturmaya yönelmiştir.

AKP iktidarının üstlendiği ve bir ölçüde başarılı olduğu diğer önemli bir konuda , AB üyeliği önünde ciddi bir engel olarak duran, Kıbrıs sorunun da tıkayıcı unsur olarak görülen, Denktaş ve ekibi radikal yönelimlerle tasfiye edilerek önemli bir adım atılmıştır.

AKP, Ergenekon adıyla bildiğimiz süreçte, yıllardır devlet içinde belirleyici bir noktada olan ve kendilerini sistemin jandarması gibi gören ulusalcı güçlerin tasfiye edilmesi veya en azından etkisizleştirilmesi operasyonundaki yerini de aktif olarak almıştır.

AKP radikal İslami tehdidin bertaraf edilmesi dışında, Türban sorunun da Türkiye’nin gündeminden kaldırılmasında ciddi adımlar atılmasının önünü açmıştır.

Tüm bunların yanı sıra dış politik arenada da emperyalist güçler adına çok önemli görevler üstlenmiş ve ABD emperyalizminin orta-doğu politikalarının yaşama geçirmesin de , bölge ülkelerinin güvenilir müttefiki olarak işbirliği kanallarının işlemesini sağlamıştır.

Kısaca saymaya çalıştığımız pek çok konu açıkça göstermektedir ki AKP, sistem karşıtı bir güç değil, sistemin yeniden biçimlendirilmesinde misyon üstlenen işbirlikçi-liberal bir siyasal biçimleniştir.İlk adımda içinden çıkıp geldi siyasal yapıyı deforme ederek sisteme entegre etmeyi başarmış ardından da, sistemin yıllardır birken sorunlarının çözümünde önemli kazanımlar elde edilmiştir. Böylelikle sistemin soluklanma kanalları bir ölçüde çalışır duruma gelmiş ve egemen güçlerin, uzun soluklu bir yürüme olanağı bulması sağlanmıştır.


AKP’nin etkin ömrünü, üstlendiği misyonların durumu belirleyecektir. Misyonlarını tamamladığında, posası çıkmış siyasal bir güç olarak tarihteki tükenmişlerin yanında yerine alacaktır.
(Bu yazı 2007 yılında kaleme alınmıştır.)

1 Mart 2009 Pazar

TARİHİN GEBELİĞİ UMUDA DOĞDU

Hey bir dönemin parıltılı yıldızları, neredesiniz…

Neredesiniz bire insanlar…

Günlerin bu gün getirdikleri size uğramadı mı?

Yoksa hayat denilen kavgaya henüz girmediniz mi?

Veya artık Şarkışla’ya yolunuz düşmüyor mu?

Kızıldere’nin nereye aktığı artık sizi hiç mi ilgilendirmiyor?

Yazın sıcağında dolu yemiş kiraz fidesi gibi yaralanmış, fırtınaya kapılmış ateş böceği misali savrulmuş insanların seyirleri artık bitmek zorunda.

Büyük düşlerin küçük yaşamlarına yapışıp, karanlık gecelerin ıssız sokaklarına kendini vuran insanların kıpırtısız yürekleri zamana yenik düşmüş gibi, tepkisiz, heyecansız.

Reddedilmiş gerçeğin, yok sayılmış örümcek kaplı raflarına sıralanmış öykülerin varlığını,düşlerde bile tereddütsüz karşılayan insanların, öfkesiz,titrek duruşları değil mi, insanları tüketen. Kaybedilmiş sihirli ıslığın iç kabartan sesini yıllar var duymamış ve çekildiği köşesinde, kardelenin kar altında son hamle öncesi bekleyişi gibi, güneşi yakalama düşleriyle karanlığa hapsetmiş kendini. Sörf yaparken en yüksek dalganın üzerinde, birden rüzgarsız kalıp engin maviliklere gömülmüş. Yorgun düşmüş sörf tahtası elinde, yıllarca rüzgar beklemiş, yeni baştan çıkabilmek için dalgaların üzerine. Deniz inat mı inat, dingin kalmış, kıpırtısız, hareketsiz…

Sevda filizleri güneşe hasret kalmış, sararıp sormuş önce, sonrasında çırpınıp durmuş, bir fırsatını bulup uzatabilmek için başını. Ama olmamış, çabalar yetmemiş. Oracıkta yığılıp kalmış, şarkıları söylenmez,öyküleri okunmaz olmuş. Değişivermiş, değiştirmek istediği yaşamda.

Tüketilmiş yaşamlarda, siyah beyaz resim gibi saklanmış gizli bir heyecan, hep yaşam bulmuş. Kırlaşmış yaşamın renksiz heyecanı, sihirli ıslığını bekler gibi, yeni bir kitaba başlar gibi belirsiz ama kararlı gülümseyivermiş bir gece karanlıkta. Yarıda kesilmiş şarkılarını, boyası dökülmüş sörf tahtalarını sırtlayıp bir gün, umudun tepesine tırmanmakmış, düşlerin değişmeyen oyunu. Alıp yanlarına umut tarihini, kalabalık bir saatinde kentin orta yerinde, haykırarak okumak için yeni baştan öğrenmişler, yarım kalmış tarih dilini. Kutsanmışlıklara inat, tarihe yandaş, bitirilememiş şarkıların son dizesi, ortak dilin haznesi olmakta varmış, dünden bu güne görülemeyen.

Rüzgar rüzgar olalı böylesine savurmadı,hiçbir canlıyı,hiçbir düşsüzü. Böylesi bir katmer karanlığında, böylesi bir söz kaybında, tüketilmiş yaşamların soluk benizlerinde, fersiz gözlerin anlamsız bakışlarında yıllarca gizlenmiş, özgürlüğün heyecanı.
Şarkılar küstü,oyunlar son buldu ve düşlere zehir aktı. Bir akşam aydınlığında, gülümseyen güneşin feri sardı, tükenmeye yüz tutmuş yürekleri.

Alaca karanlığında kentin,pörsümüş insan yığını sokaklarınsa, bir çocuk çığlığı gibi yükselen haykırışa yürek dönüp, kulak verdiler. Buğusu tükenmiş gün gibi, yarına yatıp bu günde kalmanın şaşkınlığıyla, ince bir heyecan sardı yürekleri.

Toprak titredi, gün kızıla çaldı. Tarihin gebeliği umuda doğdu.

28 Şubat 2009 Cumartesi

ADAM GİBİ YAŞAMAK GEREK



Yaşam çok hızlı geçiyor. Çoğu zaman yakalamakta güçlük çekiyoruz. Kimi zaman ise verdiğimiz kararlar yaşamın devinimi karşısında yetersiz kalabiliyor. İçinde yaşadığımız koşulları dikkate alarak bir saptama yapıyoruz.. Köşeler çizip, davranış kalıpları oluşturuyoruz. O an için tüm bu yaptıklarımız, bize doğru geliyor. Gerçekte de doğrudur. Ama bir süre sonra öyle zamanlar geliyor ki, çizdiğimiz çerçeveler, yaptığımız tanımlar, oluşturduğumuz kalıplar, süreci dolduramıyor. Bir eksik, bir yetersizlik kendini olanca sancısıyla dayatıyor.
Bu değişime direniyoruz ilk başlarda. Belirlenimlerimize sadık kalmaya,daha değişim için uygun zamanın olmadığını düşünmeye çalışıyoruz. Tutarlıktan yana oynuyoruz. Ama yaşam ayak diretiyor. Kendi kalıplarımız dar gelmeye, bizi boğmaya başlıyor. Yeni baştan düşünmeye yöneliyoruz, kararlarımızı. Sorgu üstüne sorgu yapıyoruz. İşin kolayına kaçmadan, yeni baştan didikliyoruz her şeyi. Yaşama karşı kararlarımızın ayak diretemediğini görüyoruz kimi zaman. Kimi zaman ise biz direnememişizdir, yaşam karşısında. Her iki sonuçta da değişmesi gereken bir şeylerin olduğu ortaya çıkar. Ya kendimizi yada kararlarımızı değiştireceğiz. Arada çıkar yol kalmamıştır.
Özellikle insan ilişkilerinde böylesi kararsızlıklar yaşarız. Aldatılmak, yanıltılmak, harcanmak bizi kırar. Bunu biliriz ve bildiğimiz içinde buna fırsat vermemek için çaba gösteririz. Ama hep yeni baştan bunlara düşeriz. Yanıltılırız, kandırılırız ve harcanırız… Öfke duyarız, tepki gösteririz kendi kendimize, özensizliğimize ve dikkatsizliğimize kızarız.Böylesi aldatmalar, harcamalar çok fazla güvendiğimiz insanlardan gelirse, daha bir yıpratıcı olur bizim için. En zayıf yerimizden hançerlenmiş gibi hissederiz kendimizi. Güvendiğimiz için zayıfladığımızı düşünürüz. Dikkati bırakmış, gardımızı düşürmüşüzdür. İşte böylesi dönemlerde daha önce verdiğimiz kararlarımızı, ilke olarak doğru kabul ettiğimiz doğrularımızı sorgulamaya başlarız. Yaşama karşı yenilmişlerdir. Diğer bir ifade ile, yaşam bizim kararlarımızı, doğrularımızı yenmiştir. Omuzlarımız çökmüş halimizle, öfkemizi denetlemeye çalışırız. Yüreğimizin derinliklerine hançer bibi bir sızı saplanır. Döner dururuz, anlamsızca… Küfrederiz, aklımıza gelen her şeye. Laneti kavramlara sığdıramayız.
Taşıdığımızı sandığımız değerler, param parça olup dökülmüştür. Savaşın orta yerinde silahını kaybetmiş asker telaşıyla, savrulup dururuz. anlamsız alanlara. Böylesi zamanlarda sorgulanır yaşamlar,doğrular,ilkeler… Her şey toz duman içinde kalır.
Böylesi dönemlerde önemli olan, olayların dışına çıkıp bakabilmektir. Zor bir iştir, ancak başkaca da bir yolu yoktur.
İnsan harcayan kişi aslından kendinden tüketiyordur. Harcadığı değer kendi değeridir. Farkında olmadan, kendi taşıdığı kimi şeylerden vazgeçiyordur aslında. Çırılçıplak kalacaktır bir süre sonra, tümüyle kaybetmiş olarak değerlerini. Yoksunlaşacak, yoksullaşacaktır. Bizim yüreğimizde uç veren öfkeye aman bırakmayacaktır, tükenip giderken kendi kulvarında.
Biz deniz yıldızlarını tek tek yeniden denize atmaya devam ederken, o, seyredemeyecektir bile. Algısı yitik, değerleri paramparça olarak sindiği kovuğunda, olanca zavallılığıyla kala kalacaktır.
Silkinip yaşama yeni baştan dönmek gerek. Yarım kalmış günü ve tüketilmemiş aşkları yarına ertelemeden, bu güne sarılmak gerek. Umudu öfkesinden koparıp, güneşin önüne koymak gerek.
Adam gibi yaşamak gerek…

25 Şubat 2009 Çarşamba

YİNEDE YÜKENMEZ

Merhaba…
Bundan böyle de burada sizinle birlikte Tükenmez diyeceğiz.
Neden TÜKENMEZ?
Çünkü onurlu insanlar, düzgün, dürüst insanlar tükenmez. Umutlu bir geleceğin düşüne yatmış, aydın demokrat, ilerici insanlar tükenmez.
Aşklar tükenmez, sevgiler tükenmez, güzellikler tükenmez.
Yoksulluğun kucağında; yaşamı sırtlayan insanlar tükenmez.
Bunun için tükenmez.
Haksızlıklara, gericiliğe, ırkçılığa karşı direnen insanlar tükenmez.
Umut tükenmez, yarın tükenmez.
Sorunlar tükenmez… Elbette ki sorunların çözümleri tükenmez…
Bu nedenle Tükenmez dedik.
Onursuzları tüketeceğiz, yalancıları, sahtekârlar…
Gericileri, ırkçıları, sahte demokratlar… Umutları tüketeceğiz gerçekleştirerek. Sorunları tüketeceğiz, çözerek. Yarınları tüketeceğiz, yarınları bugün yaparak. Karanlıkları tüketeceğiz, aydınlık yarınlar içerisinde eriterek.
Tükenmezden başlayarak, tüketeceğiz tükenmez olan her şeyi. Tüketemeyeceğimiz tek şeyin, onurlu, kararlı, dürüst, düzgün insanlar olduğunu bilerek.
İnsandan yana, emekten yana, haklıdan ve haktan yana olacağız, ilk adımda tüketmek için insanlık karşıtı, sömürüden yana, haksız, hak nedir bilmeyen insanları.
Tükenmeyeceğiz, tüketmek için.
Tükenmeyeceğiz, yaşatmak için, umudu yeni baştan yeşertmek için.
Geleceğimizi aydınlatmak için.
Yaşamı yeni baştan kurmak için.
Tükenmez dedik, sorunlar, dertler, yaptırımlar, dayatmalar, insanlık karşıtı biçimlenişler, tezgâhlar, oyunlar. Sol gösterip sağ vuranlar tükenmez. Oynaklar, kaypaklar, sahtekârlar, namussuzlar, yolsuzlar, hırsızlar, işbirlikçiler tükenmez.
Bizde tükenmeyiz.
Tükenmemeliyiz. Bu ülkenin namuslu insanları en az namussuzları kadar cesaretli ve yine en az onlar kadar canlı ve diri olmalıdır. Duyarlı, sorumlu ve tepkili olmalıdır.
Biz burada, insandan, emekten, doğrudan ve demokrasiden yana bir eksende, yaşamın olumsuz gördüğümüz tüm sorunlarına karşı yazınsal bir duruş göstereceğiz. Geleceğin sahiplenmesine dönük, özgür ve gerçekten demokratik bir ülkede yaşama umudunun yeşermesine dönük bir çabada olacağız. Sevgileri göğsümüze basıp, aşklarımızı haykıracağız.
Yaşamı sahiplenip, düşleri yaşama taşıyacağız…
Tüm bunlar için tükenmez dedik.
Tükenmez demeye devam ediyoruz ve nefesimiz yettiği sürece de demeye devam edeceğiz.
Yaşamı birlikte göğüslemeye!

21 Şubat 2009 Cumartesi

ESKİ ANCAK ESKİSİ KADAR YENİ OLUR!

Yaşamımızı alışkanlıklarımız yönetiyor. Değiştirme cesareti gösteremediğimiz alışkanlıklarımız, bağımlılık haline gelmiş korkularımız.
Yeniye yatkın olmayan, eskinin kolaylığına, bilindikliğine alışmış,yeninin nasıl olacağını bir türlü kestiremeyen insanlarız.
Yeni devrimcidir biliriz ama yinede uzak dururuz. Yenide bilinmezlik çoktur. Ne kadarını biliyorsak, o kadarını da henüz bilmiyoruzdur.Bildiklerimizi değil çoğu zaman bilmediklerimizi baz alırız kendimize. Oysa bilinenler, bilinmeyenlerden çok daha nettir ve üzerine çok daha kesin şeyler söylenebilir durumdadır. Yinede tüm bilinenleri unuturuz. Yeni bir ev bile eski olan evimizin üzerine kurguladığımız için bize itici gelir. Veya yeni bir araba. Hele yeni bir arkadaş, yeni bir sevgili, yeni bir eş… Hepsinde kaygı eskisinden çok daha fazladır. Eski, kişi için ne kadar uyumsuz olursa olsun, bilindik olduğu için daha rahat olunandır ve değişiklik her zaman risk taşır. Yeni alışılmadık olduğu için korkutur bizi. Oysa ki belki de yeni olan gerçekten yeni olacaktır ve yaşamı bütün olarak değiştirerek, değişikliği gerektiren tüm koşulları ortadan kaldıracaktır.
Her değişiklik bir ihtiyaçtan doğar. Bu bir zorunluluktur. Eskide ısrar yani değişime karşı direnç, yeniye dirençtir aslında. Her yeni, eskinin yeniliğini koruyamadığı, duyulan ihtiyacı karşılayamadığı için var olur. Diğer bir deyişle ihtiyaçtan ortaya çıkar. Yeninin ihtiyaç olarak ortaya çıktığı koşullarda, yerine var olduğu şey, artık var olma olanağını yitirmiş olan şeydir. Ki yeni bundan dolayı kendini koyabilme koşulu elde etmiştir.
Yeni gelişen şey,yaşamın pratiğinde kendini dayatıyorsa ve içinden çıkıp geldiği koşul ve ilişkileri yeni süreçte taşıyabiliyorsa, eskide direnmek artık anlamsızdır. Her eski ancak eskisi kadar yeni olabilir. Eskileri yan yana getirerek tek bir yeni oluşturmanın olanağı yoktur. Eskiyen şey, tarihe karşı, zamana karşı direnme gücünü yitirmiş,günü yakalayamamış, geleceğe dönük umudu tüketmiş demektir. Revizyonların eskiye bir yararı olmaz, yalnızca revize edenlerin kendilerini mutlu hissetmelerini sağlar. Eski, ekside kaldığı gibi güzeldir. Kendini var eden, denk düştüğü dönemin koşullarında, yeni olarak ve işlevleriyle var olduğu dönemde güzeldir.
Her yeni olan şeyde, zamanla sıradanlaşıp, alışkanlık haline gelebilme potansiyelini, daha yeni olarak var olmaya başladığı anda kendi içinde barındırmaya başlar. Yeni, yeni olmaya başladığı anda, eski olmaya da başlamıştır.
Yeniden korkmamak gerek. Bence korkulması gereken, eski olandır. Her şeyini tüketmiş, verebileceği hiçbir şeyi kalmamış olandır.
Hareketin olmadığı yerde çürüme vardır. Her hareket yeniyi içerir. Yeniye direnenler, bilmeden çürümeye gidiyorlar demektir. Direnmek bu anlamıyla olumlu bir erdem olmaktan çıkıp, olumsuzluğun itici gücü halini alıyor. Bir anlamıyla direnmek diye çıktığımız yolda, teslim olmuş oluyoruz.
Her şey gibi, eski ve yeni de, direnmek ve teslim olmak da yaşam ve ölüm gibi, karşıtını ve varlık nedenini içinde taşıyor.
O zaman diyorum ki, cesaretle alışkanlıklarımızdan arınıp, yeni denilen bilinmeze kendimizi bırakalım. Olanca heyecanımızla yarını bu günden yakalayıp, yaşamın önüne geçmekte tereddüt etmeyelim. Bilemeyiz, beklide mutluluk orada gizlidir.

12 Şubat 2009 Perşembe


DÜŞLERİMİZE ATEŞ DÜŞTÜ



Gün kararmış, akşam yeni olmuştu.
Hava soğuk ve sisliydi. Kentin ıslak sokaklarında, çiseleyen yağmurun hızlanacağını düşünerek, adımlarını hızlandıran telaşlı insanlar vardı. Herkes akşamın ilk saatlerinde bir yerlere ulaşmaya çalışıyorlardı. Sıkışan trafikte yığılan araçların korna ve motor sesleri,kulakları tırmalıyordu. Sokakta ki telaştan habersiz, erkenci üç adam, kentin işlek bir caddesinde, tarih kokan bir barda, rakılarını yudumlamaya başlamışlardı bile.
Yeni oturmuşlardı ve ancak ilk kadehlerini yudumluyorlardı. Arka arkaya birkaç kez silah sesi duyuldu. Kaygıyla birbirine baktılar. Sohbeti kesip, kulak verdiler. Başkaca silah sesleri duyulmayınca, biraz rahatlayıp sohbete döndüler. Tedirginliklerini yeni bir kadeh rakıyla gidermeye çalıştılar.
Silah seslerinin üzerinden beş-on dakika geçmişti ki, barın arka kapısından, bir genç telaşlıca içeri girdi. Gözleri yerinden fırlamış, rengi sararmıştı. Tedirgindi. Dalgalı saçları, darmadağınıktı. Çektiği acı yüzünün tüm hatlarına yayılmıştı. Yaralıydı.Zorlukla birkaç adım daha attıktan sonra, garsonların yardımıyla bir sandalyenin üzerine yığılıp kaldı. Kemal ve Kenan yerlerinden kalkarak yaralı gencin yanına vardılar. Güçlükle konuşan genç, korku yüklü bir ses tonuyla;
“Peşimdeler, yaralıyım, bana yardım edin,” dedi.
Kemal, tereddütle arkadaşlarına baktı. Kenan yaralı gencin elini bastırdığı yere dikkatlice bakınca yarasını gördü. Kanıyordu. Karnından yaralamıştı. Kısa süren bir tereddütten sora, yaralı genci kucaklayarak yukarıdaki müdüriyet odasına çıkarttılar. Kenan:
“Seni buraya gelirken gören oldu mu’” diye sordu.
Yaralı genç hayır anlamında başını salladı. Sesi çıkmıyordu. Koltuğa uzatıp yarasına baktılar. Gencin tüm vücudu kanlar içindeydi. Kemal dolaptan sargı bezi alıp yarayı temizlemeye koyuldu. Kenan aşağıya inip bir şişe votka getirip yaranın üzerine dökerek mikrop kapmasını önlemeye çalıştı. Naci:
“Böyle olmaz, çok kan kaybediyor, doktor lazım,” dedi.
Kemal yarayı temizlerken genç daha fazla dayanamayarak bayılır. Yarayı temiz bir bezle sarıp aşağıya inerler. Kemal tedirgin bir şekilde arkadaşlarına dönerek;
“Al başına belayı,şimdi ne yapacağız. Polisi arasak mı ki,” dedi
Kenan hemen atılarak;
“Bu haliyle çocuğu polise mi teslim edeceğiz? Saçmalama. Alçaklık olur bu,” dedi.
Sesi gergin ve kızgındı. Naci de Kenan’ı destekleyerek Kemal’e karşı çıktı. Kemal biraz utangaç bir ses tonuyla:
“Peki ne yapalım? Burada kalırsa kan kaybından ölür, bizlerde sürünürüz., tabi ki bar sahibi olarak öncelikle de ben,” dedi.
“Bu kadar korkak olma. Bizlerde yirmi yıl öncesinde yaralı bereli halimizle sıradan halkın evlerine sığınmaz mıydık?” dedi Kenan.
Naci biraz daha telaşlıca:
“Tamam arkadaşlar sakin olalım. Kemal sen aşağıya in ve çalışanlarına onu görmediklerini söyle. Yamuk yapan çıkar mı?”dedi, Kemal’e dönerek.
Kemal “Sanmam’’ diye yanıtladı.
“Çalışanlar benden daha radikal. Tamam iniyorum aşağıya.’ Diyerek aşağıya inmeye yöneldi.
Kenan, Kemal’e sertçe bakarak;
“Bir aptallık yapma,” diye uyarma gereği duydu.
Kemal utangaç bir ifade ile:
“Beni ne sanıyorsunuz, tükenmiş ve korkak olsak da, kimi şeyleri koruyoruz,” diye yanıtlayarak aşağıya indi.
Yaralı genç iniltilerle baygın yatıyordu. Kenan eline aldığı bir peçete ile gencin yüzünde biriken terleri sildi. 18-19 yaşlarında olmalı diye düşündü. Dalgalı uzun saçları, beyaz teniyle yakışıklı bir delikanlı idi. Yüz hatları sertti.
Kenan Naci’ye dönerek:
“Ne oldu acaba, silahı da yok, nasıl kıydılar bu çocuğa” dedi.
Naci yaralı gence bakarken duygulandı. Belleğindeki pek çok resim, yeniden canlandı. Telaşla:
“Buraya gelebilirler, onu korumalıyız,”dedi.
Kenan hafifçe gülümseyerek :
“Artık nüfusunu kullanırsın. Koskoca iş adamısın,” dedi.
Naci biraz bozularak:
“Bırak şimdi bunları, ben çevreye biz göz atıp geleyim. Olayı öğrenmeye çalışayım. Sonra bir şeyler yaparız,” diyerek odadan çıktı.
Kenan, Kemal ve Naci’nin yanından ayrılmalarından bir an rahatsız oldu. Aklından bir yığın şey geçirdi. Sonra kendine kızdı. Bu kadar da olamazdı. Naci geri dönecek miydi? Yoksa çevreyi kontrol bahanesiyle kaçacak mıydı? ‘Kaçmaz herhalde ‘dedi Kenan kendi kendine. Bir dönemin koskoca Naci’si bunu yapar mıydı? Bilemiyordu. Kafası karma karışıktı. İnsanlara güvenmeyi yıllardır unutmuştu.

Bu yaralı genç, Kenan’ın nicedir üzerine düşünmekten bile vazgeçtiği pek çok şeyi aklına yeniden getirmişti. Genç çocukta kendini gördü. Ayağa kalkıp bir sigara yaktı. Tam belleğinde yeni resim canlanmaya yüz tutmuştu ki, kapı usulca açıldı ve Kemal içeri girdi:
“Aşağıda her şey tamam. Umarım buraya gelmezler,” dedi.
Biraz rahatlamış gibiydi, Kenan’ın yüzüne bakamadı. Naci’yi göremeyince;
“Rakının hasretine dayanamadı mı?” diye sordu?
“Hayır, çevreyi kontrol etmeye gitti,”dedi gülümseyerek.
Acı acı, kaygılı gülümsemesini sürdürerek, fısıltıyla;
“Umarım gelir,”dedi.
Kemal ne diyeceğini kestiremedi. Yirmi yıldır böylesi bir şey yaşamamışlardı. Rakı masası dışında hiçbir şey paylaşmamışlardı. Kendisi de bocalamamış mıydı? “Döner, olur mu öyle şey” demeyi istedi, ancak içinden gelmedi. Susarak öylece kaldı.
Gencin kanaması biraz durmuş gibiydi. Ancak rengi biraz daha sararmıştı. Baygındı, ara ara inliyordu. Bir şeyler yapılıp, bir doktor bulunmalıydı. Kenan üzgün ve çaresiz bir ifadeyle;
“Bir doktor bulmalıyız. Nasıl bulacağız bilmiyorum ama, mutlaka bir doktor bulmalıyız. Onu buradan şimdi çıkartamayız, sonrada geç kalmış olmayalım? Korkularımıza birde can eklenmesini hiç istemem,” dedi.
Kemal ayı kaygıyı paylaşarak;
“ Bende, dedi. Hadi aşağıya inelim. Naci gelsin,birlikte bir çözüm buluruz,” dedi.
Bara inip masalarına oturdular. Bardaki diğer masalar dolmaya başlamıştı. Birazdan tamamen dolacaktı. İnsanlar yaşanılan tüm şeylerden habersiz, içip, eğlemelerine bakacaklardı. Yaralı genç yukarıda can çekişmeye devam edecekti... Ne garip bir dünyaydı.
Kenan ve Kemal yeni bir rakı kadehine başlamışlardı ki, Naci kapıdan göründü. Kenan Naci’nin dönüşüne öylesine sevinmişti ki, hiç düşünmeden kalkıp Naci’yi kucakladı. Naci ne olduğunu anlayamamıştı;
“Ne oldu yahu, daha biraz önce birlikteydik,” dedi.
Kenan Naci’ye yanıt vermedi, sıcacık gülümsemekle yetindi. Naci anlamıştı,Kızgın ve kırgın bir ifadeyle;
“Allah kahretsin bizi, bu hallere gelecek insanlar mıydık?” dedi.
Üçü de anlamsızca birbirlerine baktılar. Kenan önce bir şeyler demeyi düşündü, sonra utanıp vazgeçti. Rakı kadehini kaldırarak;
“Hoş geldin,” dedi.
Kadehlerini tokuşturarak, bardaklarını bir yudumda yarıladılar. Naci dışarıda gördüklerini usulca anlatmaya başladı. Bir illegalite havası çökmüştü masaya. Heyecan artmış, dikkatler yoğunlaşmıştı. Bu gençler arka sokaklarda bildiri dağıtıyorlarmış.12 askeri darbesini protesto amaçlı bildiriyi dağıtırken polisle karşılaşmışlar. Polis ateş açmış gençlerde kaçmışlar. Kimse yakalanmamış.
“Ancak polis kan izlerinden en az birinin yaralı olduğunu biliyor. Uzağa kaçamayacağını düşünüyorlar. Kimi şüpheli arabaları durdurup yaralı arıyorlar,” dedi Naci.
Kenan hemen söze girerek;
“O zaman onu hemen buradan çıkarmalıyız, ama önce bir doktor lazım,” dedi.
“Şimdi çıkartamayız, her taraf tutulu, önce bir doktor bulmalıyız,” dedi, Naci.
Kemal biraz kaygılı ve yanlış anlaşılmaktan korkan bir ifadeyle:
“Arkadaşlar, tamam burada kalsın ama, polisten koruyalım derken ölümüne neden olursak daha kötü. Kendi kimlik egolarımız için çocuğun ölmesine göz yumamayız,”dedi.
Kenan düşünceli bir ifadeyle:
“Ne polise vermeliyiz nede ölmesine göz yummalıyız,”dedi.
Naci biraz düşündükten sonra, kararsız bir ifadeyle;
“Bizim Gülseren var ama, söylememiz nasıl olur bilemiyorum. Ona güvenebilir miyiz?” Dedi.
Güven... Bu sihirli sözcük yıllar sonra ilk kez ağızdan çıkmıştı. Güven, güvenebilmek kavramı, gereksiz bir kavram olarak yıllarca tozlanmaya bırakıldıktan sonra, ilk kez bu gün rakı sofrasında konuşulmaya başlanmıştı. Ne yapılmalıydı, yaralı gence teşekkür mü edilmeliydi?
Uzun süre tartıştıktan ve birkaç bardak daha rakı tükettikten sonra, Gülseren’i çağırmaya karar verdiler. Ancak olayı ona biraz farklı anlatacaklardı. Gülseren Naci’nin ihale işlerini biliyordu. İhalelerde Naci’nin karşısına değişik güçler çıkar, zaman zaman diş geçirmeye çalışırlardı. Yine bir ihale için tehdit almış, bu kez tehditle yetinmeyip saldırmışlardı. Naci yara almamış ancak şoförü yaralanmıştı. Naci’de adının bu tür olaylara karışmasını istemediğinden, şoförünü hastaneye götürmeyip, arkadaşlarının yanına getirmişti. Ancak şoförünün tıbbı bakıma ihtiyacı vardı. Gülseren’e anlatacakları hikaye buydu. Hoş sohbet içerisinde, hikayenin detaylarını da tamamladılar. Daha inandırıcı olması için Gülseren’i arama görevi Kemal’e düştü. Kemal cep telefonunu alarak dışarıya çıktı. Gülseren’i aradı. Kısa bir konuşmadan sonra:
“Telefonun nasıl, güvenilir mi?” diye sordu.
“Evet iyi çekiyor, üç yüz dolar verip yeni aldım,” diye yanıtladı gülümseyerek.
“Onu demek istemiyorum, rahat konuşabilir miyiz,” dedi Kemal.
Gülseren Kemal’in ne demek istediğini anlamıyordu. Sıkkın bir ifadeyle;
“Bana güvenli olduğunu söylediler, seni çok rahat ve net duyabiliyorum, “dedi.
Kemal anlaşamayacağını anlayınca, telefonda olayı anlatmaktan vazgeçti. ‘neredesin yanına geliyorum’ diyerek telefonu kapattı. İçeri girip arkadaşlarının oturduğu masaya gitti.
“Ben Gülseren’i getirmeye gidiyorum,”dedi.
Naci cebinden arabasının anahtarlarını çıkartarak Kemal’e uzattı;
“Benim cipi al, daha rahat olur, fazla dikkat çekmezsin,” dedi.
Kemal şaşkın bir ifadeyle;
“Vay beyim, sen cipine gözün gibi bakarsın, kimseye vermeye kıyamazdın,”dedi.
“Canım sizden ne zaman esirgedim, hem bu durum önemli,” diye yanıtladı. Biraz bozulmuştu.
Kenan konuşmaları hafif bir tebessümle dinledi. Kemal Naci’den anahtarları alarak, bardan çıktı.
Naci ve Kenan daha yeni yeni konuşmaya başlamışlardı ki, Naci’nin sevgililerinden Ebru masaya geldi. Konuşmayı hemen kestiler. Ebru’ ya servis açtırıp rakı doldurdular. Ebru çıkarken Kemal’i görmüştü.
“Kemal böyle alelacele nereye gidiyordu. Aceleden beni bile görmedi,” dedi.
Kenan ile Naci kısa bir süre birbirlerine baktılar. Yıllardır kimseden hiçbir şey gizlemeye gerek duymamışlardı, nasıl yanıt vereceklerini şaşırdılar. Bu farklı bir duyguydu. Kenan kendini hemen toparlayıp;
“Yeni bir kıza takılmış. Naci’nin cipini alıp, kıza gitti. Etkilemeye çalışıyor, az sonra gelir,”dedi.
Hep birlikte güldüler. Ebru;
“Kemal hiç uslanmayacak, bu kadar kızla nasıl başa çıkıyor, hayret. Gerçi ben Naci’ye de hep hayret ediyorum ya!” dedi, ters ters Naci’ye bakarak.
Naci kızarır gibi oldu. İçkiden kızaran yüzünde utancı belli olmadı. Ebru’ ya dönerek sert bir ses tonuyla;
“Kızım istemiyorsan sen bilirsin, biz seni zorlamı şey ediyoruz,”dedi.
Naci doğal haline bürünmüş, ağzını bozmuştu. Ebru Naci’nin kızdığını anlayınca ona sarılarak sırnaşmaya başladı.
“Kızma canım şaka yapıyorum” dedi çocuksu bir ses tonuyla.
Tam bu sırada barın tüm ışıkları birden yandı, müzik kesildi. Gür bir ses;
“Arkadaşlar uygulama yapıyoruz, lütfen kimliklerinizi çıkartın,”dedi.
Naci ve Kenan heyecanla birbirlerine baktılar. Yürekleri hızlıca atmaya başlamıştı. Kendi hallerine şaşırdılar. Kenan Naci’nin kulağına eğilerek;
“Şimdi ne yapacağız, ya yukarı bakmak isterlerse,”dedi.
Sesinde kaygı yüklüydü. Bir işi becerememiş, yaralı bir genci koruyamamışlardı. Görevli polisler, ön masalarda oturanların kimliğini kontrol ederken Ekip amiri gözleriyle barı kontrol ediyordu. Naci’yi görünce masasına doğru giderek;
“ Naci bey sizde mi buradasınız? Nasılsınız,” diyerek elini uzattı.
Naci yerinden kalkarak;
“Amirim hoş geldiniz, hayırdır, bizim barları da mı basmaya başladınız? Gençler tedirgin oluyor;”dedi.
“Burası sizin mi, bilmiyordum. Civarda ufak tefek olaylar oldu da; yaralı birini arıyoruz. Tabi sizin burada değil”
diyerek, kontrol yapan polislere doğru dönerek devam etti; “Tamam arkadaşlar gidiyoruz.”
Polisler dışarıya çıkmaya hazırlanırken Amir Naci’ye tekrar dönerek;
“Uygulama erken biterse uğrarım, birkaç kadeh bir şeyler içip, muhabbet ederiz,”dedi gülümseyerek.
“Hay hay” dedi, Naci;
“gelmeye çalışın, sabaha kadar bar bar dolaşır efkar dağıtırız.”
Polisler gittiğinde, her ikisi de derin bir oh çekip rahatladılar. Kenan Naci’nin kulağına eğilip;
“Polislerle ilişkinin bu kadar iyi olduğunu söyleseydin, boşuna telaşlanmazdık”dedi.
Naci Kenan’ın bu sözüne çok kızdı, Biraz daha kızararak;
“Ben onlarla iş yapıyorum, bilmiyor musun, bir çok binalarını ben yaptım. Bu nedenle tanıyorlar, hem fenamı oldu kazasız belasız atlattık,”dedi.
Sesinde kızgınlık ve sitem vardı. Kenan Naci’nin daha fazla kızmasını istemiyordu. Gerçektende şaka olsun diye söylemişti, ancak hassas bir konuydu. Şaka olduğunu Naci’ye anlatmaya çalıştı. Ebru konuşmalardan hiçbir şey anlayamamıştı.
“Boş verin bunları ihtiyar solcular” diyerek kadehini kaldırdı. Naci ve Kenan da kadehlerini kaldırıp, tokuşturdular. Birer yudumda bardaklarını tükettiler.

Ebru haklıydı. İhtiyarlamış solculardı ve işleri güçleri, gereksiz yere tartışıp hırlaşmaktı. Kimi zaman yirmi yıl önceki bir olaya takılıp kalırlar, saatlerce, neredeyse belleklerinde zor canlanan detaylar hakkında, tartışır dururlardı. Birbirlerini kırdıkları da olurdu. Tartışmak hiçbir şeyi değiştirmeyecekti. Bunu biliyorlardı, ancak yinede tartışıyorlardı. Bir hastalık gibiydi, belki de bir psikolojik rahatlama... Yeni bir şey olmayınca eskiye çakılıp kalıyorlardı. Eski solculardı ya...
Kenan’ın aklına bir an unuttukları yaralı genç geldi. Durumuna bakmak için yukarı çıktı. Kemal geç kalmıştı. Bir aksilik mi olmuştu acaba? Genç hala baygındı, inliyordu. Rengi tamamen sarıya kesmişti, yüzü ter içindeydi. Kenan’ın üzüntüden yüzü buruştu. Elini tutup nabzını kontrol etti. Yaşıyordu, nabzı zor hissediliyordu. Yaranın üzerinde ki sargı bezini değiştirdi ve üzerine sıkıca bastırarak, beklemeye başladı. ‘Gülseren bir an önce gelmeli artık’ diye söylendi kendi kendine. Genç çocuğa içtenlikle bakıyordu. Sanki kendini,kendi vicdanını görüyordu. Yıllar önce, on yedi- ön sekiz yaşlarında, pek çok çatışma yaşamış, birkaç kez yaralanmıştı. Her defasında ölümü hissetmiş, ancak yaşamayı başarmıştı. Her kurşun onu biraz daha kinlendirmiş, daha bir öfkelendirmişti. Tetiğe basmada asla tedirginlik duymamıştı. Eylemine ve eyleminin haklılık zeminine öylesine inanmıştı ki, gözünü hiçbir şeyden kaçırmamıştı. Kafasında kesin, tartışmasız doğrular vardı, ve bu doğrular yalnızca eylemlerle yaşamda etkin kılınabilirdi. Bu militan yapısıyla, arkadaşları arasından kısa sürede sıyrılarak, sorumluluklar üstlenmişti. Aradan yıllar geçmişti. Şimdi bar köşelerinde yaralı, genç bir militana sahip çıkmaya bile kaygı duyar olmuşlardı. ‘Lanet olsun bizlere’ dedi hiddetle. ‘Adam gibi yaşamayı beceremedik.’ Sahici yaşamda eriyip gitmişlerdi. Yok olmaları için, kendi beyinlerindeki özlemleri, yaşanmamışlıklar yetmişti. Ayrıca bir baskıya hiç gerek kalmamıştı.
Kenan kendisiyle çatışmaya tam dalmıştı ki, Kemal ve Gülseren içeri girdi. Gülseren ‘şoför çocuk bumu’ diye sordu. Telaşlıydı. Yıllar sonra ilk kez yasa dışı bir şeyler yapıyordu. Naci’nin ona çok yardımı olmuştu. Evini bile, çok sıkıntılı dönemlerinde ondan ucuza ve uzun vadeli almıştı. Ne zaman bir şeye sıkışsa Naci yanında olmuştu. Şimdi onun yardıma ihtiyacı vardı ve onu kıramazdı. Çantasından bir serum çıkartıp, gencin koluna taktı. Yarayı açıp eliyle yokladı.
- Kurşun, girip çıkmış, ancak iç kanama var. Kanı durdurmak için bir iğne yapmalıyım. Ama kliniğe götürsek daha iyi olur;dedi.
Kenan hemen atılıp;
“Hayır olmaz, riskli olur, burada bir şeyler yapmalıyız”dedi
Gülseren gencin göz kapaklarını açarak muayenesini sürdürdü. Nabzını dinleyip ‘zayıf’ dedi. Ve devam etti;
“Kan vermek gerek. Çok kan kaybetmiş. Kan grubu ne acaba,”
Kenan yaralı gencin üzerinde kan grubuna ilişkin bir belge aramaya koyuldu. Mantonun iç ceplerini karıştırırken Bir tomar basılı kağıt çıktı. Gayri ihtiyari birini açtığında ‘halkımıza! Başlıklı bir bildiri olduğunu gördüler. Üçü de bir birine baktı. Yoğun bir hüzün odaya yayıldı. Kenan gereksiz bir hareket yaptığını geç fark ederek, bildiriyi hemen katlayıp yatağın altına itiştirdi. Gülseren yaralı gencin Naci’nin şoförü olmadığını anlamıştı. Kenan’a ve Kemal’e anlamlıca baktı. Kendine gerçeği söylememişlerdi. Güvenmemişlerdi... Yüreği burkuldu, yüzü buruştu. Elleriyle yaralı gencin alnında biriken terleri silerken, gözlerinden iki damla yaş döküldü. Kenan şaşkınlığı üzerinden atarak gencin cüzdanını çıkardı. Ehliyetinde kan grubu vardı. Kan grubuna bakarken ismini gördü. İsmi Taylan’dı, Taylan Özgür.
Gülseren sert bir ifadeyle;
“Kan gerekli beyler en az dört ünite kan gerekli” dedi.
Kenan hemen üzerini çıkartıp, gömleğinin kolunu çemredi.
“Ben verebilirim, benim kanım uyuyor”dedi.
Gülseren Taylan’dan gözlerini ayırmadan;
“Senin kanın yalnız yetmez, kan satın almak gerek,” diyerek cep telefonundan bir numara çevirdi. Emreden bir ses tonuyla; ‘Cevdet beni iyi dinle; birincisi kan almak için gerekli malzemeleri al, ikincisi hastaneye gidip ORH+ dört ünite kan al. Bizim hesaba yazsınlar. Bunları alıp Cogito bara gel. Anladın mı beni, ben burada bekliyorum. Burayı biliyorsun değil mi? Tamam hemen bekliyorum”dedi ve telefonu kapattı.
Artık beklemek gerekiyordu. Yapılacak başka hiçbir şey yoktu. Aşağıya indiler. Ebru ve Naci masada oturuyorlardı. Masaya yaklaştıklarında Gülseren Kemal’e dönerek;
“Bu şıllık ne geziyor burada. Olanları biliyor mu?”Dedi.
Bir an kendine şaşırdı. Yıllar öncesinin Gülseren’i oluvermişti. Kemal hafice tebessüm ederek;
“Kızma hiçbir şey bilmiyor. Biraz dikkatli olalım yeter. Rahat ol” dedi.
Naci Ebru ile sarmaş dolaş oturuyordu. Arkadaşlarına her şey yolundamı anlamında baktı. Rahatladı. Kendine çeki düzen vererek;
“Gelin arkadaşlar, hepimizin şerefine kadeh kaldıralım,”dedi. Sesi sarhoşçaydı. Kemal;
“ Evet arkadaşlar benim acil olarak içmem gerekiyor” diyerek Naci’ye katıldı. Kenan gülümseyerek;
“Acil olmasın normal olsun”dedi, sinsice gülümseyerek.
Kemal garsonlara dönerek, masanın donatılmasını istedi. Naci Gülseren’ e takılmadan edemedi. Yanağından bir makas alıp;
- Ne haber ihtiyar fıstık, ne yapıyon , görüşemiyoruz, dedi.
Gülseren normal haline dönmüştü. Kendine yalan söylemelerinin kızgınlığı geçmişti;
“Gözün sübyanlardan bizi görmüyor. Aradın da görüşmedik mi” diyerek bir kahkaha attı.
Yeniden günlük,sıradan muhabbetlerine dönmüşlerdi.

Bir saat kadar sonra garsonlardan bira masaya gelip, “Gülseren hanımı bir bey arıyor” deyince yeniden ciddileştiler. Gülseren ile Kenan masadakilerden izin isteyip kalktılar. Kenan doğrudan müdüriyete çıkarken, Gülseren getirilen kutuyu almak için kapıyı gitti. Canlı müzik grubunun barı dolduran sesi, kulakları tırmalıyordu. Gülseren yukarıya çıktığında , Kenan’ın gömleğinin kolunu çemremiş olduğunu gördü.
“Önce gelen kanları takalım, yetmezse senden alırız. Hem belki senin kanını tahlil etmek gerekebilir;”dedi gülümseyerek.
Gelen paketi açıp, kan poşetini çıkardı. Taylan’ın gömleğinin kolunu sıyırıp, kanı taktı. Arkasından yarayı açıp tekrar baktı. Dış kanama azalmışı. Yapılacak başka bir şey yoktu. Beklemek gerekliydi. ‘Bekleyeceğiz’ dedi, Gülseren. Birer sigara çıkartıp yaktılar. Gülseren sigarasından birkaç nefes çektikten sonra, Kenan’a dönerek;
“Kim bu çocuk, dedi. Artık yalan istemediğini ses tonuyla anlatmış gibiydi. ‘Bana neden gerçeği söylemediniz, gelmem diye mi korktunuz, yoksa sizi ele veririm diye mi “
Ses tonu kırıktı. Kenan önce ne diyeceğini bilemedi. Yumuşak bir ses tonuyla;
“Öyle değil, alınmamalısın, seni telaşlandırmak istemedik”dedi
Başını elleri arasına alan Gülseren, üzgün bir ifadeyle;
“Nerelere savrulduk Kenan, görüyor musun. Bu yaşa geldik, bir yığın şey yaşadık, ama yinede bir birimize güvenmiyoruz”dedi.
Kenan ‘evet’ anlamında kafasını salladıktan sonra;
“Yazık bizlere, ancak bunda bir başka suçlu veya neden aramamak gerekir. Suçlu bizleriz” dedi.
Derin bir hesaplaşma yaşıyor gibiydi. Konuşacak çok şey vardı. Ancak ikisi de konuya girmeye cesaret edemiyordu. Kenan sigarasından derin bir nefes çektikten sonra;
- Adı Taylan Özgür. Arka sokaklarda bildiri dağıtırken yaralanmış, kaçarak buraya sığındı. Bizde onu yukarı taşıdık ve polise vermedik. Hiç değilse bunu yapabilelim; dedi.
Bir süre bir birlerine bakmadan, öylece sustular. Aşağıdan gelen müziği dinlediler. Hiç konuşmadan bir birlerine çok şey anlattılar. Yaklaşık yarım saat kadar sonra Gülseren Taylan’ın biten kan poşetini değiştirdi. Birlikte aşağıya indiler. Kemal ve Naci biraz daha içmişler ve çalan müziğe eşlik etmeye başlamışlardı. Masaya oturduklarında Naci, Kenan’ın kulağına eğilip;
- Nasıl oldu bizim militan arkadaş, kendine gelebildi mi, diye sordu.
Kenan üzgün bir ifadeyle, Taylan’ın henüz kendine gelmediğini anlattı. Ve ekledi;
- Sende fazla içme istersen. Sana ihtiyacımız olabilir.
Naci, dili pelteleşmiş bir şekilde;
- Bana içkiden bir şey olmaz arkadaşım, inanır mısın, yıllar sonra ilk kez kendimi işe yarar hissettim ve mutlu oldum, anlıyor musun? Can çekişen bu genç beni mutlu etti. Bir insanın ölmek üzere oluşu, bana yaşam gücü verdi. Lanet bir insanım ben; diyerek ağlamaya başladı.
Kemal Naci’nin ağladığını fark edince, Ebru’nun kolundan tutup masadan uzaklaştırdı. Bara yaklaşınca Kulağına eğilip;
- Ebru bak, onlar özel kimi sorunlar yaşıyorlar, onlara biraz izin ver, konuşup rahatlasınlar. Hepside kendini kötü hissediyor. Kusura bakma olur mu; dedi.
Ebru neler olduğunu pek anlayamamıştı, ancak fazla direnmedi.
- Peki, bende gidecektim zaten, Naci’ye selam söyle, görüşürüz; diyerek barı terk etti.
Ebru kızmıştı, ancak Kemal pek aldırış etmedi. Masaya tekrar döndüğünde Naci’nin hala ağladığını gördü. Naci kendini tutamıyor, için için ağlıyordu. Artık konuşamıyordu. Kenan ellerini Naci’nin omuzlarına koyup, hafifçe sarsarak;
- Tamam dostum çocuğa yardımcı olmak istiyorsak, sakin olmalıyız. Hepimiz benzer duygular yaşıyoruz. Ancak şimdi zamanı değil; dedi.
Naci biraz sakinleşerek Kenan’a döndü ;
- Hey bana şeflik yapma, artık şefim değilsin, ben senin patronunum, tamam mı;dedi gülümseyerek.
Arkasından Kenan’a sarıldı. Biraz rahatlamış gibiydi. En azından şimdi zamanı olmadığını anlamıştı. O genç çocuğa bir zarar gelsin istemiyordu.
Rakı bardakları yeniden doldu. Kadehler yeniden kalktı. Konunun dışında alakasız sohbetler bulup rahatladılar. Gülseren arada bir yukarıya çıkıp, Taylan’a bakıyor, biten kanını ve serumunu değiştiriyordu. Kalp atışlarını dinliyor, nabzını takip ediyordu. Taylan’ın saçlarını elleriyle arkaya tarayıp, ‘yavrum benim nede genç’ diye geçirdi içinden. Taylan ellerini sıkmış, yumruklaştırmıştı. Açmayı denedi, açamadı. Kızı Özge’nin söyledikleri geldi aklına. ‘Anne demişti, siz yaşadıklarınızı kaybetmişsiniz. Ağır gelmiş sizlere, tükenmişsiniz. Şimdi yorgun, bezgin halinizle ne geçmişe sahip çıkabiliyorsunuz nede bu gününüze. Geleceğinize ise, hepten sırtınızı dönmüşsünüz.’ Henüz on sekizine yeni giren ufacık kızı, kendisini sorguluyordu. Onu özgür yetiştirmişti. Kendi bedenini ve cinsiyetini tanıyarak yaşama egemen olsun istemişti. Onun solcu olması için hiçbir çaba sarf etmemişti. Yetişkin bir genç kız olunca da özgür cinsel kimliğiyle yaşasın, kendisiyle barışık ve mutlu oldun istemişti. Kendisi genç kızlığını cinselliğe yabancı geçirmişti. Ne bedenini tanımış nede cinselliğin güzelliklerini. Sevdiğini düşündüğü bir dava arkadaşıyla devrim nikahlı evlenmiş ve horoz kalkması gibi bir kez birlikte olduktan sonra hamile kalmıştı. Daha hiçbir şey yaşamaya fırsat bulamadan kocası yurtdışına kaçmak zorunda kalmıştı. Kendiside göz altılardan sonra, anlamsız, boşlukta bir yaşamı yaşamak zorunda kalmıştı. Kadınlığını, cinselliğini çok sonraları yaşayabilmişti. Yıllardır pek çok erkekle birlikte olmuş, tarifsiz hazlar yaşamıştı. Kızı kendisi gibi değil, her şeyi zamanında doygunca yaşasın istemişti. Ancak kızı gitmiş solcu olmuştu ve annesini acımasızca eleştiriyordu. ‘Nerede hata yaptım’ diye sık sık düşünür olmuştu. Bir an Taylan’ın yerinde kızının olduğunu düşündü. Yüreği titredi.
Taylan’ın iniltisiyle kendine geldi. Sevgiyle bakarak ellerini tuttu. ‘İyileşeceksin yavrum, sakin ol’ dedi. Taylan gözlerini açmış anlamsızca sabit bir noktaya bakıyordu. Sanki nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. Gülseren sevinçten ne yapacağını şaşırmıştı. Sarılıp Taylan’ı kucakladı. Yaşadığı sevinç tarif edilemezdi. Hiçbir haz bu sevincin yerini tutamazdı. Yerinden fırlayıp hızla aşağıya indi. Masaya eğilip;
- Arkadaşlar gözlerini açtı;dedi.
Masadaki herkesin gözleri parladı. Sevinçten Naci ses tonunu ayarlayamayınca Kenan onu uyardı. Bir birlerinin ellerini sıkıp kucaklaştılar. İlk kez bir birlerine eskiden olduğu gibi gülümsediler. Rakı bardaklarını doldurdular ve yaşamı yeniden yakalayan Taylan’ın şerefine kadeh kaldırdılar. Yüreklerinde yıllardır yaşamayı unuttukları tanıdık bir sevinç vardı. Sanki yaralı olan Taylan değil de kendi yürekleriydi. Ve iyileşende Taylan ile birlikte, yılların yorgunu, yıpranmış yaralı yürekleriydi. Birbirlerinin gözlerine yıllar öncesinin sıcaklığıyla, hesapsız baktılar. Gözlerden yüreklere ulaştılar. Ve yıllardan sonra ilk kez kendilerini kendileri gibi hissettiler.

Bar sakinleşmiş, içkiye ve eğlenceye doyan müşteriler yavaş yavaş evlerinin yolunu tutmuştu. Sabaha az kalmıştı. Müzisyenler eşyalarını toplamış, gitmeye hazırlanıyorlardı. Kemal saz çalan müzisyene seslenerek Kalmasını ve kendilerine, kendi parçalarını çalmasını söyledi. Garsonlar ve müzisyenler şaşırmıştı. Kemal kendi barında hiçbir zaman ajitasyon müziği yaptırmazdı. 'Çaresiz tamam ağbi' dediler. İşi olmayan garsonlar birer sandalye çekerek masanın yakınına yerleştiler. Ve müzisyen Ali 'Karlı kayın ormanında 'parçasıyla başladı. Şarkışla türküsüne geldiklerinde barda ki herkes koro oluşturmuştu. Şarkılar söylendi, rakılar içildi.
Barın uzak bir köşesinde, tek kalan bir masada iki kız ve bir erkek oturuyordu. Yaşları yirmilerde gibiydi. Onlarda türkülere katılıyor, coşkulu ortamı paylaşıyorlardı. Kızlardan biri kalkıp masaya geldi. Kenan'a doğru eğilerek' bende size katılabilir miyim' dedi, ürkek bir ses tonuyla. Kenan genç kızla göz göze geldi. Genç kızın bakışları müthiş güzeldi. Kenan tabi buyur diyerek ona yer açtı, gözlerini kızın menekşe gözlerinden ayırmadan. Nice sonra kendine geldi. 'Puştluk yapma, akıllı ol 'dedi kendi kendine, 'hiç değilse bu gün uslu dur.'
Gülseren bir ara müzisyen Ali'yi durdurarak 'şimdi Kenan bize bir şiir okuyacak' dedi. Herkes olanca şiddetiyle alkışlamaya başladı. Kenan ısrara dayanamadı, ve başladı; 'Ben hep on yedi yaşındayım...'Bardaki herkes, Kenan'ın bazen yükselen, bazen fısıltıya dönüşen duygu yüklü sesinin büyüsüne kapılmıştı. Şiir bittiğinde herkes alkışlıyordu. Alkışlar kesildiğinde üst kattan zayıf bir alkış sesi duyuldu. Herkes şaşırmıştı. Gülseren Fırlayıp yukarı çıktı. Taylan kendine gelmiş, aşağıyı dinlemeye koyulmuştu. Kenan''n okuduğu şiiri dinleyince dayanamayıp, zorlanarak alkışlamaya çalışmıştı. Gülseren ağlayarak Taylan'a sarıldı. Taylan neler olduğunu pek anlayamamıştı, ama onun saçlarını okşadı. Hayatını kurtarmışlardı. Gülseren bir süre sonra başını kaldırıp, Taylan’a bakarak 'hoş geldin çocuk' dedi. Taylan ince bir gülümsemeyle karşılık verdi. Gülseren Taylan’a 'rahatına bak, emin ellerdesin' diyerek aşağıya indi.
"Kendine geldi, kurtuldu" dedi,
Salonda ki herkes bu kez Gülseren'i alkışladılar. Tüm gizlilik çabaları boşa gitmişti. Garsonlar durumu biliyordu ancak yeni gelen kız ve arkadaşlarıyla, müzisyen Ali olanlardan habersizdi. Kız Kenan'a sormaya niyetlendi ancak Kenan 'boş ver biz türkülerimizi söyleyelim' diye yanıtladı gülerek.
Gün ışımaya başladığında herkes yorgun düşmüştü. Artık gitme vaktiydi. Kemal garsonlara gitmelerini söyledi. Masaya sonradan gelen genç kız ve arkadaşları da gitmeye hazırlanıyordu. Genç kız Kenan'a dönerek 'istersen kalabilirim' dedi. Kenan onu sıkıca kucakladı. Önceleri olsa 'kal' derdi, ama bu gün olmazdı. 'Hayır git yarın burada görüşürüz' dedi. Genç kız kırılmış bir ses tonuyla;' tamam, görüşürüz' diyerek arkadaşlarının yanına gitti.
Kenan bu kez farklı davranıp arkadaşlarıyla kalmayı yeğlemişti. Bunu yaptığını düşündükçe seviniyordu. Kendini aşmaya başlamıştı. Herkes gittiğinde onlar baş başa kalmıştı. Kenan, "Taylan'ı burada bırakamayız" dedi.
Naci sarhoş sesiyle, "Tabi ki burada bırakmayacağız. Benim özel bir evim var. Kimse orayı bilmez. Oraya götürelim; dedi. Gülseren gülümseyerek,
"senin garsoniyerine mi götüreceğiz" dedi gülümseyerek. Hep birlikte güldüler.
Naci alıngan bir şekilde "en emniyetli yer orası olur"dedi. Kenan rakının verdiği rahatlıkla;
" Taylan mücadelede her yere düşmeyi göze almıştır, ancak bir garsoniyere düşmek aklına bile gelmemiştir" dedi.
Hep birlikte gülerek ayağa kalktılar. Kenan ve Kemal Yukarı çıkarak Taylan’ı aşağıya indirdiler. Taylan yine bayılmıştı. Gülseren, bitkinlikten olmalı diyerek onları sakinleştirdi. Taylan'ı cipe bindirdiler. Kemal ve Gülseren'de onun yanına bindiler. Naci Kenan'ın arabasına binerek öne geçti. Yolu kontrol ederek hareket ettiler. Yaklaşık yarım saatlik bir yolculuk sonrasında eve vardılar. Taylan'ı indirip eve taşıdılar.

Gülseren’in yaptığı kahveyi hep beraber içtiler. Herkesin yüzünde sıcacık gülümsemeler vardı. İçtikleri rakılar kaybolmuştu. Bir süre başları önlerine eğik, öylece oturdular Konuşmaya kimse cesaret edemiyordu. Herkesin yüreği doluydu, herkes kendi beyninde kirlenmenin çatışmasını yaşıyordu. Utanıyorlardı. Öncelikle kendilerinden... Kimdiler? Nasıl bir yaşam yaşıyorlardı. Kent soylu yaşamlarında neden mutlu değillerdi. Naci bir ara başını kaldırdığında, Kenan ile göz göze geldi. Hemen bir telaşla gözünü kaçırdı. Bunu neden yapmıştı, bilmiyordu. Belleklerinde yirmi yıllık tozlanmış resimler canlanmıştı. Tozlar dağılmış gerçekler ortaya çıkmıştı. Uzunca süredir yadsıyıp, görmezlikten gelmeye çalıştıkları pek çok çatışkı gün yüzüne çıkıyordu. Direnmek boşunaydı, artık çözmek gerekiyordu. Ancak, kimse bu gece, bu konuda tek kelime etmeye cesaret edemiyordu. Her şeyin kendi içlerinde bir yerlere oturması için zamana ihtiyaç duyuyorlardı. Sessizliği Kenan bozdu; sabah oluyor arkadaşlar, artık evlerimize dağılalım. Taylan yalnız kalabilir. Yarın sabah erkenden gelelim. Tabi işi olmayanlar; dedi. Diğerleri onu onayladılar. Taylan’a son bir kez bakıp evlerinin yolunu tuttular.
Kenan evde Taylan ile tek başına kalmıştı. Odaya gidip Taylan'a baktı. Yediği iğnelerin etkisiyle rahatça uyuyordu. Rengi biraz düzelmişti ancak yinede sarıydı. Alnına dokunup, ateşine baktı, zararsız gibi görünüyordu. Salona geçip kendisine bir bardak rakı koydu. Denizi gören bir koltuğa oturup, sigara yaktı. Kafasını koltuğun arkasına bıraktı. Yüzünde acıyla hüzün karışımı bir ifade vardı. Bir hoşnutsuzluk, bir uyumsuzluk...
"Biz yitiyoruz" dedi, kendi kendine. "Özgür bireyler adına, kimliksiz bireyler olduk, özlemlerimiz karşılığını bulsun derken, cins delisi çıktık. Bedensel haz derken, beyinsel mutluluğu es geçtik. Yamuk yumuk adamlar olup çıktık. Özgürlük beyni özgürleştirir, ufku açar derken biz beynimizi daralttık. Hızla yabancılaştık. Kendi iç barışımızı bozduk. Rüyalarımızı bile yitirdik. Yaşamı yeniden kurgulayamadık, ilk kez içine girdiğimiz sahici yaşamda bal gibi tökezledik. Ve beklemeye başladık... Godoyu bekler gibi, ne beklediğimizi bilmeksizin bekledik. Beklerken de savrulduk, dağıldık. Biz nasıl mutlu olacağız. "
Mutluluğu düşünürken aklına birkaç gün önce yaşadığı bir gece geldi. Kadınlı erkekli birkaç sıradışı arkadaşıyla birlikte, müthiş bir gece yaşamıştı. Ve belki de yaşamında ilk kez bu kadar haz almıştı. Kafasında ki kurallar kendisini biraz daha rahat bıraksalardı, çok daha güzel yaşayabilecekti... Doğru olanda bir türlü karar kılamıyordu. Belki de doğruyu arama çabası yanlıştı. Doğruyu arama telaşıyla, belki de yaşamdan, yaşamın güzelliklerinden kopuluyordu.
Kenan kendini kaptırmış gidiyordu. Rakı bardağını yeniden doldurmaya kalkarken; "sen çağını bile yaşayamıyorsun, asıl gerici sensin" dedi kendi kendine. Kızgın ve sinirliydi. Kendisine öylesine kızıyordu ki, bedenine ve sağlığına bile hunharca davranıyordu. Kendisine, kendisi değil gibi davranıyordu. Yüreğindeki yılan kendisini yok etmeye çalışıyordu. Öncelikle kendini arındırmalıydı. Yüreğindeki yılanı boğup atmalıydı. Kimi zaman aynanın karşısına geçer, çırılçıplak bedenine saatlerce bakardı. Aynadaki siluetine sıkça tükürmeyi de ihmal etmezdi. Tıpkı sigarayı bırakma yöntemi gibi, kendisinden tiksinirse, kendisini bırakıp arına bileceğini düşünüyordu.
Artık gözleri yalnızca bedensel ilişkilerin doruklarında parlıyordu. Oysa eskiden, birilerine ile her hangi bir konuyu anlatırken bile gözleri parlardı, yüreği kıpraşırdı. Mutlu ve özgür bir ülkeyi tasarlarken, tüm benliğiyle hisseder,, özlemini duyduğu ülkenin güzellikleri yüzüne yansırdı. Yaşama ve geleceğe inanırdı. Daha çocuk denilen yaşta, yaşamı kavradığını düşünmüştü. Kırk yaşlarına yaslandığı şu günlerde, gözlerinde bir mum ışığının feri kadar bile bir parlaklık kalmamıştı. Yaşama değil, kendine yenik düşmüştü. Bir bardak daha rakı almaya kalkarken, "sen sapıttın aslanım, on yıl, içeride yaşayamadığın her şeyin intikamını yaşamdan almaya çalışıyorsun." dedi usulca. Artık kendi kendine yüksek tonla konuşuyordu. Rakının sarhoşluğu onu kendine daha açık kılmıştı. Artık maskeye ihtiyaç duymadan, kendine acımasızca saldırıyordu. Ayağa kalkmış, pencerenin kenarında voltaya başlamıştı. Hızlı adımlarla beş metrelik oda kenarında dönüp duruyordu. Hızını her seferinde biraz daha arttırıyor, bacaklarını bile tüketmeye çalışıyordu. Derin derin nefes alarak sakinleşmeye çalıştı. Şairin bir dizesi geldi aklına; "Yüreğime ateş düştü ben iflah olmam..." evet sen iflah olmazsın, sen rüyalarını bile yitirmişsin arkadaş, kendine hoşça kal de...
Küçük mutluluklar, büyük mutluluklar adına harcanarak mutsuz mu kalınmalı? Yoksa büyük mutlulukları kaçırdık diye, küçük mutluluklarla yetinmesini mi bilmek gerek... Küçük mutluluklarla yetinmek hep onlarla kalmak demek olmayacak mıydı? Küçük işlerin, küçük kazanımların, küçük mutlulukların küçük insanlarımı olacaktık. Küçüklük kötü müydü? Ya büyüklük; bizlerin işi değil miydi. Büyük işlere soyunan bizler büyük müydük? Büyük, küçük... Her büyük bir önceki sürecinde mutlaka küçük değil miydi? Büyüğünde küçüklüğü vardı, Büyük küçüklerin çıkarıldığında geriye kalan değil miydi?
Pencere camının yankısında kendini izledi. Gözlerini yeniden parlatmaya çalıştı. Hani kendine güvenli, rahat ve barışık halinin gözlerine yansıyan biçimini... Olmuyordu. Kaşları hemen çatılıyor, bakışlarına öfke doluyordu. Bir tiyatrocunun rolüne çalışması gibi kendini gevşetip, tekrar tekrar denedi... Beceremedi.
"Bu gözler senin değil, sana yabancı "dedi kendi kendine.
Saatler sonra, beynindeki hücresine çekildiğinde, bitkindi. Rakının sarhoşluğuyla, biraz huzurlandı. Koltuğa oturup, bacaklarını kendinde topladı. Başını yana yıkıp elleriyle yüzünü kapadı. Sessizce akan göz yaşlarının nemini hissettiğinde, biraz daha rahatladı. Bir iki direnmeden sonra, badeni uykuya yenik düştü. Gün ışımaya başlamıştı.

Naci arabasına binip, kontağını çevirdi. Dev cip gürültüyle binadan uzaklaştı. Naci ilk kez bindiği arabasından utandığını hissetti. Oysa bu cipi almayı o kadar çok istemişti ki... Onu kullanmaktan tarifsiz haz alıyordu. Tıpkı güzel bir kadınla yatmak gibiydi. Yaşamda geç kaldığı zamanı onunla yakalamak ister gibiydi. Arabasını sevmiş, onunla hep gizli bir övünç duymuştu. Şirketinde pek çok araba vardı. Neredeyse şirketinde yaratan her personele araba almıştı. Ancak cipinin yeri başkaydı. O bir güç ifadesiydi. O, yaşamda kaybettiklerinin başka bir açıdan kazanımıydı. Nedense şimdi, ilk kez arabasında nefret etti. Ona yüklediği anlamdan dolayı kendine kızdı. Arabası için düşündükleri basit ve çocukça geldi. “Boktan bir şey” dedi, kendi kendine.
Yaşamınla ve kendinle mutlu musun... Yollardan, taylaşmış bir yılan gibi süzülerek geçip, evine vardı. Gün aydınlanmış ve sabah olmuştu. Bir yığın iş kendisini beklemekteydi. Sabah dokuz toplantısına yetişmeliydi. Evinden içeri girdiğinde, herkes uyuyordu. Doğruca oğlu Deniz’ in odasına girdi. Deniz rahatça uyuyordu. Bilgisayarı açıktı. Muhtemelen geç yattığını düşünerek, kapattı. Bir süre oğluna baktı. Ona yeni ithal bir araba almıştı. Ancak pek binmiyordu. Hele okula arabayla gittiğini hiç duymamıştı. Arkadaşlarıyla yaşamda eşit olmak istiyordu. Bu nedenle özel bir ayrıcalık yaratan hiçbir şeyi kullanmıyordu. Babasıyla övünüyor muydu? “Benim param dışında övünülecek neyim kaldı,” dedi kendi kendine. Oğlu da parasını kullanmamaya çalışıyordu. Zorunlu haller dışında, paraya dönük şeyleri hiç istemezdi. Dar arkadaş çevresinde, kendi özgün dünyalarını yaşıyorlardı. Yaşamı tüm yürekleriyle paylaşıyorlar ve mutlu oluyorlardı. Küçücük şeyler, körpe yüreklerini mutlu etmeye yetiyordu. Taylan geldi aklına, yaralı acı çeken haliyle. Yüreği ürperdi. “Oğlum Taylan’ı tanıyor mu acaba diye düşündü, kaygılandı. Deniz’ in öğrenci derneğindeki faaliyetlerinden haberdardı. Kimi zaman konuşup, tartışıyorlardı.
“Gençlik kendi geleceğine sahip çıkmak istiyor, baba” diyordu. Naci’ de hiç anlamıyormuş gibi; “oğlum ben senin geleceğine zaten sahip çıkıyorum” demişti de, bir güzel kızdırmıştı oğlunu.
“Ben gençken...” diye başlamaya yeltendiği tüm konuşmalarını Deniz hemencecik kesip; “geçmiş orada kaldı baba, bu güne ve geleceğe bak, boş ver şimdi ben gençkeni.... Bu gün nasıl yaşıyorsun önemli olan bu” diyordu. Naci buna müthiş kızıyordu, ancak verecek yanıtta bulamıyordu.
Denizin odasının duvarında, büyükçe bir CHE resmi asılıydı. Bilgisayarının yanında ki uzunca kitaplık silme kitap doluydu. Sürekli okuyordu ve yaşamı anlamaya çalışıyordu. Saçları uzun, sol kulağı küpeli değişik bir gençti. Naci küpesi yüzünden aylarca tartışmıştı onunla. Kendi oğlunun kulağına küpe takıp dolaşmasını uzunca bir süre sindirememişti. Ama artık alışmıştı. Küpeli, uzun saçlıda olsa oğlunu kimlikli buluyor, onu seviyordu. Yaşamda ki tek varlığının o olduğunu söylüyor ve onsuz bir yaşamı düşünemiyordu.
Taylan’ın yerinde kendi oğlu olsa çıldırabilirdi. “Bencillik” dedi, kendi kendine, herkes bencil olursa ne olacaktı? Kimse taşın altına elini sokmazdı. Ölen arkadaşlarını düşündü anaların feryatlarını... Herkes kendi evladının atmacasıydı. Bir paradokstu bu. Naci’nin katlanabileceği bir şey değildi. Yorgun yüreğiyle asla böyle bir şeyi kaldıramayacağını düşündü. Büyük bir sevgiyle uyuyan oğluna sarıldı. Deniz babasını hissetti ve uyandı. Naci ağlıyordu. Deniz yatağından kalmaya çalışarak,
“hey baba, ne oldu sana” dedi.
Naci suç üstü yakalanmış gibi kendini geri çekti. “Bir şet yok” dedi, “sana sarılmak istedim.”
Ağır hareketlerle bilgisayar masasının sandalyesine oturdu. Deniz de yatağında doğrulmuş onu izliyordu.
“Saat kaç baba, yenimi geldin” dedi.
Naci saatine baktı; “ altı olmuş, sabah yapmışız” dedi.
Deniz babasının neyi olduğunu anlayamamıştı. Sorsa da anlatmayacaktı, biliyordu. Ancak belli ki mutsuzdu.
Naci içine kapanıktı. Sevgisini, duygularını çevresindekilere çok zor yansıtırdı. Oğlu büyüdükten sonra, ona,birkaç özel gün dışında sarılmamıştı bile. Onu sevdiğini hiçbir zaman söylememişti. Deniz babasının kendisini sevdiğini bilirdi. Hep bir sınır olmuştu aralarında. Deniz kimi zamanlar babasının kendisine karşı duyarsız davrandığını düşünür, üzülürdü. Ancak sonraları babasını olduğu gibi kabul edip, öylece sevmeyi öğrendi.
Babasının gençlik yıllarına ilişkin pek çok şey duymuştu. Hatta birkaç yıl önce milli kütüphaneye gidip, o dönemin gazetelerinde, babasının ismini aramıştı. Bulmuştu da. Önlerinde tonlarca silah dolu olan bir masanın arkasında, bir grup insanın arasında babasının da olduğu bir gazete güpürünü görmüştü. Haber aynen şöyleydi;
“Filan örgütün Marmara bölgesi birimi çökertildi. Bölge sorumlusu Naci Demir, arkadaşlarıyla birlikte, çok sayıda silah ile yakalandı.”
Fotoğraf da babası objektife bakmıyor, uzamış sakalıyla bitkin görünüyordu. Kalabalık arasından bir başkası zafer işareti yapıyordu. Deniz babasına ait bu haberi okuduktan sonra hem sevinmiş hem de üzülmüştü. Sevinmişti; çünkü, babasının hiç anlatmadığı gençlik dönemine ilişkin, sahip çıkacağı bir gerçeği öğrenmişti. Üzülmüştü; çünkü, babası o dönemlerine sahip çıkmamıştı. Neden acaba diye aylarca kafasında sorgulamış durmuştu. Haberin fotokopisini alıp ava getirmişti. Nice sonra babasına gösterdiğinde, babası pek hoşnut olmamıştı.
“Bunlar eskide kaldı, boş ver bunları deyip” kestirip atmıştı.
O dönemlerine ilişkin hiçbir şey anlatmak istemiyordu.
Naci yığıldığı sandalyeden kalkarak,
“ben bir duş alıp, hazırlanayım, bir yığın işim var bu gün. Hadi sende uyu artık,” dedi.
Deniz babasına biraz daha yakın olma isteğiyle;
“hayır bende uyuyamam artık, kalkayım da, birlikte kahvaltı yapalım, diyerek yataktan kalktı.
Deniz kahvaltı hazırlarken, Naci duşunu aldı. Bu arada Nermin uyanarak, bu erken saatte ki hareketliliğe şaşırdı. Deniz’ e seslenerek;
“Hayırdır oğlum sabah sabah neler oluyor,” dedi, uyku sersemliğiyle. Deniz annesine gülümseyerek;
“babamla birlikte kahvaltı yapmaya karar verdik,” dedi. Sesinde sıcak bir mutluluk vardı.

Gülseren’i evine Kemal bıraktı. Yolda hiç konuşmadılar. Bir birlerine söylemek istedikleri her şeyi, sessizliğe gömdüler. Sessizlik anlam yüklendi. Gülseren eve geldiğinde, gün aydınlanmıştı. Üzerini değiştirip rahat bir şeyler giydi. Kızının odasına girip bir süre baktı. Özge deli yatıyordu, üzerini açmıştı. Özge’nin üzerini örterken, ne kadar güzel olduğunu düşünüp mutlandı. Genç ve güzel bir kız olmuştu, özge. Düzgün, uzun bacakları, yuvarlak kalçası ve biçimli burnuyla, alımlıydı. Uyandırmamaya özen göstererek, sessizce kapısını çekip, salona geçti.
Viski şişesini ve buz kasesini alıp, odasına geçti. Aynada kendisine bakarken, içkisini doldurdu. Saçlarını ve göğüslerini yokladı. Ayna karşısında yan durarak kendi kalçasına baktı. İnce geceliğinden, kalçasının arasına giren külotunun yarattığı çekiciliği gördü. Kendi görüntüsünü her zaman beğenirdi. Güzelliğini severdi. Uzunca bir süre uğraşmıştı, bedenini ancak özgürleştirebilmişti. Bedeninin her santimini tanımıştı. Cinselliği dorukta yaşamayı öğrenmişti. Bedeninin her santimi farklı bir haz kaynağıydı. Kendi bedenini okşamayı sürdürerek, içkisinden bir yudum daha aldı. Cinselliğin sınırsız olduğunu düşünüyordu. Sınırlar cinselliği yok ediyordu. Hep dorukta ve sınırsız yaşanmalıydı. Öyle de yaşıyordu Gülseren. Cinsel bir tatmini yaşayabileceği hiçbir fırsatı kaçırmaz, hiçbir şeyi denemekten kaçınmazdı. Kafasında saplantıları, kuralları yoktu. Hem cinsiyle yaşadığı bir ilişkiden bile müthiş zevk almasını bilmişti. Cinselliği yaşamın ekseni olarak görüyordu, bilinçli ve barışık bir cinsellik... Horoz kalkması gibi başlayan cinselliğini bu noktaya taşıması az şey değildi. Özge’nin babası Cem ile yaşadığı ilk geceyi hatırladı. Gülümseyerek, “acemiceydi ve telaşlıydı” dedi kendi kendine.
Tek kazanımı Özge olmuştu. Cinsellik adına tam bir fiyaskoydu. Kalabalık kalınan bir evin arka odasında, gürültü çıkartmamanın telaşıyla yaşanmıştı. Işık söndürülüp oda karartılmış ve yarı çıplak başlanılan ilişki birkaç dakikada son bulmuştu. Cem daha üzerine çıkmadan boşalacak gibi olmuş ve bir telaşla henüz hazır olmayan Gülseren’e girmeye çalışmıştı. Girer girmez de boşalıvermişti.
Özgenin üretildiği o gecenin sabahın da, operasyonlar nedeniyle Cem kaçmak zorunda kalmıştı. Gülseren bir süre göz altında ve cezaevinde kaldıktan sonra dışarı çıktığında Özge’ yi doğurmuştu. Cem ise Avrupa’ya ulaşmıştı. Gülseren, Özge birkaç yaşına gelene kadar ailesiyle kalmış, sonra kendi yaşamını kurmak için ayrılmıştı. Ailesinden ayrılıp kendi evine taşındıktan sonrada bir süre, hiç kimseyle birlikte olmadan yalnız yaşamıştı. Bazı geceler çıldıracak gibi olmuştu, ancak yinede bir ilişki yaşamaya cesaret edememişti. Nice sonra cesaretini toplayıp ilk ilişkisini yaşadıktan sonra, cinselliğini tanımaya başlamıştı. Tanıdıkça hoşlandı, hoşlandıkça defalarca yaşadı. Her defasında değişik zevkler almaya başladı. Onlarca sevgili, aşık değiştirdi. Birlikte olduğu tüm erkeklerden istediği şeyi almasını bildi. Kendisi için sevişiyor ve doruklarda yaşıyordu.
Boşalan içki bardağını doldurup, bir yudum daha aldı. Aynada kendini seyretmeyi sürdürdü.
“Yaşam yalnızca bacakların arasından alınan haz mıydı, başkaca insanı mutlu edecek bir şeyler yok muydu?” diye geçirdi içinden. Pek çok insan, cinselliğin esaretine kendisini kaptırmadan mutlu olmayı biliyordu Hele bir yastıkta kocayanlar... Bunu düşünürken yüzü buruştu. Bir tek insanla, bir yastıkta sürekli aynı şeyleri yaparak yaşamak... “Heyecansız ve coşkusuz olmalı” diye düşündü. Gülümseyerek,
“azgın karı” dedi kendi kendine. Azgın lafı hoşuna gitmişti, sessizce gülümsedi. Gülümsemesini aynadan izledi.
Kafasını iki yana doğru sallayarak,
“çıldırıyorum herhalde” dedi. Şimdiye kadar birlikte olduğu erkekleri hatırlamaya çalıştı, beceremedi. Belli sayıda ve özelliklerde tıkanıp kalıyordu.
“Örgüt kurabilirdim” dedi kendi kendine. Hemen sonra kendi esprisine kızdı. “Hiç değilse bu konulara azgınlığını bulaştırma” dedi, yüksek sesle. Onlar kirlenmesin...
Taylan’ı düşündü, sonra onu bekleyen Kenan’ı düşündü. Aklına Kenan’a dışarı çıktığı ilk günlerde yaptığı espri geldi aklına, gülümsedi. Kenan dışarı çıktığı ilk günlerde Gülseren’le konuşurken hep ‘bacı’ diyordu. Gülseren dayanamayıp, bir gün Kenan’a; “Bana hep bacı diyorsun, bacı deme bir gün lazım olur,” demişti. Kenan kızarıp kalmıştı. O gün bu gündür, Gülseren’e bir daha bacı dememişti. Kendi puştluğuna bir kez daha güldü. Kenan bu olaydan sonra ona bacı demekten neden vazgeçmişti? “Lazım olacağını anlamış olmalı” diye düşünerek, sinsice gülümsedi.
Yaralı, ölmek üzere olan bir gencin yaşamını kurtarmak onu, hiç beklemediği kadar mutlu etmişti. Yıllar sonra yaşamında bir başka şeyden mutlu olmuştu. Kliniğinde pek çok hastasını yaşama döndürmüştü. Ancak hepsi bir işti. İşini yapmıştı. Ancak Taylan’ı kurtarmak, onda kimi başka şeyleri canlandırmıştı. Belki de Taylan’ı yaşamını kurtarırken, kendi içinde kurtarılmayı bekleyen pek çok duyguyu da birlikte kurtarmıştı. Ölmeye yüz tutmuş, yıllarca komada kalmış, insani pek çok değer, bu olayla yaşama yeniden mi dönüyordu.
Yıllar sonra ilk kez arkadaşlarına dostça bakabilmiş, dostluğun sıcaklığını hissetmişti. Arkadaşlarının Taylan olayını başlangıçta kendisine yanlış anlatmalarını hatırladığında, yüz hatları gerildi. Ona güvenmemişlerdi. Belki de ihbar edip, Taylan’ı ve onları ele vereceğinden korkmuşlardı. Böyle bir şeyi yapabileceğini düşünmüş olmalarından dolayı onlara kızmıştı. “Kendilerini çok matah sanıyorlar herhalde” diye geçirdi içinden. “Hangimiz bir diğerimizden daha temiziz, hangimiz geçmişimizi bu güne eksiksiz taşıyabildik, lanet olsun beceremedik işte” diye hayıflandı.
Her şey bir yana kendisine güvenilmemesini kabullenemiyordu. Geleceğe dönük kurgulara dönük kurgulara hapsolmadan, hemen şimdi yaşamayı seçmek suç muydu? Güvenilmezliğin nedeni yaşayış tarzı olabilir miydi? Pek çok yaşayış tarzı okkalı adam, güvenilmez çıkmamış mıydı? Yıllardır güven ilişkisini paylaşacak hiçbir şey yaşamamışlardı. Nereden bilinirdi ki, kimin güvenilir olduğu? Yaşamı erteleyerek güven mi kazanılırdı? Yaşam soluk bir resim gibi, canlılığını ve anlamını yitirmez miydi? Kendisi kime ne kadar güveniyordu ki, bunu hiç düşünmemişti. Düşünecek bir gereklilik hiç olmamıştı. Neydi ki güven? İllegal bir sırrı paylaşıp, korumak mıydı, sadece. Veya işkencede çözülmeyeceği imajını vermek miydi? Yoksa parada, pulda, alacakta, verecekte sözünde durmak mıydı, güvenilmek? Dün başka bir şeydi, belki bu gün başka bir şey. B u gün güvenilir olmanın kıstası neydi? On- yirmi yıl öncenin soluklaşmış bilgileriyle mi, karar vereceğiz insanların güvenilir olduğuna. Belki o dönemin kuğusallığında güvenilir olan, sahici olan bu günkü yaşamda, güvenilmeyecek bir insan olmuştur. Nereden bileceğiz...
“Bizler, bir güven metre icat etmeliyiz. İşimiz çok daha kolaylaşır.” “Belki de beni onlar nezdinde güvensiz kılan, yaşadığım değişik ilişkilerdir” diye düşündü. Gülümseyerek göğüslerini sıktı, “sizlerin yüzünden güvenilirliğimi kaybettim” dedi, alaycı bir ifadeyle.
Gülseren yaşadığı ilişkileri hep kendisi için yaşardı. Kendisini mutlu edecek ne varsa bir ilişkiden onu alır, kendisinden hiçbir şey vermeye yanaşmazdı. Belki bencilceydi ancak, bu onu mutlu ediyordu. Potansiyel bir mutsuzluk kaynağına bile tahammülü yoktu. Birde vermeye başlandı mı, sınırı olmazdı. İnsan kendini yıpratma, üzme pahasına bir şeyler vermekten kendini alamazdı. Tüm ilişkilerini kendisi için yaşıyordu ve bundan da hiçbir rahatsızlık duymuyordu.
Kenan’ın Taylan’ın üzerini karıştırırken bulduğu bildiriyi hatırladı. “Halkımıza” başlığı kocaman harflerle yazılmıştı. Bildiriyi gördüğü an, yüreğini ince bir sızı yoklayıp, gidivermişti. Nedendir bilinmez, duygulanmıştı. Taylan’ı kendinden bir parça gibi hissetmesi, o bildiriyi görmesinden sonraydı. Filinta gibi, daha yaşamının başlangıcında olan bir genç, halka bir şeyler anlatma çabası içeren bir bildiriyi dağıtırken, kurşunlanıyordu. Halka dönük bir kaygıyı daha bu genç yaşında duymaya başlamıştı. Tıpkı onlar gibi... Ölen, sakatlanan, ülke dışına itilen yüzlerce, onlarca insan gibi.
Oysa yıllardır, halka dönük hiçbir kaygı taşımıyordu, Gülseren. halkı beyninde yüzlerce parçaya bölmüştü. Önce cinsiyetlerine göre, sonra gelirlerine, düzeylerine, yaşlarına, cinsel çekiciliklerine göre, param parça etmişti, hiç farkına varmadan. Taylan’ın kanı bulaşan bildiri ile ilk kez halkı hatırlıyordu. Ayrışmamış, parçalanmamış, bütün olarak bir halkı. Ezilen, horlanan, acı çeken, yoksulluk sınırının altında yaşayan, coplanan halkı... Hırsla kadehinde yarımlanan içkisini bir dikişte içti. Gözü yine aynaya takıldı. Kendisini berbat gördü. “İğrenç bir kadınım” diye düşündü. Kendine çeki düzen vererek, göğüslerinin ve kalçalarının aynaya yansımalarını örtmek istedi. Elleriyle saçını darmadağın etti ve yüzünü şekilden şekle sokarak “sen busun işte” dedi.

Kemal Gülseren’i evine bıraktıktan sonra, arabasına ağır ağır sürerek, kentin ıssız caddelerinde dolaşmaya koyuldu. Pek sık yapardı bunu. Bardan yalnız çıktığı gecelerde, evine gitmez, saatlerce arabasıyla dolaşırdı. Şehrin karanlığında ve sessizliğinde rahatlar, kendisiyle baş başa kalırdı. Böylesi gecelerde çok değişik duygu yoğunlukları yaşamıştı. Kimi zaman ise direksiyona kapanıp, saatlerce ağlamıştı. Yine sokaklardaydı ve bütün gece yaşadıklarını düşünüyordu. Gecede kalabilse daha rahat olacaktı. Ancak mümkün müydü? Her defasında kendi anılarını yaşıyordu. Her birey önce kendi tarihini oluşturur sonrada, onun üzerine anlamlandırdığı yaşamı yaşardı. İnsanın kendi tarihini reddetmesi imkansız gibiydi. Kemal bu çelişkiyi üst boyutuyla yaşıyordu. Kendi tarihim dediği sürecine yıllarca sırt dönmeye çalışmıştı. Yok saymaya, yok etmeye uğraşmıştı. Ama olmamıştı. Her seferinde bir fırsatını yakalayıp, karşısına çıkmıştı. Önceleri ürkmüş, kaçmayı denemişti. Şiirlerinde tarih yoktu, dün yoktu, yaşanmışlıklar yoktu. Güzel kadınların ruhunda bıraktıkları sarsıntıları aktarmıştı, dizelerine. Kendi depremini hep kendine saklamıştı. Hep zannetmişti ki, dizelere aktarmaz ise zaman içinde yok olup giderdi, tarihi. Bu gün, dünü boğabilirdi.
Gel gör ki, bir gece hesapta olmadan yaşanan bir gece; yılların kurgusunu minik bir toz parçası gibi savurup atmıştı. Taylan’ı içeri almada gösterdiği kararsızlıktan dolayı utanıyordu. Korkmuştu. Korkunun telaşıyla, alelacele kurtulma refleksi göstermişti. Yaralı bir genci sokağa, polislerin önüne atmayı bile düşünebilecek kadar korkak hisseti kendini. Nefret duydu. Neden bir yaralıyı içeri aldın diye, asacaklar mıydı onu? Yoksa ‘elebaşısı sensin’ diye örgüte mi sokacaklardı? Bu kadar aptallar mıydı? Yıllarca suya sabuna karışmadan, barcılık yaparak yaşadığını bilmiyorlar mıydı? Hem de kentin zenginlerinin ipini kopardıkları bir barı, para kazanma telaşıyla işlettiğini bilmemeleri mümkün değildi.
“Korkaksın sen” dedi, kendi kendine.
“İt gibi korkaksın. Sen kendinden bile korkuyorsun, sözcüklerden korkup, şiir bile yazamıyorsun...”
Bir büfenin önünde durup on tane bira aldı. İlk birasını arabayı hareket ettirmeden açıp, şişeyi yarılayan bir yudum aldı. Arabayı bağırtarak kaldırdı. Hiçbir şeyi düşünmemeye çalışıyordu. Kısa sürede birkaç şişe bira daha bitirdi. Arabayı şehrin dışına doğru sürdü. Geceydi ve kendisiyle baş başaydı. Sarhoş olup bir köşede sızmayı planlıyordu. Ancak çatışan bir beyni sarhoş etmek kolay olmuyordu.
Uzunca bir süredir kendisiyle barıştığını zannediyordu. Akşam olup da barına gittiğinde, genç kızların kıvrak danslarını izlemeye başladığında, her şeyden kopuyordu. Akşamın erken saatlerinde içmeye başlıyor, kaliteli bulduğu müşterilerinin masaları dolaşarak, kendinden uzaklaşıyordu. Dans eden kızların, topuklarına baktığında göğüslerini görürdü. Çoğu zaman piste dans eden kadınları, dans eden cinsel organlar gibi görürdü. Yan yana dizilmiş veya karşı karşıya duran kalçalar, göğüsler, vajinalar, bir birleriyle yarışıyorlardı. İlerleyen saatlerde gözüne kestirdiği genç bir kadına yaklaşarak, kurguladığı cinselliği yaşamayı denerdi. Pek çok kadınla birer gecelik aşklar yaşamıştı. Kimi zaman öylesine sarhoş olurdu ki, kiminle ne yaşadığını, nasıl yaşadığını hatırlayamazdı bile. Gecenin sabahında, yatağında ki kadının yüz hatlarını ilk kez gördüğü olurdu. Pek çoğunun ismini hiç öğrenemedi.
Bazı geceler eski arkadaşları gelirdi bara. Onları ağırlar, hizmette kusur etmez ve asla hesap aldırmazdı. En çok Naci, Kenan ve Gülseren ile görüşürdü. Şiir öykü yazmaya çalışır, kimilerini değişik dergilerde yayınlatırdı. Artist, yazar-çizer takımının onun barına gelir, Kemal’e yakın olurlardı. Kimi zaman saatlerce, sanatın estetiğini, sanatçının üretkenliğini tartışıp dururlardı. Kemal bu türden tartışmalarda ve sohbetlerde, bilgisiyle göz doldurmayı bilirdi.
Yasal parti kurulduğunda eski arkadaşlarının bir kısmı Kemal’i de partiye çağırmışlardı. O uzak kalmayı yeğledi. Ancak para yardımında bulunmayı da ihmal etmedi. Yanında çalıştırdığı garsonlardan birsi, sıkı bir partiliydi. Onun aracılığıyla sık sık para yardımında bulunup, vicdanını rahatlatırdı.
Ne kadar yol aldı bilmiyordu. Şehre dönmeye karar verdiğinde gün aydınlanmıştı. Kendini düşüncelerden kurtarıp, gaza yüklendi. Uyku gözlerinden akıyordu. ‘Biraz uyumalıyım’ diye geçirdi içinden. Yeni doğan güne baktı, Berrak ve tertemizdi. Bir an yaşamın da böyle olabileceğini düşünerek mutlandı. Bütün kirlenmelerden uzak, temiz ve umut dolu... Herkesin kendi tarihiyle yaşadığı, geçmişini eksiltmeye çalışmadığı, barışık bir yaşam...

Kenan uyandığında öğlen olmak üzereydi. Koltukta sızıp kalmıştı. Her yanı ağrıyordu. Adam gibi bir yatağa kıvrılıp yatmadığı için kendine kızdı. Aklına Taylan geldi. Ağrılarını bir tarafa bırakıp iç odaya girdi. Taylan’ın uyanık olduğunu gördü. Koluna takılı olan kan ve serum bitmişti, rengi de normalleşmeye başlamış gibiydi. Gülümseyerek,
“merhaba” dedi.
Taylan daha önceden tanımadığı Kenan’a dikkatlice bakarak, kısık bir ses tonuyla;
“merhaba, beni polise vermediniz, sağ olun,” dedi.
“Boş ver şimdi bunları, kendini nasıl hissediyorsun” diye sordu Kenan. Taylan elini kurşun yarasının olduğu yere götürmeye çalışarak, yanıt verdi;
“biraz ağrım var ama iyiyim, meraklanmayın. Siz kimsiniz?” Kenan sıcak bir tebessümle;
“tabi daha tanışamadık. Benim adım Kenan. Seninki de Taylan. Kusura bakma, kan grubunu öğrenmek için kimliğine bakmak zorunda kaldık,” dedi.
Taylan birden kaygılanarak, “bildirileri de gördünüz o zaman,” dedi. Kenan evet anlamında başını sallayarak;
“tüm olayı biliyoruz. Halkımıza bir şeyler anlatmaya çalışırken polis ateş açmış, sizlerde kaçmışsınız,” dedi.
Taylan, “durun, kaçmayın diyerek ateşe başladılar. Hepimiz dağıldık, diğer arkadaşlara ne oldu acaba,” dedi kaygılı bir ifadeyle.
Kenan, Naci’nin edindiği bilgileri Taylan’a anlattı. Kimse yakalanmamıştı ve başka yaralıda yoktu. Kenan’ın anlattıkları Taylan’ı rahatlatmıştı.
“Arkadaşlarımla haberleşmeliyim, beni merak ediyorlardır.” dedi. Kenan, “telefonu getireyim, ararsın,” diyerek ayağa kalktı. Taylan Kenan’ı durdurarak, “hayır bilgisayar lazım, e-mail göndermeliyim,” dedi.
Kenan şaşkınlıkla ellerini iki yana doğru açarak, “üzgünüm bilgisayar yok ama bir çaresine bakmaya çalışalım,” dedi. Odadan çıktığında gülümsüyordu., haberleşmede interneti kullanıyorlardı. Teknoloji her şeyi alt üst etmişti. Kendi döneminde iletişim sağlamak için çektikleri eziyeti düşündü. Saatlerce uğraşarak, ince pellur kağıtlara şifreli mesajlar yazarak, özel buluşma alanlarında, dikkatlice kuryelere verilirdi. Kuryeler taşıma konusunda uzmanlaşmış kişilerden seçilirdi. Taşıdıkları mesajları, büyük bir gizlilikle, periyodik randevularla verilmesi gereken kişiye ulaştırırlardı. Bu türden haberleşme randevularında pek çok insan yakalanmış, onlarca yıla varan hapis cezaları almışlardı. Bu yakalanmalar kimi zaman o kadar ciddi darbelere neden olmuştur ki, gizli birimler çökertilerek, yapılar hareketsiz kılınmıştır. Nereden, nereye... Şimdi rast gele, bir internet kafeye girip, bir chat sayfasında, belirli bir saatte şifreleşmiş isim ve kavramlarla, çok rahat iletişim sağlanabiliyordu. Ne bir eziyet çekiliyor nede bir yakalanma riski taşıyordu. ‘Ben iyiyim demenin’ binlerce anlamı olabilirdi. Telekomünikasyon her şeyi değiştirmişti. Devrimciliği bile... Emeğe ve özveriye dayalı devrimcilik, bilgiyi ve bilince dayalı bir hal almıştı. Genç Taylan haberleşme de telefonu bile kullanmıyordu. “Biz telefonu bile bilmezdik,” dedi Kenan kendi kendine.
Kenan, Naci’yi arayarak Taylan’ın kendine geldiğini ve durumunun iyi olduğunu söyledi. Naci bu habere sevinerek, “birkaç saate kalmaz gelirim” dedi.
Kenan telefonu kapatmadan önce;” bir bilgisayar getir gelirken” dedi. Naci şaşırmıştı;
“hayırdır orada çalışmayı mı düşünüyorsun,” dedi.
Kenan gülümseyerek yanıt verdi. “Gelince konuşuruz, sen gelirken şirketten interneti olan bir bilgisayar getir.”
Kenan kendisine bir çay doldurarak yeniden Taylan’ın yattığı odaya girdi. Taylan’a doğru dönerek;
“doktorumuz gelmeden sana çay vermek istemedim. Birkaç saat daha dayan,”dedi ve ekledi; “ha bu arada bilgisayarımız geliyor.”
Taylan tamam anlamında başını salladıktan sonra;
“bana neden yardım ettiniz?” diye sordu.
Kenan alaycı bir ifadeyle, “ bizde biraz devrimci sayılırız, hoş epeydir devirecek şey konusunda birazcık kararsızlıklar yaşıyoruz ama,” dedi.
Taylan gülümseyerek; “bar sahiplerinin çoğunun eski solcular olduğunu duymuştum ama hiç biriyle tanışmamıştım,” dedi. “Ben eski olduğumu söylememiştim” dedi Kenan.
Biraz bozulmuş gibiydi, alaycılığı kaybolmuştu. Eski sözcüğünden bu yüzden nefret ediyordu. Eskiyen pek çok şey, kullanılamayacak durumda demekti. Eski solcuda yeniyken yani gençken işe yarayan, eskimiş haliyle kullanım dışına itilen bir şey demekti. Kenan bunu asla kabul etmiyordu. Bir eski varsa , oda eski sol anlayıştı. Eski sol mücadele anlayışıydı, ahlakıydı, tarzıydı,tipiydi... Bireyin kendisi eski solcu olamazdı. En azından kendisini eski solcu olarak asla görmüyordu. Eski solcu kavramı yeni nesilce sıkça kullanılan bir kavramdı. Biraz aşağılayıcı, biraz alaycı ve eleştirel olarak kullanılıyordu.
Taylan Kenan’ın bozulduğunu anlayınca durumu düzeltmeye çalıştı.
“Tamam ağbi, kızma ben sana dönük bir şey demedim,” dedi gülümseyerek.
Akıllı bir gençti, Tartışabilecek çok daha önemli şeyler olduğunu biliyordu. Bu kavrama takılıp kalmak istememişti.
Kapının zili çaldığında, bir an birbirlerine baktılar. Gelen kimdi acaba? Naci olamazdı? O biraz gecikeceğini söylemişti. Kenan bir an tereddütten sonra kapıya gidip, delikten baktıktan sonra, kapıyı açtı. Gelen Gülseren’di. Sıcacık bir ifadeyle;
“merhaba Kenan, nasılsınız, Taylan nasıl?” dedi.
Kenan rahatlamıştı. “Hoş geldin, Taylan da iyi” dedi, Gülseren’i kucaklayarak. Birlikte Taylan’ın kaldığı iç odaya geçtiler. Kenan Taylan’a doğru dönerek; “işte doktorun geldi,” dedi.
Gülseren de gülümseyerek, “genç adam nasılsın, ben Gülseren” dedi ve eliyle Taylan’ın ateşini kontrol etti. Arkasından biten kan ve serumun iğnelerini çekti.
“Artık bunlara gerek yok, kendini nasıl hissediyorsun,” dedi. Taylan; “iyiyim ama açım, siz gelmeden Kenan ağbi bana yemek vermedi,” diye yanıtladı.
Sesi sevecendi. Hep birlikte güldüler. Gülseren, “tamam şimdi sana bir şeyler hazırlarız, şanslısın, iç kanaman yok, birkaç güne kalmaz ayağa kalkarsın, genç devrimci, dedi.
“Size çok şey borçluyum” diyecek oldu Taylan, ama Gülseren sözünü hemen kesip; “devrimden sonra ödersin” dedi, ve sıcacık bir kahkaha attı.
Hep birlikte uzun uzun güldüler. Gülseren’in hazırladığı kahvaltıyı birlikte yediler. Taylan yemek yerken biraz zorlanıyordu, ancak müthiş iştahlıydı. Kısa bir süre sonra Naci ve Kemal de eve geldiler. Naci gelirken yiyecek kimi şeylerle birlikte bilgisayarda getirmişti. Gelen bilgisayarı Taylan’ın yatağına yakın bir yere kurdular. Telefon hattını da bağlayarak interneti de hazır ettiler. Taylan yatağının üzerine aldığı klavye ile hızlıca bir şeyler yazmaya başlamıştı. Üçü de büyük bir dikkatle Taylan’ı izliyordu. Taylan yaptığı işi büyük bir ciddiyetle yapıyor ve kimi şifreleri hızlı el hareketleriyle yazarak, anlaşılmamasını gözetiyordu. Bir birlerine bakarak gülümsediler. Taylan’ı rahatsız etmemek için bir süre öylece uzaktan izlediler. Taylan işini bitirdiğinde,
“tamam, diğer arkadaşlarda iyiymiş, benim nerede olduğumu soruyorlar,”dedi.
Bu arada Kenan söze girerek,” bunu bilmeleri gerekmiyor herhalde,” dedi. Kenan’ın dikkatli olması, Taylan’ı sevindirmişti. “Tamam” diyerek, bilgisayarla işini bitirdi. Gülseren “birkaç gün sonra ayağa kalkarsın, bizde seni bulduğumuz yere götürür bırakırız,” dedi ve gülerek ekledi,” tabi gözlerini bağlayarak.” Hep birlikte kahkahalarla güldüler. Odada sıcacık bir hava vardı. Herkes kendinden biriyle birlikte gibiydi. Kendilerini müthiş rahat hissediyorlardı. Kenan’ın durgun bir ses tonuyla sorduğu soru , ortamı birazcık ciddileştirdi. Kenan uzun bir nefes aldıktan sonra,
“eee, bildiri dağıtırken kendi güvenliğinizi nasıl alıyorsunuz, böyle mi? Seni öldürebilirlerdi,” dedi.
Taylan soru karşısın da önce biraz şaşırdı. “evet ama nasıl güvenlik sağlayabilirdik ki?” diye yanıtladı.
Kenan ısrarlıca devam etti. “silahla” dedi ve devam etti; “ bildiri dağıtan gurubu çevreye dağılan birkaç kişilik silahlı bir başka gurup korur, tehlike ve saldırı halinde müdahale eder.” Taylan Kenan’ın yanıtı karşısında ne söyleyeceğini bir an kestiremedi.
“Bildiri silahla dağıtılır mı,” diye yanıtladı ve devam ederek; “bildiri, anlatılmak istenen bir şeyin kitlelere ulaştırılması için kullanılır, silah başka bir şeydir,” dedi.
Naci gülümseyerek konuya girdi, Kenan’a dönerek, “senin dediğin yirmi yıl önceydi, ve ona silahlı propaganda denirdi. O zamanlar silah propagandanın bir parçasıydı. Birde yaşanan koşullar silahı zorunlu kılıyordu.” Dedi.
Kenan ısrarlıca devam ediyordu; “silahsız olunca da böyle keklik gibi avlanırsınız,” dedi.
Taylan daha sert bir ses tonuyla; “silahlı olsak neyi değiştirecektik, bildirileri yine hedefine ulaştıramayacaktık, hem bu bireysel bir hesaplaşma olmaz mı?” diye yanıtladı. Gülseren biraz daha yumuşak bir ses tonuyla,
“Kenan artık yaşadığımız yıla gel, seksenli yıllara gömülüp kaldın. Üç beş silahla neyi değiştirebilirsin? Sistem ideolojik ve siyasal olarak çok güçlü, tabi teknik olarak da. Sen yine eskisi gibi düşünüyor olamazsın?” dedi.
Kenan kızmıştı, ses tonu biraz daha ağırlaşmıştı. “ Ben de pek çok şeyin değiştiğini biliyorum, öncelikle biz değiştik. Ama mücadele değişik araçlarla sürdürülür, silah da bunlardan birisidir.“ diye karşılık verdi.
Sesi titremeye başlamıştı, cümlesinin sonun da, “anladın mı arkadaş” derken bir yönetici edasındaydı. Tıpkı yirmi yıl önce olduğu gibi. Konuşmaları bir köşede susarak dinleyen Kemal, söze girerek;
“o dönemlerde o kadar silah kullandık da ne kazandık? Pek çok arkadaşımızı kaybetmek dışında, sistemi bir adım bile geriletemedik. Politika insanla yapılır ve iknaya dayanır,” dedi. Kenan karşısında bir cephe oluştuğunu hissederek biraz daha hırçınlaşmıştı.
“Sistem senin insana ulaşma yollarını şiddetle tıkıyorsa, bu yolu açmanın tek yolu aynı yöntemi kullanmaktır, diye yanıtladı.
Bir süredir susarak konuşmaları dinleyen Taylan; “ hayır” dedi ve devam etti; “bu yolları açmanın yöntemi meşrulaşmaktır. Demokratik kanalları zorlamaktır. Her şeye rağmen bildiri dağıtabilmektir,”dedi.
Kenan sinirlenmişti. “Bu kafayla siz hiçbir şey yapamazsınız, ancak üniversitede devrimcilik oynarsınız, o kadar;” dedi.
“O zaman sen yap. Niye yapmıyorsun,” diye sert bir yanıt geldi, Taylan’dan.
Kenan önce ne diyeceğini şaşırdı. Sonra kendisini toparlayarak; soruyu geçiştirmeye çalıştı.
“Bizde bir şeyler yapmaya çalışıyoruz,” dedi. Sesi buruk çıkmıştı.
Gülseren dayanamayarak, “ ne yapıyoruz Allah aşkına, sen ne yapıyorsun? Çocukları yanlış etkiliyorsun. O kadar yattın, eziyet çektin, hala sistemi tanıyamadın;” dedi, ve kızgınca devam etti.
“Taylan haklı, politika insanla yapılır, bilgiyle, bilinçle. Yoksa beline silah koyup, delikanlılık yaparak değil.”
Naci gülerek gerilen ortamı yumuşatmaya çalıştı. “Şefimi yalnız zannedip fazla yüklenmeyin, o ne diyorsa doğrudur,”dedi. Devem ederek; “koyun gibi boğazlanarak, cadde ortasında coplarla kafa göz kırdırarak mücadele olmaz. Hırpalanmaktan, boğazlanmaktan bıktık artık. Şefim bunların bilinciyle konuşuyor.
Kenan Naci’nin tartışmayı alaya alan tarzına sert tepki göstererek,
“sulandırma Naci, şurada ciddi bir şey konuşuyoruz,”dedi. Naci hafifçe tebessüm ederek, “tamam tamam, bu kadar sertleşme, burada sohbet babında konuşuyoruz. Hava biraz yumuşasın istedim, dedi.
Kenan gereksiz sertleştiğini fark ederek, “tamam kusura bakmayın, ben biraz abartım herhalde,” diyerek gülümsedi. Herkes derin bir nefes çekerek rahatladı. Sıkıcı, anlamsız bir tarzla devam eden bir tartışma tatlıya bağlanmıştı.
Kenan yıllarca Naci’nin sorumlusuydu. Naci bir korsan gösteride gereksiz yere silah kullandığı için yakalanmıştı. Sonrada sorguda çözülüp Kenan’ın ismini şefi olarak vermişti. Kenan ilk kez Naci’nin ifadesiyle deşifre olmuş ve aranmaya başlamıştı. Polis sorgusunda Naci’yi korumaya çalışan Sedat işkencede öldürülmüştü. Naci’yi koruma çabası da işe yaramamış, Naci çözülmüştü. Yıllar önce yaşanan bu olay Naci’nin belleğine kazınmıştı. Yıllarca uyumak için yastığa her başını koyduğunda kabusla uyanmıştı. Rüyalarına hem Sedat hem de Kenan giriyordu. Kenan, Naci’nin çözülmesinden kısa bir süre sonra yakalanmış, tam on üç yıl içerde kalmıştı.
Naci ise kısa bir süre tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılmıştı. Kenan bu olaydan dolayı önceleri Naci!ye çok kızmıştı. Ancak içerde yıllarda, tolerasyonu öğrenmişti. İşkenceye dayanmak kolay değildi. İnsan üstü bir çaba ve irade gerekliydi. Naci’de bunu pek çok insan gibi gösterememişti. O isteyerek hiçbir zarar vermemişti, zarara zorlanmıştı. Aradan yıllar geçmişti, Naci şimdi çok zengin bir iş adamı olmuştu ve Kenan da onun şirketlerinin birinde çalışıyordu. Nereden nereye gelmişlerdi... Yıllar öncesinde kalan bu olaya ilişkin aralarında hiç konuşmamışlardı. Nedeni bilinmez ancak konuşmaktan korkmuşlardı. Konuşmayınca yok olur sanıyorlardı. Ancak yüreklerinin bir köşesinde hep olanca canlılığıyla var oluyordu. Tüketilmeliydi... Bir gün mutlaka tüketilmeliydi...
Taylan’ın sesiyle koptukları odaya tekrar döndüler. Taylan cılız bir ses tonuyla,
“siz dördünüz de eski arkadaş mısınız?” diye sordu. Yanıt Gülseren den geldi;
“evet yirmi yıldır bunlardan kurtulamıyorum. Artık yaşlandılar her şey çenelerine vurdu. Gevezeleştiler,” dedi.
Kemal tebessümle, “ben bunu kabul etmiyorum, birkaç ay önce böyle demiyordun,” dedi sırıtarak.
Gülseren inatla devam etti; “sen öyle san, her şeyinizle sizin içiniz geçmiş. Performansınız yıpranmaktan dökülür olmuş,” dedi. Hep birlikte güldüler. Odanın sertleşen havası dağılmıştı. Naci Gülseren’e dönerek; “hanım efendi bir sofra kurarsa, yemeğimizi yer, rakımızı içmeye başlayabiliriz,” dedi.
Gülseren dikleşen bir ses tonuyla; “niye yalnızca ben hazırlıyorum, içki krizi gelenlerde bana yardım etmeli. Yoksa yemek için çok beklersiniz,” dedi.
Kemal; “tamam tamam hadi birlikte hazırlayalım,” diyerek ayağa kalktı.
İlk kez böylesi samimi bir ortamda, ortak bir şeyler paylaşıyorlardı. Konuşuyor, tartışıyor, gülüyor, birlikte yemek hazırlıyor ve ortak kaygılar duyuyorlardı. Herkes mutlu gibiydi. Sofrayı salonda ki masaya hazırladılar. Taylan dinlensin istiyorlardı. İlk rakı kadehini kaldırdıklarında,
Naci, “benim bir önerim var arkadaşlar,” dedi ve ekledi; “bu gece kimse bir yere gitmesin, cep telefonlarımızı da kapatalım, geceyi hep birlikte burada, Taylan’ın yanında geçirelim. Ne dersiniz?”
Kısa bir sessizlikten sonra öneri kabul edildi. Gecenin şerefine tokuşturdular, kadehlerini.
Daha birkaç bardak rakı içmişlerdi ki Naci Kenan’a dönerek;
“Ne yapıyorsun, partiye gidiyor musun,” diye sorarak konuşmayı kendi aralarına çevirdi.
“Bazen” diye yanıtladı Kenan, “arada bir uğruyorum. Üyeyim ama pek beni sarmıyor gibi... Kimi arkadaşlar bayağı umutlular. Seni de çağırdılar mı partiye,” diye sordu.
Naci ciddi bir ses tonuyla, “ Evet çağırdılar, arada bir de iş yerine uğrayıp, dergi, broşür filan bırakıp, para alıp gidiyorlar. Beni çağırmaları para için gibi geldi bana,” diye yanıtladı. Kenan düşünceli bir ifadeyle, “parti projesi iyi gibi de, insanlar yanlış. Bu insanlarla bu proje gitmeyecek gibi. Bir iç çatışmadır gidiyor, partinin içinde on tane daha parti var. Hoş bir ortam yok,” diyerek kaygılarını ifade etti.
Kemal konuşmaları dikkatlice dinledikten sonra; “bence bazı insanların yöneticilik duygularını tatmin ettikleri bir yapı. Ciddi bir şey yapabileceklerine inanmıyorum. Eski arkadaşların hatırına arada bir para bağışı yapıyorum ama bana boş geliyor,” dedi.
Kenan bu kadar kesin bir tutum göstermeyi doğru bulmuyordu.
“Yine de bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Destek vermek gerek. Biz ne yapıyoruz ki; yiyoruz, içiyoruz, ve para kazanıyoruz. Onlar hiç değilse bir kısım insanı yan yana getirmeye çalışıyorlar,” dedi.
Konuşma gittikçe ciddi bir havaya bürünmeye başlamıştı. Konuşmaya katılan Gülseren; “ben doğru bildiğim gibi, kendi mutluğum için yaşıyorum. Biraz mutlu olmayı, kendimiz için yaşamayı hak etmedik mi? Ben olmadan biz olmaya çalışmak zaten yanlıştı,” dedi.
“Para kazanmak zorundaydık” diye devam etti Kemal; “ açtık, rezil, perişandık. Kimse selam bile vermiyordu bize. Ben babamın evini satıp şu barı açmasaydım çok zor yaşardım. Aç mısın, karnın doyuyor mu, ne yapıyorsun diyen hiçbir arkadaşım çıkmadı.” Herkes duygulanmıştı. Anlatılanlar sahici yaşamın gerçekleriydi.
“Ben biraz şanslıydım,” diyerek söze girdi, Naci. “Erken dışarı çıktım. Babamdan aldığım üç kuruşla ilk şirketimi kurdum. Hırsla, yıllarca gece gündüz demeden çalıştım. Kazanmak, sadece para kazanmak değil, bir şeyleri başarabileceğimi belki de kendi kendime ispatlamak istedim. Para kazanma telaşı insanı kirletiyor, haklısın, ancak oyunu kuralına göre oynamazsan kazanamazsın.”
Kenan biraz alaylıca, “evet biraz şanslısın,” dedi.
Naci Kenan’ın ses tonundan rahatsız olmuştu. Sert bir ses tonuyla, “ne yapmalıydım, üç kuruş için milletin kıçını mı koklamalıydım? Şimdi, sen biliyorsun, şirketlerimde üç yüz kişi çalışıyor. Pek çok faşistin elinden ihale alıyorum. Herkes için Naci bey oldum,” dedi. Naci bir savunma telaşıyla hızlıca konuşuyordu.
Kenan Naci’nin üzerine gitmeye devam etti; “Naci bey oldun da ne oldu. Bedelini bu kadar ağır ödedikten sonra,” dedi. Kemal konuşmanın sertleşmesine fırsat vermemek için araya girerek;
“Arkadaşlar lütfen sakin sakin konuşalım, tamam mı. Ne yapacaktık Kenan, dışarı çıkar çıkmaz bir silah bulup dağa mı çıkmalıydık? Veya kimsesizlikte yeni bir örgüt mü kurmalıydık? Ha... Yurt dışına çıkmak da vardı tabi,” dedi. Kenan daha sakin bir ifadeyle;
“öyle demek istemiyorum. Halimize baksanıza arkadaşlar, kendimiz dışında kime yararımız var. Biraz açık olalım, sıradan insanlar gibi yaşayıp gidiyoruz, haksız mıyım, bu yaşamı kendine yakıştıran var mı? “dedi.
Sesi çatallaşmıştı, üzgündü. Besbelli ki bu sorunu uzunca bir süredir kedi kafasında tartışıp duruyordu.
Gülseren Kenan’a sıcacık bir ifadeyle bakarak, “belki haklısın Kenan” dedi. “Taylan yaralanıp bara gelmeseydi, belki de bunları hiç konuşamayacaktık. Bırakın konuşmayı, böylesi bir ortamda bile bulunmayacaktık... Çok özensiz davrandık, Kenan ilk kez haklı gibi,” dedi.
Rakı şişesi bitmişti. Naci yerinden kalkıp, yeni bir şişe daha getirip, servis yaptı. Düşünceli bir hali vardı. Yıllardır çevresinde, hep iş ilişkisinden, sıradan insanlar vardı. Onların yanındayken, kaygısız olurdu. Hiç kimse, dün ne yapmıştın, bu gün ne yapıyorsun demiyordu. İşinde başarılı, çalışkan bir adam tavrı gösteriyorlardı. Şimdi kendisini bir cenderede gibi hissediyordu. Kaçmanın mümkün olmadığı bir cendere... Sıkılıyor, huysuzlanıyor ama yinede kalmak ve tartışmak istiyordu. Kaçmak faydasızdı. Bunu yıllardır yaşadığı iç dünyasından biliyordu. Her şey konuşulup tüketilmeliydi. Kenan’ın üzerine fazla geldiğini düşündü. Onu seviyordu. Ona borçlu olduğunu da düşünüyordu. Şirketinde isteyerek, hiç hesapsız iş ve yetki vermişti. Onun hep saldırdığı parasıyla yapabilmişti bunu.
Akşam olmuş, yıldızlar gülümsemeye başlamıştı. Kemal müzik setine Ahmet Kaya’nın bir kasetini koydu.
‘Saçlarına yıldız düşmüş, koparma anne, beni burada arama...’ Birkaç bardak daha rakı içtiler, hiç konuşmadan.
Kemal kadehini kaldırırken, “ bizi burada arama anne, biz kaybolduk. Biz kendimizi bulamıyoruz ki, başkası bizi bulsun,” diyerek acı acı gülümsedi.
Kaybolmuşlardı, şehirde, caddelerde, sokaklarda değil, zamanın içinde kaybolmuşlardı. Dünü yaşayamıyorlar, bu günü yakalayamıyorlardı. Geleceği ise hiç düşünemiyorlardı. Bu tam anlamıyla kaybolmaktı...
Suskunluğu bu kez Gülseren bozdu.
“Evet arkadaşlar, belki gereksiz ama sormadan edemiyorum. Bana neden güvenmekte zorlandınız? Yok Naci’nin şoförüymüş de vurulmuş, filan. Neden yalan söyleme ihtiyacı duydunuz. Açık olun biraz,” dedi.
Kırılmıştı. Güvenilmemeyi dert etmişti kendine. Ne olursa olsun güvenilmez olmayı kabullenemiyordu.
Kenan süklüm büklüm bir ses tonuyla, “kusura bakma Gülseren hatalı davrandık. Üzerine fazlaca düşünmedik. Bunun başkaca bir açıklaması yok,” dedi.
Kenan’ın yanıtı Gülseren’i tatmin etmemişti. Israrla bir açıklama istiyordu.
“Tamam, pek doğru yaşadığım söylenemez. Ama hangimiz doğru yaşıyoruz. Sen mi Kenan, yoksa Naci sen mi, Kemal mi? Hepimiz farklı alanlarda, benzer tarzda yaşıyoruz, dedi sinirlice. Sesi titriyordu ve ağlamaklıydı.
Kemal yatıştırma çabası içinde, sakin bir ifadeyle,
“tamam haklısın, olayın telaşına kapıldık. Başka neden olabilir. Yıllardır bir birimizle güveni gerektirir ne yaşadık ki, bir nedeni yok. Rahat ol,” dedi.
Gülseren’in içkinin etkisiyle gözleri dolmuştu. “Beni olduğum gibi kabul etmelisiniz. Ben sizi öyle kabul ediyorum. Geçmiş süreçten yalnız sizlerle görüşüyorum. Görüşmekten de mutluyum. Bırakın hiç değilse görüşmelerimizi sürdürebilelim. Beni kaçırmakla ne kazanacaksınız?” dedi. İçin için ağlıyordu. Naci çok etkilenmişti. Gülseren’e hak verdi. Neden böyle bir şey yaptıklarına anlam veremedi. Hiç kimsenin bir birinden farkı yoktu. Kadın olduğu için mi böyle davranmışlardı, kestiremiyordu. Kendilerinin yaşamında değişik kadınlar vardı, Gülseren’in yaşamında da değişik erkekler... Bu doğal değil miydi? Değişik pek çok insanla birlikte oluyor diye oluşan bir ön yargıdan dolayı olsa gerek, ilk adımda ona güvenmemişlerdi.
Gülseren’in saçlarını okşayarak, babacan bir ifadeyle, “hadi ihtiyar fıstık sakinleş, biz seni seviyoruz ve aramızda görmek istiyoruz,” dedi.
Gülseren sakinleşmiş, bir peçeteyle gözünden akan boyaları silmeye koyulmuştu. “Beni ağlatmayı başardınız,” dedi, gülümsemeye çalışarak.
Bir süre konuşmadan müzik dinlediler. Ahmet Kaya’nın her parçasında biraz daha hüzünlenip, biraz daha içtiler. Yıllar öncesinden kalma resimleri masaya taşıdılar. Yüreklerini bir birlerine açıp, maskeleri kaldırdılar. Kimi anlar geldi, konuşmaktan korktular. Kimi isimlerden hiç bahsetmediler. Anılar arı gibi, yıllarında durmuyor, sivri birer ok gibi yüreklerine saplanıyordu. Yanlışlar yanlış, doğrular doğruydu. Anılarla yaşamayı öğrenmek gerekiyordu.
Saat gece yarısına gelmişti. İçki herkesi gevşetmişti. Bir süre karşılıklı arsızlıklarından bahsettikten sonra,
Naci Kenan’a dönerek, kısık ve suçlu bir ses tonuyla, “yıllardır rahat değilim. Hiç olmadık zamanlarda yüreğime bir sızı saplanıp kalıyor. Bu sızıdan kurtulmak istiyorum. Seni polis sorgusunda işkenceye dayanamayıp, ben vermiştim. Her şey bitecek kurtulacağım sanmıştım. Sedat çözüleceğimi, dayanamayacağımı anlamıştı. Beni korumak için dikkati kendi üzerine çekip, ayak diretti. Çıldırdılar. Beni bırakıp deliler gibi ona saldırdılar. Kısa bir süre sonrada hareketsiz kaldı. Onun öldüğünü anlayamadan, bana döndüler. Ben de o korkuyla senin adını ve evini verdim. Anlıyor musun? Ben dayanabilseydim, sen yıllarca içerde yatmayacaktın, belki de Sedat ölmeyecekti,” dedi.
Son sözcükler ağzından dökülürken, hıçkırarak ağlıyordu. Koskoca adam bir bebek gibi, ağlıyordu. Ağlayarak devam etti, “Niye dışarı çıkınca bir şeyler yapmadın diyorsun. Yapıp da başkalarına da mı zarar verseydim. Benden bir bok olamayacağını anlayıp, bambaşka bir dünyada yaşamaya koyuldum,” dedi.
Hiç kimseden çıt çıkmıyordu. Gülseren ile Kemal Kenan’a bakıyorlardı. Kenan başını önüne eğmiş kımıltısız duruyordu. Sedat geldi gözlerinin önüne. Cıvı cıvıl bir gençti, ele avuca sığmazdı. Yaşasaydı kendi yaşlarında olacaktı. Yüreğinin kasıldığını hissetti. Kafasını kaldırıp derin bir nefes aldı. Bardağında ki rakıyı bir yudumda bitirdi. Yıpranmış bir ses tonuyla,
“Biliyorum Naci, her şeyi biliyorum. Yıllardır biliyorum. Sen açmasan ben asla konuşmayı düşünmüyordum. Yaşandı ve geçti. Ben yalnızca Sedat’a üzülüyorum. Onun ölümünden, doğrudan sen sorumlu değilsin. Kendi tercihiydi,” dedi.
Kemal ve Gülseren bunları ilk kez öğreniyorlardı. Sedat’ın işkencede öldüğünü biliyorlardı, ama Naci’nin yanında öldüğünü, Naci’yi korumak için öldüğünü bilmiyorlardı. Bir an ne yapacaklarını, nasıl davranacaklarını şaşırdılar.
Naci ağlamaklı ve yıkılmış bir ses tonuyla, mezarına gidiyorum bazı geceler, ‘neden neden böyle bir şey yaptın’ diye bağırıyorum ona. Yapmak zorunda değildi...” diyerek ağlamasını sürdürdü.
Gözleri kıpkırmızı olmuştu. Kendini engelleyemiyor, sürekli ağlıyordu. Gözlerinden sicim gibi yaş akıyordu. Kenan çok üzgündü. Elini Naci’nin omzuna atıp, onu sarsarak, “kapatalım artık bu konuyu, tarihin olanca hesabını bizler verecek değiliz. On sekiz, yirmi yaşlarında çocuklardık... Yanlış da yapacaktık, elbet... Hadi kaldır kadehini, Sedat’a içelim,” diyerek kadehini kaldırıp Naci’nin kadehiyle tokuşturdu.
Hep birlikte ‘Sedat’a‘ diyerek kadehlerini sonlandırdılar.
Odanın içinde konuşulmamış sözcükler uçuşuyordu. Bakışlarla anlaşılan sese ihtiyaç duymayan sözcükler. Artık yürekler ortaya koyulmuş, bakışlarda ki ürkeklik kaybolmuştu. Herkes yalın ve açıktı. Rollere ihtiyaç duyulmuyordu. Artık her şey gerçekti. Kurgusuzdu. Yaşanmışlığı hiçbir şey yok edemezdi. Zamanın ve tarihin yok edilemezliği gibi... Mükemmel yoktu mükemmelciler vardı. Onlarda başarısız olmaya mahkumdu. İnsanı reddetmek mümkün müydü? İnsan her şeyiyle insandı. Kusursuzluk insan için değildi.
Kemal odada uçuşan sözcüklerden kendini kurtararak, “aşık oldum arkadaşlar,” dedi. “Çarpıldım.”
Gülseren hemen atılarak, “yalan söyleyip, bizi de kendini de kandırma,” dedi, gülerek.
Kemal ısrarlıydı, “gerçekten söylüyorum; aldatmayacağıma bir inansam hemen evlenirim,” dedi. Beraberce güldüler. Kemal gülümsemeyi sürdürerek, “ bütün mesele orada işte, biz aldatmayı da doğallaştırmışız, iflah olmayız,”dedi.
Kemal Kenan’a katılarak, “haklısın, ihanet yüreğimize çökmüş bizim. Nerede bacakları güzel bir kadın görsek, nevrimiz dönüyor,”dedi. Gülseren bir kahkaha atıp, bacaklarını birazcık açarak, “benim bacaklarım hiçbir şeyinizi döndürmüyor her halde,” dedi.
Naci, “Hepimiz aynı durumdayız, ipimizi koparmışız. Hele Kenan geç çıktı ama hepimizden hızlı çıktı,” dedi Kenan mahcup bir gülümsemeyle, “sana yetişmek ne mümkün, bizim yaşanmamış on yılımız var, acısını çıkarmaya çalışıyoruz,” dedi gülerek.
Gülseren, yüzüne sinsi bir ifade takınarak, “yaşlanıyorsunuz, yakında dış yardım almadan hiçbir şey yapamaz duruma geleceksiniz. Benden söylemesi, elinizi çabuk tutun,” dedi. Odada ki kasvetli hava tamamen dağılmıştı. Yine o şen şakrak hallerine bürünmüşlerdi.
Muhabbete öylesine dalmışlardı ki Taylan’ın yerinden kalkıp salona geldiğini fark edemediler. Taylan tüm gücünü kullanarak salona gelmiş, kapının köşesinde duruyordu. Odada konuşulanların bir kısmını duymuştu. Masadakilere doğru seslenerek,
“Hey eski ve yaşlı solcular ne yapıyorsunuz,” dedi gülümseyerek.
Hep birlikte dönüp Taylan’a baktılar. Kemal yerinden kalkıp Taylan’ın yanına giderek, köşedeki koltuğa oturmasına yardımcı oldu. Taylan gülümseyerek konuşmasına devam etti; “konuşmalarınızın bir kısmını mecburen duydum. Sizler de babam gibisiniz,” dedi.
Naci sevecen bir ifadeyle, “seninde mi baban bizden. Kimdir, adı nedir, belki de tanıyoruzdur,” dedi.
“Ahmet Özgür” diye yanıtladı Taylan.
Kenan hemen atılıp, “ şu bizim avukat Ahmet Özgür mü,” diye sordu, heyecanla.
Taylan şaşkınlıkla, “evet avukat,” dedi. Herkes şaşkınlıkla bir birlerine baktı.
Gülseren dışında diğerleri Taylan’ın babasını tanıyordu. Eski arkadaşlarıydı. Gülseren’e de hatırlatıcı kimi şeyler anlattılar. “Hani hep Filiz diye güzel bir kız vardı, onunla dolaşırdı,” dediler. Sonra Gülseren de hatırladı.
Taylan, “bu arada Filiz de benim annem oluyor,” dedi.
Hep beraber şaşkınlıkla güldüler. Çok güzel bir tesadüf gerçekleşmişti. Eskiden pek çok şeyi paylaştıkları bir arkadaşlarının çocuğunun, yaşamını kurtarmışlardı. Sevinçleri bir kat daha arttı. Taylan’ı bir kat daha fazla sevdiler.
Kenan, “biz kılan gibiyiz, kanımız bir birini çeker, her koşulda buluruz bir birimizi,” dedi yumuşak bir ses tonuyla. Sonra ekledi,
“arayalım mı babanı.”
Naci Taylan’ın babasının meraktan ve kaygıdan çok kötü bir durumda olduğunu düşündü. Ne de olsa kendiside bir babaydı. “Hemen arayalım,” dedi.
“Tamam,” dedi Taylan,
“arayalım, o yıkılmıştır şimdi,”
Taylan’ın babasını Kenan aradı. Sakin sakin olanları anlattı durumu. Yarasından hiç bahsetmedi.
“Hemen geliyoruz,” deyip kapattılar telefonu.