19 Şubat 2014 Çarşamba

GÜNEŞİ GÖZLERİMİZLE TAŞIDIK...





Karanlık bir eylül!..
Hücredeyim,
Sigaram ve suyum yok!..
Yatağım ıslak bir beton!..

Boğucu bir hava var, içerde. Aydınlık, karanlık arası soluk bir ampul... Daracık bir alan. Birkaç adımda sonlanıyor. Küf kokuyor her yan. Köşeye büzülüp kalıyorum. Her yerim sancıyor. Bacaklarım kopmuş gibi, sırtıma hançer saplı. Beynim zonkluyor. Yüreğimde ince bir sızı var. Gözlerim doluyor. Ağlayamıyorum!.. Onlarca asker ve gardiyan üzerimde tepişiyor. Tek yapabildiğim, ellerimle kafamı korumaya çalışmak... Ama mümkün mü? Dudağımın ağırlaştığını hissediyorum. Bağırtılar duyuyorum. Ben bağıramıyorum bile. Boğazım tıkanıyor. Yerin metrelerce altında, küf kokulu bir hücrede yapayalnızım. Korkuyorum. Ancak korkum ölümden veya dayak yemekten değil, yalnızlıktan.

Ne olunacağı bilinmeyen bir süreçte, tek başına olmak. Her şeye karşı tek başına olmak. Onurlu bir yalnızlık... O kadar dayak ve küfür tek bir kelime için. Tek bir kelimeyi kabul etmemi istiyorlar. Ağzımı bir kez açıp kapatmam yetecek.

"Hırsızım." "Ben hırsızım" dememi istiyorlar...

Bütün gün uğraştılar. Yoruldular. Ara verdiler. İnsanların arasına karışıp, kayboldular. Akşamı evlerinde ettiler.

Benimse, suyum ve sigaram yok.
Yatağım, ıslak bir beton...
Her yanım sızlıyor...

Voltaya kalkıyorum. Amaçsız, iki duvar arasında adımlıyorum. Düşünmüyorum!...Düşünemiyorum...

Şarkı mırıldanıyorum. Sözler karmakarışık. Aynı nağmeye yeni yeni sözler uyduruyorum ve saatlerce söylüyorum. Yaptığıma kendim de gülüyorum. Rahatlıyorum. Her şeyi olağan görmeye çalışıyorum. İlginç bir şey dikkatimi çekiyor. Ben buraya atıldığımda beton zemin kuruydu. Hafif bir nem vardı, ancak kuru sayılırdı. Bir süre voltaladığımda zemin önce bir parça, sonra tamamen suyla kaplandı. Adımladığım köşede diğer yerlerden daha fazla su toplanmış, dolaştıkça su çıkıyor. Özel olarak böyle yapılmak istense, yapılamaz diye düşünüyorum. Betonun gözenekleri kevgir gibi, kanalizasyondan sızan suları, üzerine veriyor. Zamanla beton, geçirimsizliğini kaybetmiş olmalı. Sünger gibi suyu topluyor ve üste veriyor. Buradaki tek lüks, adımlamak. Ancak bu da tehlikeli, sınırlı ve denetimli...

Burası Fransız işgalinde yapılmış. Öyle söyleniyor. Önceleri hastaneymiş, sonra sığınak olarak kullanılmış. Çok daha sonraları ise savaş esirleri burada tutulmuş. O gün bu gündür bu gelenek sürüp gelmiş. Uzun bir süredir de tutukevi olarak kullanılıyor. Bu güne kadar pek çok ünlüyü ağırlamış burası. Çukurova tarihinde ve kültürün de önemli bir yeri var. Kimisinin babası yatmış burada, kiminin oğlu. Kız kaçırmış yatmış, namus için kan dökmüş yatmış, kanlısıyla çatışmış yatmış... Daha pek çok gerekçeyle mahpusluğu yaşamış Çukurova insanı. Şarkılar yazmış mahpusluk üzerine, şiirler dizmiş...

Benim hücremin yanında, sineklik ve bataklık denilen iki ayrı hücre daha var. Bu hücreleri şimdilerde kullanmıyorlar. Eskiden kullanırlarmış. Duvarlarında demir halkalar var. Bu halkalara mahkûmları ellerinden bağlar, boyunlarına ağırlıklar takar, günlerce bırakırlarmış. Dev sinekler hiç beklemeksizin saldırıya geçer, paramparça ederlermiş insanı. İçerisi yine sinek kaynıyor, bekleşiyorlar. Bataklık denilen yer de benzer özellikler taşıyor. Zemini diz boyu balçıkla kaplı. Sinekler, geçmişteki sefahat günlerinin özlemiyle bekleşiyorlar. Elleri duvara zincirli mahkûm, sinek saldırılarıyla çığlıklar atarak, çıldırırmış. Mahkûmun yola geldiğine kanaat getirildiğinde, her yanı yara bere içerisinde buradan çıkarılır, koğuşlara götürülürmüş. Buraya atılma korkusu tüm mahpusların üzerine kâbus gibi çökermiş.
Dev sineklerin yanı sıra, koca koca fareler cirit atıyor ortalıkta. Balçık kokusu tüm ağırlığıyla genzi tahriş ediyor. Tüm duyular kısa sürede kayboluyor ve insan adeta tükeniyor...

Buraları epey bir zamandır kullanmıyorlar. Kilitleri pas tutmuş. Beni, atıldığım hücreye doğru sürüklerken, boynumdan tutup oraya götürdüler. "Dua et buraya atmıyoruz, yoksa bir gün sonra gelip kemiklerini toplardık," dediler. İnsaflıydılar. Atıldığım yer oralara göre oldukça iyi sayılırdı. En azından balçık yoktu ve sinekler de oradaki kadar dev cüsseli ve kalabalık değildi.

Sigara ve su yok.
Yatağım ıslak bir beton.

Bacaklarım ağrıyor. Duvarın bir köşesine çömelip oturmayı düşünüyorum. Tam bu sırada gözlerim bir karaltıya takılıyor. Tuvaletin köşesinde parlak bir karaltı hareket ediyor gibi. Biraz yaklaşıp daha dikkatlice bakıyorum. Şaşkınlık içerisinde bakakalıyorum. Kocaman bir fare... Kedi kadar. Cardun!.. Bu kadar büyüğünü daha önce hiç görmemiştim. Simsiyah ve kaygan, nemli bir derisi var. Islak. Kulakları dikelmiş. Ayaklarımı yere vurup, "hişt" diyorum. Aldırış etmiyor. Tekrar tekrar deniyorum, oralı değil. Kaçmaya yeltenmiyor bile... İlk şaşkınlığım geçiyor, insana alışmıştır diye düşünerek, sırıtıyorum. Belki de hücrecildir... İsmi bile olabilir. Köşedeki ekmeğe doğru yavaş bir harekette bulunuyor. Ancak hemen duruyor. Dönüp bana bakıyor. Oldukça temkinli. Ekmekle arasına giriyorum, vermeye niyetim yok. "Alırım" der gibi ters ters bakıyor. İğrenç bir görüntüsü var. Ayakkabımı çıkarıp fırlatıyorum. Hızlı bir hareketle, tuvaletin deliğine girip, kayboluyor. Kaçışına seviniyorum. Ancak içime bir kuşku düşüyor. Ya ben uyurken gelir de, bir yerimi ısırırsa... Kuduz, veba... Her şey aklıma geliyor. Unutmaya çalışıyorum.

Voltalıyorum... Zemin nemli, hafif hafif sulanıyor. Havanın yavaş yavaş soğumaya başladığını hissediyorum. Tüylerim ayağa kalkıyor. Demek ki zaman gece yarısını aşmış. Adımlarımı hızlandırıyorum. Ellerimi yumruk yapıp sıkıyor, sonra tekrar gevşetiyorum. Aynı zamanda kollarımı açıp kapatıyorum. Bu hareketleri hızlıca bir süre yaparak ısınmaya çalışıyorum. Biraz olsun ısınıyor bedenim. Zamandan kopmaya çalışıyorum. Buradan uzaklaşmalıyım. Öyle ya, insan her şeyi beyniyle yaşar!.. Ben de öyle yapmalıyım... Temmuz ayının yakıcı sıcağında, Karataş sahillerindeyim!.. Kızgın kumlara aldırış etmeden, kumsalda adımlıyorum. Ayaklarım çıplak. Üzerimde bir şort... Güneşle aracısız yüz yüzeyim. Bedenimin tüm gözenekleri ısınıyor. Deniz mutlu bir çocuk gibi salınıyor...

Olmuyor!.. Üşüyorum. Berkeley'e küfrediyorum. Ne vardı sanki, söylediklerin doğru olsaydı da, beynimdeki imajları yaşasaydım... Ne soğuk kalırdı, ne de hücre. Kimbilir belki sarışın güzel bir hatun da olurdu... Yine işe yaramadın Berkeley usta...

Gülümsüyorum. Adamcağız elinden geleni yapmış diye geçiriyorum, içimden. Kendimden şüpheliyim. Çıldırmak işten değil. Bacaklarım tükeniyor. Oturamıyorum, zemin ıslak. Gözlerim ağırlaşıyor. Bir sigara olsaydı... Müthiş canım çekiyor...

Hücrede onuncu güne giriyorum. Koridordan bağırtılar geliyor. Kulağımı kapıya dayayıp, dinliyorum. Yan hücreye birini getiriyorlar. Küfrederek dövüyorlar. Dayak yemek, dayak yerken beraberinde ağzı açılmadık değişik küfürler yemek burada alışıldık bir şey. Fazlaca yadırgamıyorum. Detayı anlamak için biraz daha dikkatlice dinliyorum. Askerlerden biri getirilen taze mahkumu döverken, bozuk bir Türkçeyle sinirlice bağırıyor:

“Ha... Amerikalı Çavuşu öldürürsün, öyle mi, ibne, ya Amerika yardımı keserse, öldürecek başka birini bulamadın mı?” Mahkumdan inilti dışında yanıt gelmiyor.

Dayanamayıp gülüyorum. Olacak iş değil. Asker, Amerika’nın bu adam yüzünden Türkiye’ye yaptığı yardımı kesebileceğini düşünerek, daha fazla kızıyor. Ülkesini,geleceğini riske sokan bu adama karşı daha bir acımazsız davranıyor...

Akşam üzeri tanıdık bir gardiyan geliyor. Olayı soruyorum. Anlatıyor. 18-19 yaşlarında olan bu genç Amerikalı bir çavuşu öldürmüş. Amerikalı Çavuş yan hücreye getirilen gençle eşcinsel ilişkiye girmek istiyor. Evine çağırıp, yediriyor, içiriyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde içkinin de etkisiyle gence sarkıyor. Genç kabul etmeyip direniyor. Aralarında boğuşma başlıyor. Genç adam eline geçirdiği bir bıçakla Amerikalı çavuşu öldürüyor. Böylelikle de ülkesinin geleceğini riske atarak kendi kıçını kurtarıyor...

Ancak asker için önemli olan, Amerikan yardımı, düzülmenin hiçbir önemi yok. Belki de bizim uyanık asker “Zaten ABD ülkeyi her türlü düzüyor, sen niye direndin” diye kızıyordur gence...

On beş günü geride bırakıyorum. Alışıyorum buraya, yabancılığım kalmıyor. Gözlerim karanlıkta yarasa gibi, altlarından irin akıyor. Saçlarım sürekli nemden küflenmiş. Ellerimle yokladığımda, parmaklarımın arasında bir tutamı kalıyor. "Saçlarımı da kaybedeceğim" diye endişeyle iç geçiriyorum. Vücudumun her yanı yaralar içinde. Korkunç kaşınıyor. Her şey çürümüş. Ben de yavaş yavaş çürüyorum. Çürütüyorlar...

Direnmeliyim...

Direniyorum. Günlerdir güneşi görmüyorum. Sigaram yok. Her gün biraz daha kötüleşiyorum. Günlerdir, "hırsızım" dedirtmeye çalışıyorlar. Yalnızca tek kelime... "Hırsızım"... Bunu söylemem yetecek. Beni bu aşağılık yerden çıkarıp, güneşi gösterecekler. Dayağa son verecekler. Daracık duvarlar arasında, adımlamayı sürdürüyorum. Hava ısınmaya başlıyor. Gündüze geçtik gibi. Saatim yok, aldılar. Gökyüzü uzunca süredir kayıp.

Günler hücremin içinde kaybolup, gitti. Sayımlar tek zaman ölçütüm. Sabah ve akşam. İki temel zaman birimi. Bacaklarım ağırlaştı, beynimde. Zemin tamamen su ile kaplandı. Sigaram hâlâ yok!..

Günlerdir hiç kimseyle konuşmuyorum. Kendi kendime konuşup, dinlemekten bıkıyorum. Konuşmalarımla, düşüncelerim birbirine karışıyor. Yüksek sesle saçmalıyorum. Anlamsız sözcükler... Hayaller kuruyorum. Kötüleri cezalandırıyorum... Öldürmekten korkmuyorum, tek tek tüm kötüleri yok ediyorum... Tükeniyorlar. Devrim yapıyorum, birkaç kez... Özlemlerimle oluyorum... Kızlar geliyor aklıma. Her şeyi tüketiyorum.

Anlamsız adımlarla sağa sola yalpalıyorum. Cardunla anlaştık. Ekmeğimin yarısını her gün ona veriyorum. Ekmeği yiyip, gidiyor. Karnı doyduktan sonra, gündüzleri çıkmıyor. Ben de rahatça uyuyorum. Geceleri beraberiz. Bir de konuşmayı becerse...
Yirminci güne vardığımda, gardiyanlar topluca yeniden hücreme geldi. Kalabalık bir grup. Başgardiyan "burada daha ne kadar kalmak istediğimi" sordu. Kendine güveni sarsılmış gibiydi. Yanıtımı beklemeden yanındakilere döndü. "Bununla biraz ilgilenin, sıkılıyor çocuk," diyerek gitti. Biraz daha yüklenecekler diye geçiriyorum içimden. Daha ne yapacaklar ki?.. Artık hiçbir şey korkutmuyor beni. Yaşama ilişkin tüm değerlerden hızla uzaklaştığımı hissediyorum. Burada unutulmuş olmaktansa ilgilenilmeyi yeğliyorum.

Bir süre sonra kapı tekrar açılıyor. "İlgi göstermeye geldiler" diyorum, kendi kendime. İri yarı, hantal bir gardiyan, ayaklarını sürükleyerek içeri giriyor. Gözlerini gözlerime dikiliyor. Bir süre baktıktan sonra,

"Demek hırsız olmayı kabul etmedin öyle mi? Pekâlâ, o zaman ibne olarak çıkacaksın," diyor.

Pantolonunu aşağıya indiriyor ve devam ediyor:
"Ya sen beni, ya ben seni... Oğlum bu iş böyle."

Şaşkınca donakalıyorum. "Git yahu, manyak mısın sen, çık dışarı!" diye bağırıyorum.
"O zaman sen beni yapacaksın," diyor, arkasını dönüyor.
"Defol lan buradan, ibne, adi herif!" diye bağırıyorum.

Bir anda iğrenç kahkahalar yayılıyor koridora. Sekiz-on kadar gardiyan beliriyor, kapıda.

"Senden hoşlanmadı Selçuk dayı," diyor, içlerinden biri. Sonra bana dönüyor:
"Hadi bu gün kurtuldun. Sen iyisi mi hırsızlığı kabul et."

Yaptıklarının hoşnutluğuyla, iğrenç salyalarını yanlarına alıp gidiyorlar. Şaşkın ve ürkek bir şekilde sindiğim köşeden çıkıyorum. Ağır adımlar atıyorum, sağa sola.

Aklım almıyor olanları. Sinirden ve öfkeden her yanım titriyor. Hızlı hızlı adımlıyorum hücreyi. Küfür ediyorum, aklıma gelen her şeye...

Ortalık yine sessizliğe gömülüyor. Yalnızca kendi adım seslerimi duyuyorum. Sakinim. Her şeyi doğal görmeye çalışıyorum. Buradan bir an önce çıkmalıyım. Açlık grevine başlama kararı alıyorum. Yalnızlığa, iğrençliğe, küf kokusuna daha fazla dayanamayacağım...

Yemek geldiğinde almıyorum. Pek aldırış etmiyorlar. İki gün hiç uğramıyorlar. Üçüncü gün tekrar yemek ve su getiriyorlar. "Hayır," diyorum, gidiyorlar. Sonraki günler ara sıra gelip, şöyle bir bakıp gidiyorlar. Beşinci gün başgardiyan geliyor.

Bağırıp, küfrediyor. "İstersen geber," diyor ve o da gidiyor.

Artık ayakta duramıyorum. Köşeye kıvrılıp yatıyorum. Beton bedenimi uyuşturuyor. Titriyorum. Kemiklerim bile üşüyor. Dudaklarımı hissetmiyorum. Cardun çıkıyor deliğinden, biraz toparlanmaya çalışıyorum. O da aç. Ekmeğimin yarısını alamıyor artık. Sinirli. Gezinip duruyor. "Ne ukala yaratık" diye düşünüyorum. Daha önce verdiğim ekmeklerin hatırına olsa gerek, saldırmıyor. Ama ben yine de korkuyorum...

Nefesimle ellerimi ısıtmaya çalışıyorum. Vücudumdaki yaralar irin kaplamış. Gözlerimde sanki tonlarca kum var gibi, batıyor. Duvarda bir yazı var, kazınarak yazılmış. "Duvarınızı Yendim!" diyor. Yanında bir yığın çarpı işareti var. Benden öncekilerden biri yazmış. O kazanmış. Demek ki aşılabiliyor duvarlar. Burası sonsuzluk değil. Güneşe yeniden kavuşmak mümkün gibi... Moralim biraz düzeliyor. Güneş biraz daha yakınlaşıyor. Kendime güvenim bir kat daha artıyor. Başarmalıyım diyorum kendi kendime, başarmalıyım... Yenmeliyim bu kokuşmuş duvarları...

Kapıya tekrar doluşuyorlar. Bu kez müdür de aralarında... İçeri giriyorlar. Müdür kaç gündür burada olduğumu öğrenmek istiyor. Başgardiyan,

"Yirmi beş gündür, efendim," diye yanıtlıyor. Müdür yüzünü ekşiterek kafa sallıyor.

Yüzüme bakmamaya çalışarak, "Hemen çıkarın, doktora götürün, sonra da koğuşa verin," diyor.

İki gardiyan kollarıma girip, sürükleyerek taşıyorlar beni. Çıkıyorum, küf kokusunu yanımda taşıyarak. Bahçede temiz bir hava var, derin bir nefes alıyorum. Başım dönüyor. Gözlerim görmüyor. Aydınlığa uzunca bir süre bakamıyorum. Kapatıyorum gözlerimi. Güneşi hissediyorum. Yüreğimde gururlu bir gülümseme var.

Yıllarca sürmüştü, tutsaklığım. Duvarların gerisinde en genç yıllarımı bırakmıştım. Tutukevinin yıkıldığını duyduğumda, kalkıp oraya gittim. Yıkıntılar etrafında uzun uzun dolaştım. Tam bir hayaller yıkıntısıydı burası. Çökmüş düşler serpilmişti, sağa sola. Yeniden küf kokusunu duydum. Yüreğim ürperdi. Her yanı dolaşarak, kaldığım hücrenin yerini aradım. Bulmakta zorlandım. Belleğimde canlandırmaya çalıştım. Ayağımla beton döküntülerini karıştırırken bir yazı ilişti gözüme. Betona kazınmış.

Onurluca gülümsüyor. "Yendim."

Ne garip, yalnızca bu yazı kalmış geriye...


Ö.ÖDEMİŞ