29 Nisan 2012 Pazar

İPSALA

 


1981 yılı.

Aralık ayının son günleri. Hava soğuk. İnsanlar kendi yılanlarını yüreklerine hapsedip, evlerine çekilmiş; kapılar ve pencereler yaşamın üzerine sımsıkı kapalı. Çocuklar nefes almadan uyuyor, büyükler gözlerini kırpmıyor. Herkes kendi korkusunu yılanlaştırmış; düşler gitmiş, özlemler boğulmuş...

Ahmet, kimsesiz, sessiz sokaklarda hızlı adımlarla yürürken, bir yandan da düşünüyordu. Kalp atışlarının korku yüklü sesi, sessiz sokaklarda yankılanıyordu. Yüreğinin sesinden korktu, daha bir hızlandı. "Kaçmalıyım," dedi kendi kendine, "uzaklara kaçmalıyım." Yeniden yakalanmayı, tutsaklığı göze alamıyordu. Karanlık dehlizleri, güneşsiz geçen günleri düşündü. Ayazı her nefesinde ciğerlerinde hissediyordu. Büzülmüştü. Neredeyse tüm uzuvlarını iç içe sokarak soğuktan korunmaya çalışıyordu. Cesaretini toplayıp, ellerini cebinden çıkardı. Titreyen parmaklarıyla bir sigara yakıp, ellerini yeniden ceplerine soktu. "Kaçmalıyım," diye tekrarladı kendi kendine. Adımlarını biraz daha hızlandırdı. Eve vardığında anasını ağlar buldu. Teselli etmeyi denedi, beceremedi. Sarılıp kucakladı. Saatine baktı, fazla zamanı yoktu. Odasına girip küçük bir çantaya, gerekli olabileceğini düşündüğü kimi eşyalarını koydu. Babası, üzerindeki tüm parasını çıkartıp ona verdi; sessizce bir köşede büzülüp kaldı. Eve yas düşmüştü, kimse konuşmuyordu. Gizli bir haykırış, karşı koyuş vardı, sessizliğe bezenen. Önce annesini kucakladı Ahmet, sonra babasını; gözleriyle evin her tarafını son bir kez yokladı. "Beni merak etmeyin," deyip kendini sokağa bıraktı.

13 ay yargılandıktan sonra, 20 gün önce serbest bırakılmıştı. Tam kâbus dolu günleri geride bıraktığını düşünüyordu ki, yeniden tutuklama kararı çıkartıldığını öğrendi. Ülkede esen itirafçı furyası, onu da vurmuştu. Çok eskilerden tanıdığı Cemal, yakalanmış ve pek çok kişiyle ilişkin, yalan yanlış itiraflarda bulunmuştu. Ahmet’in yargılandığı, ancak tahliye edildiği olaya ilişkin de, pek çok şey uydurmuştu itirafçı Cemal. Savcılık da hemen harekete geçip, 20 gün önce serbest bıraktığı Ahmet hakkında, yeniden yakalama emri çıkartmıştı. Atacaklardı Ahmet’i içeri. Kâbus yeniden başlayacaktı. Ancak bu kez kararlıydı; kaçabildiği kadar kaçacaktı.

Cezaevindeyken, aranan pek çok insanın Meriç nehrini geçerek yurt dışına kaçtıklarını öğrenmişti. Nehrin karşı kıyısı bir başka ülkeydi. Özgürlüktü. "Ben de Meriç'i geçmeliyim," diye düşünüyordu.

Doğruca İstanbul'a gitti. Küçük bir otele yerleşip birkaç gün kaldı. Boğaza inip kendine özel bir ziyafet çekti. Rakısını ağır ağır içti. Otele döndüğünde sarhoştu. İstanbul'daki son gecesini sızarak geçirdi.

Sabahleyin erkenden garaja gidip, ilk Edirne arabasına bindi. Yolda uzun uzun planlar yaptı. Edirne'ye vardığında öğlen olmuştu. Ayaküstü bir şeyler atıştırıp zaman geçirmeye çalıştı.

Çarşıları, parkları dolaştı. Kafasında her şeyi planlamaya çalışıyordu. Defalarca kendine "uyanık ve dikkatli" olması gerektiğini söylüyordu. Kimseye güvenmemeliydi.

İpsala minibüslerinin kalktığı yeri sorarak buldu. Saat başı kalkan arabalardan birine bindi. Diğer yolculara söyle bir göz gezdirdi; kasabadan şehre gelen, işlerini takip eden veya alışveriş yapıp tekrar dönen insanlara benziyorlardı. Herkes birbirini tanıyor, sohbet edip şakalaşıyordu. Konuşmalara katılmayan kendisi gibi birkaç kişi vardı. Biraz rahatladı. Yabancı olduğunu anlamış olmalılardı. Ancak yadırgamıyorlardı. "Alışmış olmalılar," diye düşünerek etrafını meraklı gözlerle seyre koyuldu.

İpsala'ya vardığında akşamın serinliği güne yayılmıştı. Minibüsten inip rasgele adımlamaya koyuldu. Gideceği yeri bilmiyordu. Hangi köyde nehir daha dar ve sığdı? Öğrenmek için kafasında plan kurdu. Zararsız görünümlü, temiz yüzlü, beyaz sakallı bir ihtiyarı gözüne kestirdi. Yanına yaklaşıp aklına gelen ilk isimde bir köy uydurup nasıl gidebileceğini sordu. Asker arkadaşı Mehmet'in, sorduğu köyde oturduğunu da eklemeyi ihmal etmedi. İhtiyar adam ak sakalını sıvazlayıp bir süre düşündükten sonra;

“Oğlum, ben doğduğumdan beri buralarda yaşarım ama bu isimde bir köyü ne gördüm ne de duydum,“dedi.

Ahmet, ihtiyarın yanıtını şaşkınlık ifadesiyle dinledikten sonra planını sürdürdü:

“Nasıl olur amca, Mehmet bana tarif etmişti. Buraya on beş-yirmi dakika çekiyormuş, Meriç nehrinin hemen kıyısındaymış. Hatta Meriç, köylerinden geçerken daracık olurmuş.”

Gerekli bilgiyi ihtiyara vermişti. İhtiyar adam bu özelliklerdeki köyleri şöyle bir aklından geçirdikten sonra;

“Sarıyazılı olmasın. Orası senin tarifine uyuyor,” dedi.

Ahmet, "Yok yok amca, ismi öyle değil gibiydi. Neyse sağ ol, ben telefon edip ismini iyice öğreneyim,” diyerek ihtiyarın yanından hızla uzaklaştı. Hafifçe tebessüm ederek, çok uyanık ve akıllıca davrandığı için kendini kutladı. Cebinden bir sigara çıkartıp yaktı. Planı işe yaramış, Meriç nehrinin daralarak geçtiği köyün ismini öğrenmeyi başarmıştı. Şimdi sırada köye nasıl gideceğini öğrenmek vardı. Çevresine şöyle bir bakındıktan sonra köy bakkalına benzer bir bakkala girdi. Bir sigara aldı. Tam çıkarken geriye dönüp Sarıyazılı arabalarının nereden kalktığını sordu. Bakkal caddeye kadar çıkıp garaja nasıl gidileceğini ayrıntılı tarif etti. Ahmet, köyde öğretmenlik yapan nişanlısını karşılayacağını söyleyerek teşekkür etti. Kısa bir süre yol aldıktan sonra garajı buldu. Sarıyazılı arabası kalkmak üzereydi, hemen bindi.

Gün kararmaya yüz tutmuştu. Eski minibüs harıltıyla yola koyuldu. Minibüste kendisinden başka on yolcu daha vardı. Birkaç kadın dışında hepsi erkekti. Genç bir delikanlı kendinden çok büyük diğer yolculara şakalar yapıyor, herkesi güldürüyordu. Genç adam bir ara arkasını dönüp Ahmet'e seslendi:

“Siz nereye gidiyorsunuz? “
“Ben mi?”
“Evet, buralardan değilsiniz. Tanıyamadım.”
“İpsalalıyım ama Ankara'da oturuyorum. Amcam buralardan bir arazi almış, ona bakmaya gelmişlerdi. Ben de yanlarına gidiyorum.”
“Kimin tarlasıymış, hangi köyde?”
“Sarıyazılı civarındaymış.”
“Neresiymiş, kim satmış? Vallahi hiç duymadım.”
“Ben de tam bilmiyorum. Sorarak bulmayı düşünüyorum. Köylüler yabancı plakalı bir araba görmüşlerdir mutlaka...”

Ahmet ile genç adam arasındaki konuşmaları minibüsteki diğer yolcular sessizce dinlediler. Ne olduğunu pek anlayamadılar. Birbirlerine sordular, tahminde bulundular. Bir süre sonra da kendi konularına döndüler.

Ahmet, "Bunu da atlattım," diye düşündü. İnandırıcı ve sakin davranmıştı. Buraya kadar kazasız belasız gelmişti. Dikkat çekmemişti. Kendi ile bir kez daha övündü.

Yirmi-yirmi beş dakika sonra yaşlı minibüs Sarıyazılı'ya yaklaştı. Köyün girişinde indi, rastladığı ilk patikadan tarlaların arasına saptı. Meriç nehrini gördü. Ağaçlar arasında sessizce akıp gidiyordu. Havanın kararmasını bekleyip ırmak yönüne doğru gitmeliyim, diye düşündü. Tarlaların arasında yürümeye devam etti. Yoldan görünmediğini düşündüğü bir ağacın altına oturup, beklemeye başladı. Gece içemeyeceğini düşünerek bir sigara yaktı. Toprak kokusunu ciğerlerinde hissetti. Gözlerini kapayıp ırmağın sesini dinledi. Hava iyiden iyiye soğumuştu. Dizlerini karnına çekip korunmaya çalıştı. Soğuğu iliklerinde hissettiğinde "Namussuz Cemal," diye bir küfür çıktı ağzından. İçinde bulunduğu durumu düşündü, bir küfür daha etti.

Hava tamamen karardığında, büzüldüğü yerden kalkıp nehri gördüğü yöne doğru yürümeye koyuldu. Ancak karanlıktan nehri göremiyordu. Montunun yakasını kaldırıp ellerini ceplerine soktu. Kalbi hızlı atıyordu. Uzaktan gelen köpek havlamalarını duydu. Uzunca bir süre yol aldı. Nehre ulaşamamıştı. Oysa daha yakın gibi gelmişti ona. Bir an ayaklarının altındaki toprağın yumuşadığını hissetti. Biraz daha ilerleyince toprak tam bir bataklığa dönüştü. Eğilip dikkatlice bakınca pirinç tarlasına girdiğini fark etti. Çamura bata çıka ilerlemeye devam etti. Ayağı ağırlaşmış, yürümesi zorlaşmıştı. Sivrisinekler etrafını çepeçevre sarmışlardı. Arada bir pike yaparak saldırıyorlardı. Kaşınıyordu. Köpeklerin havlamaları da bir türlü durmuyordu. "Bütün köyü ayağa kaldıracaklar," diye düşündü. Yoksa köpeklerin dikkatinden kaçmayı başaramamış mıydı? Biraz daha hızlandı. Soğuktan dudakları titriyor, ıslanan ayakları sızlıyordu. Tüm vücudunu ateş bastı. Kısa bir süre sonra nehri gördü. "Tamam," dedi kendi kendine. Sonunda bulmuştu. Bir an yaşadığı olumsuzlukları ve acıları unutup sevindi. Meriç nehrinin daha geniş olduğunu düşünmüştü. Oysa çok dar görünüyordu. Kulak kabartıp çevreyi dinledi; sessiz ve sakindi.

Yine de bir ağacın altına gizlendi. Ellerini nefesiyle ısıtmaya çalıştı, bitkin düşmüştü. Üstü başı çamur ve dikenler içindeydi. Olduğu yere yığıldı. Ayakkabılarını çıkarıp çamurdan kurtulmayı denedi. Ancak bir kısmını temizlemeyi başardı. Vücudunu hareket ettirerek ısınmaya çalıştı.

Canı müthiş sigara çekmişti. Ateşinin görülmesi korkusunu bir tarafa bırakarak, bir kayanın kovuğunda sigarasını yaktı; avucuna gizleyerek kayanın duldasında içti. Bu geceyi de atlatacağını düşünerek gülümsedi. Hiç askere veya karakola rastlamamış olmasına sevindi. "Mobilize dolaşıyorlar herhalde," diye düşündü. Acıkmıştı ancak aldırdığı yoktu. Nasıl olsa birkaç saat sonra her şey değişecekti...

Saat gece yarısına yaklaştığında, yerinden kalkıp soyundu. Artık geçme vaktiydi. Etrafı son kez kontrol etti. Köpek havlamaları dışında sakin görünüyordu. Kendi kendine "Tüm Türkiye Yunanistan'a geçse kimsenin ruhu duymayacak," diyerek gülümsedi. Üzerinden çıkarttığı elbisesinin ceplerini boşaltarak çantasına koydu. Çantasını yanında getirdiği büyükçe bir naylon poşete koyarak sıkıca bağladı. Tamamen çıplaktı ve tir tir titriyordu. Kendi haline bir an güldü. Birkaç adımda nehrin yanındaydı, önce ayağını suya değdirdi. Nehrin suyu havadan daha sıcak gibiydi. Dudaklarının ve çenesinin titremesine aldırış etmeden, kendini suya bıraktı. Sessiz ve hızlı kulaçlarla karşı kıyıya doğru yüzmeye başladı. Kalbi daha hızlı çarpıyordu. Artık hiçbir şey düşünmüyordu. Vücudu morarmış, birbirine çarpan dişlerinin sesi uzaktan duyulur olmuştu. Birkaç dakikada karşı kıyıya ulaştı. Hızla sudan çıkarak bir ağaç dibine kendisini attı. Eşyalarının bulunduğu poşetin düğümünü açmaya çalıştı. Parmakları tutmuyordu. Nefesiyle ellerini ısıtmayı denedi. Gözü erkeklik organına takıldı. Kaybolmuştu. Elleriyle yoklarken acı acı gülüyordu. Son bir gayretle poşeti parçalayarak açtı. Çantasından elbiselerini çıkartıp hızla giyindi. Üşümesi geçmemişti, ancak biraz daha iyi gibiydi.

Soğukla boğuşurken aklına artık Yunanistan'da olduğu geldi. "Başardım", dedi kendi kendine, "başardım." Cebinden sigarasını çıkartıp gizlemeden yaktı. Derin bir nefes aldı; rahatladı. Karanlıktan etrafı seçemiyordu. Arkasına nehri alıp yürümeye başladı. Üşümesi bir türlü geçmiyordu. Daha hızlı yürümeye başladı. Bacaklarındaki sancı artmıştı. Ayağının atındaki toprağın yumuşadığını hissettiğinde yine bir pirinç tarlasına girdiğini anladı. İnatla yürümesini sürdürdü. Sivrisinek sortileri de aralıksız devam ediyordu. Öylesine üşüyordu ki sivrisinek saldırılarına yanıt bile veremiyordu.

Bir süre yürüdükten sonra soluk bir ışık gözüne ilişti. "Yunanistan sınır karakolu olmalı," diye düşündü. Gidip oraya teslim olmalıydı. Tek katlı küçük bir binanın önüne geldiğinde derin bir nefes aldı; her şeyin geride kalmıştı. Son bir gayretle nöbetçiye seslenip "Yardım edin bana," dedi.

Nöbetçi asker önce içeriye seslenip diğer arkadaşlarını çağırdı. Ardından silahını Ahmet'e doğru tutarak;

“Dur!” dedi.

Ahmet oracığa yığılmıştı. İçerden çıkan askerler kollarının altına girerek onu içeriye taşıdılar. Sobanın başına oturtup üzerine bir battaniye verdiler. Sobanın ısısıyla yavaş yavaş kendine gelmeye başlamıştı. Askerlerden rütbeli olanı;

“Kimsin, burada ne arıyorsun?” diye sordu.

Askerlerin Türkçe soru sormasını önce garipsedi ancak biraz düşününce, sınır karakoluna Türkçe bilen askerleri koymalarının normal olabileceğine kanaat getirdi. Önce adını soyadını, sonra da arandığını ve iltica etmek istediğini söyledi. Askerler şaşkın şaşkın birbirlerine baktılar ama hemen kendilerini toplayıp bozuntuya vermeden "komutan gelince ona ileteceklerini" söylediler. Ahmet tamamen rahatlamıştı. Fazladan bir asker elbisesi getirip, ıslanan giysilerini çıkartmasını istediler. Ahmet, verilen elbiseyi giyip ıslak elbiselerden kurtuldu. Elbise Türk askerlerinin elbisesine benziyordu. "NATO üyesi tüm ülkeler askerlerine aynı elbiseyi giydiriyorlar herhalde," diye düşündü. Çay verdiler içti. Üşümesi geçmiş gibiydi, ancak bacakları hala sancıyordu. Askerler komutana anlat demişlerdi ama o anlatmaya başlamıştı bile. Türkiye'deki faşist darbe herkesi içeri atıyordu. İşkence yapıyordu. O da içerde bir süre yatmış, tekrar yatmamak için kaçmıştı. Örgüt arkadaşları Lavriyon kampındaydı. Onlara ulaşırsa tüm sorunları çözülürdü. Tanıdığı insanların isimlerini verdi ve onlarla en kısa sürede irtibat kurmalarını istedi.
Konuşmaya yeni dalmıştı ki dışardan bir araba sesi duyuldu. Askerler;

“Komutan geldi,” diyerek dışarı çıktılar.

Bir süre sonra, gelen komutanla birlikte odaya döndüler. Komutan tokalaşarak;

“Geçmiş olsun,” dedi. Ahmet başıyla yanıt verdi. Sevimli bir adama benziyordu komutan.

“Anlat bakayım,” dedi.

Ahmet askerlere anlattıklarını, tüm detaylarıyla komutana anlatmaya başladı. Bir süre ülke ve kendi durumunu anlattıktan sonra, gözü duvarda asılı bir yazıya ilişti. Günün yemek listesiydi. Mercimek çorbası, bulgur pilavı, kuru fasulye, nohut vb. Liste böyle uzayıp gidiyordu. Türkçe idi ve Türk yemekleriydi.

Beyninden vurulmuşa döndü. "Eyvah," dedi, "ben Türk karakolundayım."

Komutan da Ahmet'in fark ettiğini anlamıştı.

“Hadi Ahmet hazırlan, merkeze gidiyoruz.”

Yıkılmıştı. Ne yapacağını ne söyleyeceğini şaşırmıştı. Meriç nehrini geçmişti. Nehrin karşı yakası Yunanistan topraklarıydı, nasıl olur da Türk karakoluna gelmişti? Sapsarı kesildi. Sonra bir an neler anlattığını düşündü ve bir kez daha "eyvah" dedi. Kekeleyerek;

“Türkiye'de miyim?” diye sordu.

Komutan evet anlamında başını salladı. Hâlâ gülümsüyordu.

“Şansın yokmuş, nehri yanlış yerden geçtin,” dedi. Arkasından Ahmet'i rahatlatmak için;

“Üzülme bize böyle gelen yalnız sen değilsin,” diye ekledi gülerek.

Ahmet, bu olaydan sonra tam dokuz yıl daha ceza evinde yattı. Yıllarca bir Meriç'e küfretti bir de itirafçı Cemal'e. Hiç kimseye nasıl yakalandığını anlatamadı. Üstelik kendisi de anlayamadı. Kafasında hep bir soru olarak kaldı. Meriç nehrinin karşı kıyısına geçmesine rağmen nasıl olmuştu da, Türk topraklarında kalmıştı? İçerde kaldığı yıllar boyunca değişik nedenler yaratmış, senaryolar uydurmuştu. Ancak hiçbirisi Ahmet'i tatmin etmemişti.

Tam dokuz yıl sonra özgür kalınca ilk iş olarak İpsala'ya gitti. Ak sakallı bir ihtiyarla karşılaştı. Sarıyazılı köyünü sordu.

“Hani,” dedi, “nehrin karşısı da Türk toprakları olan köy var ya...”
İhtiyar adam hemen anladı ve anlatmaya koyuldu:

“Evlat, Meriç nehri iki yüz kilometre boyunca Türkiye'yle Yunanistan arasında sınırı oluşturur. Yıllarca böyle olmuş böyle bilinmiştir. Ancak on-on beş yıl önce Türkiye nehrin sularından daha fazla yararlanmak için, yeni bir yatak oluşturarak nehrin bir kısmını yarım daire şeklinde geriye çekti. Nehir yeni yatağıyla yaklaşık bir kilometre daha içerden geçer oldu. O köyün toprakları daha bir değerlendi. Meriç nehri bu bölgede artık sınırı oluşturmayınca, eski yatağının olduğu yere karakol kurdular.”

Ak sakallı ihtiyar adam bilge bir tavırla sürdürdü konuşmasını;

“İşte böyle evlat, şimdi Meriç Sarıyazılı'da yeni yatağından akıyor. Gençler pek bilmez bunu. Hayırdır evlat, senin Sarıyazılı'yla ne ilişkin var?”
Ahmet, şaşkın bir ifadeyle ihtiyara bakakalmıştı. Hafif bir gülümsemeyle kafasını iki yana doğru salladı. İnanamıyor gibiydi.

“Bir şey yok amca, sağ olasın, hadi eyvallah,” diyerek oradan uzaklaştı. Hâlâ şaşkındı.

Ahmet işte tam bu bölgede sınırı kesmişti. İki yüz kilometrelik sınır nehirde, Ahmet'e bu bir kilometrelik kısım denk düşmüştü ve dokuz yıllık tutsaklığı böylesi bir şanssızlıkla başlamıştı.

Nehrin kulaklarında asılı kalan uğultusunu yüreğinde hissederek, hızla oradan uzaklaştı.

22 Nisan 2012 Pazar

GÜNEŞİ GÖZLERİMİZLE TAŞIDIK



Karanlık bir eylül!..
Hücredeyim,
Sigaram ve suyum yok!..
Yatağım ıslak bir beton!..

Boğucu bir hava var, içerde. Aydınlık, karanlık arası soluk bir ampul... Daracık bir alan. Birkaç adımda sonlanıyor. Küf kokuyor her yan. Köşeye büzülüp kalıyorum. Her yerim sancıyor. Bacaklarım kopmuş gibi, sırtıma hançer saplı. Beynim zonkluyor. Yüreğimde ince bir sızı var. Gözlerim doluyor. Anlayamıyorum!.. Onlarca asker ve gardiyan üzerimde tepişiyor. Tek yapabildiğim, ellerimle kafamı korumaya ça­lışmak... Ama mümkün mü? Dudağımın ağırlaştığını hissediyorum. Bağırtılar duyuyorum. Ben bağıramıyorum bile. Boğazım tıkanıyor. Yerin metrelerce altında, küf kokulu bir hücrede yapayalnızım. Korkuyorum. Ancak korkum ölümden veya dayak yemekten değil. Korkutucu olan yalnızlık. Ne olunacağı bilinmeyen bir süreçte, tek ba­şına olmak. Her şeye karşı tek başına olmak. Onurlu bir yalnızlık... O kadar dayak ve işkence tek bir kelime için. Tek bir kelimeyi kabul et­memi istiyorlar. Ağzımı bir kez açıp kapatmam yetecek.

 "Hırsızım."

"Ben hırsızım" dememi istiyorlar...

Bütün gün uğraştılar. Yoruldular. Ara verdiler. İnsanların arasına karı­şıp, kayboldular. Akşamı evlerinde ettiler.

Benimse, suyum ve sigaram yok.
Yatağım, ıslak bir beton...
Her yanım sızlıyor...

Voltaya kalkıyorum. Amaçsız, iki duvar arasında adımlıyorum. Düşünmüyorum!.. Düşünemiyorum... Şarkı mırıldanıyorum. Sözler kar­makarışık. Aynı nağmeye yeni yeni sözler uyduruyorum ve saatlerce söylüyorum. Yaptığıma kendim de gülüyorum. Rahatlıyorum. Her şeyi olağan görmeye çalışıyorum. İlginç bir şey dikkatimi çekiyor. Ben bu­raya atıldığımda beton zemin kuruydu. Hafif bir nem vardı, ancak kuru sayılırdı. Bir süre voltaladığımda zemin önce bir parça, sonra ta­mamen suyla kaplandı. Adımladığım köşede diğer yerlerden daha fazla su toplanmış, dolaştıkça su çıkıyor. Özel olarak böyle yapılmak is­tense, yapılamaz diye düşünüyorum. Betonun gözenekleri kevgir gibi, kanalizasyondan sızan suları, üzerine veriyor. Zamanla beton, geçirimsiz­liğini kaybetmiş olmalı. Sünger gibi suyu topluyor ve üste veriyor. Buradaki tek lüks, adımlamak. Ancak bu da tehlikeli, sınırlı ve dene­timli...

Burası Fransız işgalinde yapılmış. Öyle söyleniyor. Önceleri hasta­neymiş, sonra sığınak olarak kullanılmış. Çok daha sonraları ise savaş esirlerinin tutulması için kullanılmış. O gün bu gündür bu gelenek sürüp gelmiş. Uzun bir süredir de tutukevi olarak kullanılıyor. Burası, geç­mişte pek çok ünlüyü ağırlamış. Çukurova tarihinde önemli bir yeri var buranın, kültüründe özgün bir yeri var. Kimisinin babası yatmış burada, kiminin oğlu. Kız kaçırmış yatmış, namus için kan dökmüş yatmış, kanlısıyla çatışmış yatmış... Daha pek çok gerekçeyle mahpusluğu yaşamış Çukurova insanı. İç içe olmuş sü­rekli, şarkılar yazmış, şiirler dizmiş...

Benim hücremin yanında, sineklik ve bataklık denilen iki ayrı hücre daha var. Bu hücreleri şimdilerde kullanmıyorlar. Eskiden kullanır­larmış. Duvarlarında demir halkalar var. Bu halkalara mahkûmları el­lerinden bağlar, boyunlarına ağırlıklar takar, günlerce bırakırlarmış. Dev sinekler hiç beklemeksizin saldırıya geçer, paramparça ederlermiş insanı. İçerisi sinek kaynıyor, yine bekleşiyorlar. Bataklık denilen yer de benzer özellikler taşıyor. Zemini diz boyu balçıkla kaplı. Sinekler, geçmişteki sefahat günlerinin özlemiyle bekleşiyorlar. Elleri duvara zincirli mahkûm, sinek saldırılarıyla çığlıklar atarak, çıldı­rırmış. Mahkûmun yola geldiğine kanaat getirildiğinde, her yanı yara bere içerisinde buradan çıkarılır, koğuşlara götürülürmüş. Buraya atılma korkusu tüm mahpusların üzerine kâbus gibi çökermiş.

Dev sinek­lerin yanı sıra, koca koca fareler cirit atıyor ortalıkta. Balçık kokusu tüm ağırlığıyla genzi tahriş ediyor. Tüm duyumlar kısa sürede kayboluyor ve insan adeta tükeniyor... Buraları epey bir zamandır kul­lanmıyorlar. Kilitleri pas tutmuş. Beni, atıldığım hücreye doğru sürük­lerken, boynumdan tutup oraya götürdüler. "Dua et buraya atmıyoruz, yoksa bir gün sonra gelip kemiklerini toplardık," dediler. İnsaflıydılar. Atıldığım yer oralara göre oldukça iyi sayılırdı. En azından balçık yoktu ve sinekler de oradaki kadar dev cüsseli ve kalabalık değildi.


Sigara ve su yok.
Yatağım ıslak bir beton.

Bacaklarım ağrıyor. Duvarın bir köşesine çömelip oturmayı düşünüyo­rum. Tam bu sırada gözlerim bir karaltıya takılıyor. Tuvaletin köşesinde parlak bir karaltı hareket ediyor gibi. Biraz yaklaşıp daha dikkatlice bakıyorum. Şaşkınlık içerisinde bakakalıyorum. Kocaman bir fare... Kedi kadar. Cardun!.. Bu kadar büyüğünü daha önce hiç görmemiştim. Simsiyah ve kaygan, nemli bir derisi var. Islak. Kulakları dikelmiş. Ayaklarımı yere vurup, "hişt" diyorum. Aldırış etmiyor. Tekrar tekrar deniyorum, oralı değil. Kaçmaya yeltenmiyor bile... İlk şaşkınlığım geçiyor, insana alışmıştır diye düşünerek, sırıtıyorum. Belki de hücrecildir... İsmi bile olabilir. Köşedeki ekmeğe doğru yavaş bir hare­kette bulunuyor. Ancak hemen duruyor. Dönüp bana bakıyor. Oldukça temkinli. Ekmekle arasına giriyorum, vermeye niyetim yok. "Alırım" der gibi ters ters bakıyor. İğrenç bir görüntüsü var. Ayakkabımı çıkarıp fırlatıyorum. Hızlı bir hareketle, tuvaletin deliğine girip, kayboluyor. Kaçışına seviniyorum. Ancak içime bir kuşku düşüyor. Ya ben uyurken gelir de, bir yerimi ısırırsa... Kuduz, veba... Her şey aklıma geliyor. Unutmaya çalışıyorum. Voltalıyorum...

Zemin nemli, hafif hafif sulanı­yor. Havanın soğumaya başladığını hissediyorum. Tüylerim ayağa kalkıyor. Demek ki zaman gece yarısını aşmış. Adımlarımı hızlandırıyorum. Ellerimi yumruk yapıp sıkıyor, sonra tekrar gevşeti­yorum. Aynı zamanda kollarımı açıp kapatıyorum. Bu hareketleri hız­lıca bir süre yaparak ısınmaya çalışıyorum. Biraz olsun ısınıyor bede­nim. Zamandan kopmaya çalışıyorum.

Buradan uzaklaşmalıyım. Öyle ya, insan her şeyi beyniyle yaşar!.. Ben de öyle yapmalıyım... Temmuz ayının yakıcı sıcağında, Karataş sahillerindeyim! Kızgın kumlara aldırış et­meden, kumsalda adımlıyorum. Ayaklarım çıplak. Üzerimde bir şort... Güneşle aracısız yüz yüzeyim. Bedenimin tüm gözenekleri ısını­yor. Deniz mutlu bir çocuk gibi salınıyor... Olmuyor!

Üşüyorum. Berkeley'e küfrediyorum. Ne vardı sanki söylediklerin doğru olsaydı da, beynimdeki imajları yaşasaydım... Ne soğuk kalırdı, ne de hücre. Kim bilir belki sarışın güzel bir hatun da olurdu... Yine işe yaramadın Berkeley usta...

Gülümsüyorum. Adamcağız elinden geleni yapmış diye geçiriyorum, içimden. Kendimden şüpheliyim. Çıldırmak işten değil. Bacaklarım tükeniyor. Oturamıyorum, zemin ıslak. Gözlerim ağırlaşıyor. Bir sigara olsaydı... Müthiş canım çekiyor...

Hücrede onuncu güne giriyorum. Koridordan bağırtılar geliyor. Kulağımı kapıya dayayıp, dinliyorum. Yan hücreye birini getiriyorlar. Küfrederek dövüyorlar. Dayak yemek, dayak yerken beraberinde ağzı açılmadık değişik küfürler yemek burada alışıldık bir şey. Fazlaca yadırgamıyorum. Detayı anlamak için biraz daha dikkatlice dinliyorum. Askerlerden biri getirilen taze mahkûmu döverken, bozuk Türkçesiyle şöyle bağırıyor:

“Ha... Amerikalı Çavuşu öldürürsün, öyle mi, ibne ya Amerika yardımı keserse, öldürecek başka birini bulamadın mı?”

Mahkûmdan inilti dışında yanıt gelmiyor. Dayanamayıp gülüyorum. Olacak iş değil. Asker, Amerika’nın bu adam yüzünden Türkiye’ye yaptığı yardımı kesebileceğini düşünerek, daha fazla kızıyor. Ülkesini, geleceğini riske sokan bu adama karşı daha bir acımazsız davranıyor...


Akşamüzeri tanıdık bir gardiyan geliyor. Olayı soruyorum. Anlatıyor. 18–19 yaşlarında olan bu genç Amerikalı bir çavuşu öldürmüş. Amerikalı Çavuş yan hücreye getirilen gençle eşcinsel ilişkiye girmek istiyor. Evine çağırıp, yediriyor, içiriyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde içkinin de etkisiyle gence sarkıyor. Genç kabul etmeyip direniyor. Aralarında boğuşma başlıyor. Genç adam eline geçirdiği bir bıçakla Amerikalı çavuşu öldürüyor. Böylelikle de ülkesinin geleceğini riske atarak kendi kıçını kurtarıyor...

Ancak asker için önemli olan, Amerikan yardımı, düzülmenin hiçbir önemi yok. Belki de bizim uyanık asker “Zaten ABD ülkeyi her türlü düzüyor, sen niye direndin” diye kızıyordur gence... 

On beş günü geride bırakıyorum. Alışıyorum buraya, yabancılığım kal­mıyor. Gözlerim karanlıkta yarasa gibi, altlarından irin akıyor. Saçlarım sürekli nemden küflenmiş. Ellerimle yokladığımda, parmakla­rımın arasında bir tutamı kalıyor. "Saçlarımı da kaybedeceğim" diye endişeyle iç geçiriyorum. Vücudumun her yanı yaralar içinde. Korkunç kaşınıyor. Her şey çürümüş. Ben de yavaş yavaş çürüyorum. Çürütüyorlar... Direnmeliyim... Direniyorum.

Güneşi görmüyo­rum. Sigaram yok. Her gün biraz daha kötüleşiyorum. Günlerdir, "hırsı­zım" dedirtmeye çalışıyorlar. Yalnızca tek kelime... "Hırsızım"... Bunu söylemem yetecek. Beni bu aşağılık yerden çıkarıp, güneşi gösterecek­ler. Dayağa son verecekler. Daracık duvarlar arasında, adımlamayı sürdürüyorum. Hava ısınmaya başlıyor. Gündüze geçtik gibi. Saatim yok, aldılar. Gökyüzü uzunca süredir kayıp.

Günler hücremin içinde kaybolup, gitti. Sayımlar tek zaman ölçütüm. Sabah ve akşam. İki temel zaman birimi. Bacaklarım ağırlaştı, beynimde. Zemin tamamen su ile kaplandı. Sigaram hâlâ yok!..

Günlerdir hiç kimseyle konuşmuyorum. Kendi kendime konuşup, dinle­mekten bıkıyorum. Konuşmalarımla, düşüncelerim birbirine karışıyor. Yüksek sesle saçmalıyorum. Anlamsız sözcükler... Hayaller kuruyorum. Kötüleri cezalandırıyorum... Öldürmekten korkmuyorum, tek tek tüm kötüleri yok ediyorum... Tükeniyorlar. Devrim yapıyorum, birkaç kez... Özlemlerimle oluyorum... Kızlar geliyor aklıma. Her şeyi tüketiyorum. Anlamsız adımlarla sağa sola yalpalıyorum. Cardunla anlaştık. Ekmeğimin yarı­sını her gün ona veriyorum. Ekmeği yiyip, gidiyor. Karnı doyduktan sonra, gündüzleri çıkmıyor. Ben de rahatça uyuyo­rum. Geceleri beraberiz. Bir de konuşmayı becerse...

Yirminci güne vardığımda, gardiyanlar topluca yeniden hücreme geldi. Kalabalık bir grup. Başgardiyan;
"burada daha ne kadar kalmak istedi­ğimi" sordu.
Kendine güveni sarsılmış gibiydi. Yanıtımı beklemeden yanındakilere döndü.
"Bununla biraz ilgilenin, sıkılıyor çocuk," diyerek gitti.

Biraz daha yüklenecekler diye geçiriyorum içimden. Daha ne ya­pacaklar ki? Artık hiçbir şey korkutmuyor beni. Yaşama ilişkin tüm değerlerden hızla uzaklaştığımı hissediyorum. Burada unutulmuş ol­maktansa ilgilenilmeyi yeğliyorum. Nasıl bir ilgi olursa!..

Bir süre sonra kapı tekrar açılıyor. "İlgi göstermeye geldiler" diyorum, kendi kendime. İri yarı, hantal bir gardiyan, ayaklarını sürükleyerek içeri giriyor. Gözlerini gözlerime dikiliyor. Bir süre baktıktan sonra,

Pantolonunu aşağıya indiriyor ve devam edi­yor:

"Ya sen beni, ya ben seni... Oğlum bu iş böyle."

"Demek hırsız olmayı kabul etmedin öyle mi? Pekâlâ, o zaman ibne olarak çıkacaksın," diyor.

Şaşkınca donakalı­yorum.
"Git yahu, manyak mısın sen, çık dışarı!" diye bağırıyorum.
"O za­man sen beni yapacaksın," diyor, arkasını dönüyor.
"Defol lan buradan, ibne, adi herif!" diye bağırıyorum.
Bir anda iğrenç kahkahalar yayılıyor koridora. Sekiz-on kadar gardiyan beliriyor, kapıda.
"Senden hoşlan­madı Selçuk dayı," diyor, içlerinden biri. Sonra bana dönüyor:

"Hadi bu gün kurtuldun. Sen iyisi mi hırsızlığı kabul et."

Yaptıklarının hoş­nutluğuyla, iğrenç salyalarını yanlarına alıp gidiyorlar. Şaşkın ve ür­kek bir şekilde sindiğim köşeden çıkıyorum. Ağır adımlar atıyorum, sağa sola. Aklım almıyor olanları. Bunlar insan olamaz diye düşünüyo­rum. Böyle bir şeyi nasıl yaparlar? İnsan nasıl böyle hay­vanlaşabiliyor? Sinirden ve öfkeden her yanım titriyor. Hızlı hızlı adımlıyorum hücreyi. Küfür ediyorum, aklıma gelen her şeye...

Ortalık yine sessizliğe gömülüyor. Yalnızca kendi adım seslerimi du­yuyorum. Sakinim. Her şeyi doğal görmeye çalışıyorum. Bunlardan her şeyi beklemeliyim... Açlık grevine başlama kararı alıyorum. Buradan bir an önce çıkmalıyım. Yalnızlığa, iğrençliğe, küf kokusuna daha fazla dayanamayacağım... Yemek geldiğinde almıyorum. Pek aldırış etmiyor­lar. İki gün hiç uğramıyorlar. Üçüncü gün tekrar yemek ve su getiriyor­lar. "Hayır," diyorum, gidiyorlar. Sonraki günler ara sıra gelip, şöyle bir bakıp gidiyorlar. Beşinci gün başgardiyan geliyor. Bağırıp, küfredi­yor. "İstersen geber," diyor ve o da gidiyor. Artık ayakta duramıyorum. Köşeye kıvrılıp yatıyorum. Beton bedenimi uyuşturuyor. Titriyorum. Kemiklerim bile üşüyor. Dudaklarımı hissetmiyorum. Cardun çıkıyor deliğinden, biraz toparlanmaya çalışıyorum. O da aç. Ekmeğimin yarı­sını alamıyor artık. Sinirli. Gezinip duruyor. "Ne ukala yaratık" diye düşünüyorum. Daha önce verdiğim ekmeklerin hatırına olsa gerek, saldırmıyor. Ama ben yine de korkuyorum...

Nefesimle ellerimi ısıtmaya çalışıyorum. Vücudumdaki yaralar irin kaplamış. Gözlerimde sanki tonlarca kum var gibi, batıyor. Duvarda bir yazı var, kazınarak yazıl­mış.
"Duvarınızı Yendim!" diyor.

Yanında bir yığın çarpı işareti var. Benden öncekilerden biri yazmış. O kazanmış. Demek ki aşılabiliyor du­varlar. Burası sonsuzluk değil. Güneşe yeniden kavuşmak mümkün gibi... Moralim biraz düzeliyor. Güneş biraz daha yakınlaşıyor. Kendime gü­venim bir kat daha artıyor. Başarmalıyım diyorum kendi kendime, ba­şarmalıyım... Yenmeliyim bu kokuşmuş duvarları...

Kapıya tekrar doluşuyorlar. Bu kez müdür de aralarında... İçeri giriyor­lar. Müdür kaç gündür burada olduğumu öğrenmek istiyor. Başgardiyan;

"Yirmi dört gündür, efendim," diye yanıtlıyor.
Müdür yüzünü ekşiterek kafa sallıyor. Yüzüme bakmamaya çalışarak,
"Hemen çıkarın, doktora götürün, sonra da koğuşa verin," diyor.

İki gardiyan kollarıma girip, sü­rükleyerek taşıyorlar beni. Çıkıyorum, küf kokusunu yanımda taşıyarak. Bahçede temiz bir hava var, derin bir nefes alıyorum. Başım dönüyor. Gözlerim görmüyor. Aydınlığa uzunca bir süre bakamıyorum. Kapatıyorum gözlerimi. Güneşi hissediyorum. Yüreğimde gururlu bir gülümseme var.

Yine tutsağım. Ancak, güneşi yaşayabiliyorum. Konuşabiliyorum. Kendi sesimden başka, dost sesler duyabiliyorum. Sigara... Dost soh­betleri ve çay... Mektup yazıp, mektup alıyorum. Yaşamı bir ucundan yeni­den yakalıyorum.

Yıllarca sürmüştü, tutsaklığım. Yıllar sonra yeniden yakaladığımda öz­gürlüğü, yeni bir yaşamdı artık, benim için. Duvarların gerisinde en genç yıllarımı bırakmıştım. Heyecanım yerini, bilince bırakmıştı. Artık eylemlerim daha anlamlıydı. Bilinci yakalamıştım. Ancak yüre­ğim hüzünlüydü.

Tutukevinin yıkıldığını duyduğumda, kalkıp oraya git­tim. Yıkıntılar etrafında uzunca dolaştım. Tam bir hayaller yıkıntı­sıydı burası. Çökmüş düşler serpilmişti, sağa sola. Yeniden küf koku­sunu duydum. Yüreğim ürperdi. Kaldığım hücrenin yerini aradım. Bulmakta zorlandım. Yerini tam olarak kestiremiyordum. Belleğimde canlandırmaya çalıştım. Ayağımla beton döküntülerini karıştırırken bir yazı ilişti gözüme. Betona kazınmış. Onurluca gülümsüyor.
"Yendim."
Ne garip, yalnızca bu yazı kalmış geriye...


20 Nisan 2012 Cuma

OSMAN




Biz yaşamı böyle bilmiyorduk. Böylesine zor, böylesine tıkanık, böylesine yaşamsal...
Toyduk, belki de çocuktuk. Ve büyüdükçe yaşımızın ötesine taşıdık yüreğimizi. Yüreğimiz bizden bir adım önde büyüdü. Kendimiz bilerek, kendimizden koptuk. Yaşamın yaşam tüketeceğini hiç düşünmedik. İlk düşüşlerde irkildik, ancak inanmadık. Sonra umudu kestik ve kendimizi bizsiz var ettik. Umut yaşamdan koptu, biz de umuttan... Bir çocuğun uçurtmasının yırtılması gibi, yırtılan umutlarımızın arkasından baka kaldık. Tükeniş böyle başladı... Nereden bilebilirdik ki yaşamın böyle olduğunu. File sorti yapan umursamaz sinekler gibiydik. Yırtılan umutlarımıza asılı kalan tükenmiş yaşamların gözyaşlarına sığındık. Biz yaşamı böyle belledik...
Geceyi hiç sevmedik Akşamın doğallığında ivedice sabahı kucaklamaya çalıştık. Geceler bin yıl kadar sürdü. Gündüzler hem yakın hem de çok uzaktı. Her adımımızda biraz daha uzaklaştı. Telaşa düştük. Yüreğimizi çıkartıp, karanlık hücrelerin nemli duvarlarına, bir madalya gibi astık. Yüreksiz ve duygusuz kaldık, insandan kaçtık... Kabuğuna sığmayana yaşamlarımız, boğulmuş insan umutlarının, güneşe dönük düşleri arasında sıkışıp kaldı. Yaşamlar budandı, öyküler sayfa buldu.
 1979 yılı yaz aylarına girildiğin de, güneyin duvarları pörsümüş bir cezaevinde tüm koğuşlar tıka basa insan doluydu. Her gün onlarca genç, tutuklanıp içeri atılıyordu. Kırk beş elli kişilik koğuşlardı seksen yüz kişi kalıyorduk. Üniversitelerden, liselerden ve sokaklardan bir yığın insan değişik nedenlerden dolayı tutuklanıp cezaevine koyuluyordu. Bir o kadar insanda her gün tahliye ediliyordu.
Cezaevinde devlet, yalnızca sayımlarda ve periyodik aramalarda ortaya çıkıyordu. Birde içerde çıkan kimi olaylardan sonra girip, olayın faillerini alıp gidiyorlardı. Her mahkûmun kafasında kaçmak bir tutkuydu. Her grubun kaçmaya dönük kendi çabası vardı. Koğuş altları tavşan yuvası gibiydi. Hesaplar yapılıyor, projeler çiziliyor ve tüm mühendislik dehaları cezaevinin zemininde uygulanmaya çalışılıyordu. Herkes bir yerlerden kazıyordu. Toprağın metrelerce altından özgürlüğe ulaşmaya çalışıyordu. Birinci koğuşta da benzer bir çabaya yeni girilmiş, beton delinmiş, toprağa yeni el sürülmüştü.
Aynı günlerde yeni yakalanan kalabalık bir grup getirildi koğuşa. Sekiz on kişi kadarlardı. Yoğun, argın ve bitkindiler. Ancak gözlerinde polisten kurtulmuş olmanın gizli bir sevinci vardı. İçlerinden birisi dikkatimi çekti. Adı Osman’dı. Kısa boylu, zayıf, siyah hafif dalgalı saçlı, esmer bir çocuktu. Daha 17- 18 yaşlarındaydı ve bıyığı yeni terlemeye yüz tutmuştu. Ürkek ve korkaktı. İçeri girdiğinde hepten tükenmiş ve kendine güvenini tamamen yitirmiş gibiydi. Her halinden sorgudan dik çıkamadığı anlaşılıyordu. Çözülmüştü. Arkadaşları affetmiyordu onu. O artık bir haindi. Silikçe geldiği birinci koğuşta bir köşeye büzülerek yaşamayı denemişti. Yer yarılsa yerin binlerce metre içine girecek gibiydi. Süklüm püklüm haliyle Osman, onlardan gibi değildi. Onlardandı ama artık onlar onlardanmış gibi bakmıyorlardı ona. Oda onlardan gibi görmüyordu kendini. Büzülerek yanıma gelip, nerede yatabileceğini sormuştu bana. Bende ötekilerden uzak bir yer gösterip ‘burada kalabilirsin’ demiştim.
Hiç uyuduğunu görmedim, hep ayaktaydı sanki. Kimi zaman gündüzleri ranzasının kenarlarına çektiği perdelerini kapalı görürdüm. Belli ki geceleri korkudan oturuyor bazı gündüzler ise uyumayı deniyordu. Çoğu zaman ise uyuyamıyordu. Kendi arkadaşlarıyla hiç konuşmuyordu. Onlarla zorunlu olarak karşılaştığında, başını öne eğip yanlarından neredeyse görünmeden geçip yatağına süzülüyordu. Neler olduğunu anlamakta hiç zorlanmamıştım. Osman çözülmüştü ve arkadaşları onu dışlanmıştı. Durumu değerlendirilip bir karara varılacaktı. Osman’ı arkadaşlara anlatıp dikkat etmemiz gerektiğini söyledim. Sonra onlarla konuşup durumu anlattık ve bu koğuşta hiçbir olay istemediğimizi açıkça söyledik. Bize hak verdiler ve ‘söz veriyoruz onu burada cezalandırmayacağız’ dediler. Rahatlamıştım. Osman en azından bizim koğuşta cezalandırılmayacaktı. Konuşmadan hemen sonra Osman’a yaklaşıp, ona bu konuşmayı anlattım. Kaygılıydı ama biraz rahatladığını hissettim. Bahçeyi çıkıp volta atmaya, arada bir bizden kimi arkadaşlarla konuşup, gizliden gülümsemeye başlamıştı.
Birkaç hafta sonra bir akşamüstü, koğuştan marş sesleri yükselmeye başlamıştı. Bu alışıldık bir şeydi. Koğuşlarda sıkça marşlar söylenip sloganlar atılırdı. Dışarıda bizsiz süren bir mücadele vardı ve bu mücadele, yattığımız bu daracık koğuşlarda bile bizleri motive etmeye yetiyordu. Her üst boyutlu eyleme sevinirken, ölen her arkadaşımız için yas tutuyorduk. Biliyorduk ki bir gün bu duvarları yıkıp özgürlüğümüzü yakalayıp, mücadeleye bizlerde katılacaktık... Marşlar söyleyerek, sloganlar atarak dışarıda ki gelişmelere kendi çapımızda katılırdık. Osman’ın arkadaşları da marşlar söylemeye başladıklarında önce hiç dikkatimi çekmedi. Bir süre sonra günü ve anlamını düşündüğümde hiçbir haklı bir gerekçe aklıma gelmedi. “Belki de bizim duymadığımız bir eylemleri vardır” diye geçirdim aklımdan. Yanımda ki arkadaşlara sordum onlarda bir anlam veremediler. Yüreğime bir kuşku düştü. Tedirgince ortalıklarda bir süre dolaşıp durdum. Osman’ın arkadaşlarının yüzlerine göz gezdirip, bir şeyleri çözmeye çalışıyordum. Söylenen marşların ritmi artınca gözlerim Osman’ı aradı. Ama yoktu. Ortalıkta gözükmüyordu. Aklıma çamaşır yıkayacağım demesi geldi. Tuvalete yöneldim, kapısı tutulmuştu. Osman’ın arkadaşları tuvaletin kapısına kümelenmiş marşlar söylüyorlardı. Tuvaletten iki üç kişi çıktıktan sonra marşlar birden kesilip slogan atılmaya başlandı. İlk slogan beni tamamen sarsmıştı. “Hainler cezasız kalmaz.” “Kahrolsun işbirlikçi hainler” Koğuş buz dağına çarpmıştı gibiydi. Herkes donup kalmıştı. Herkesin aklına o an Osman geldi. Söz vermişlerdi ama...
Bekleyememişlerdi. Bir avuç insan onu yargılamış ve ihanetten suçlu bulup ölüme mahkum etmişti. İnfaz, devrim marşları eşliğinde gerçekleştirilmiş ve bizlerde tamamen seyirci kalmıştık. Ve Osman gitmişti artık. Tuvaletin kapısını boşalttıklarında hemen koşup içeri girdim. Tuvaletten kazılan tünel çukurunun içinde Osman, başına çuval geçirilmiş olarak yatıyordu. Her tarafı kan içindeydi ve hareketsizdi. Elleri arkadan bağlanmış ve kafasına çuval geçirilip hem boğulmuş hem de şişlenerek öldürülmüştü. Yanı başına bir not...“Hainler cezasız kalmayacak. ”Osman’ın öldürülmesine müthiş kızmıştık. Osman ölmüş ve kazdığımız tünel patlatılmıştı. Onlara öldürmeyin derken koğuşun özel durumunu anlatmış ve öldürmeyeceğiz sözünü bu çerçevede almıştık.
Onlar Osman’ın yaşamını alırken, bizimde özgürlüğümüzü almışlardı. Osman’ın öldürülmesinden çok belki de buna kızıyorduk. Osman’ın yargılanması onların doğal hakkı gibiydi. Zararı Osman onlara vermişti ve onların bir insanıydı. Yanlışının sorumlusu da onlardı ve verecekleri karara bizler karışamazdık. Sadece burada ve bu koşularda yapılmasını engelleyebilirdik ve onu denemiştik. Ancak bunu da başaramamıştık.
Koğuşu askerler basarak, onu atıldığı tünel çukurundan çıkarttılar. Osman’ın kanla kaplı bedeni koğuşun orta yerine bırakıldığında, hiç kimseden ses çıkmıyordu. Çavuş kafasını bizden yana çevirip; ‘Kim öldürdü onu’, ‘bu tüneli kim kazıyordu” diye sorunca herkes birbirine baka kaldı. Öldürenlerin öne çıkıp üstlenmelerini bekledik hep birlikte. Ancak koğuştan çıt çıkmıyordu. Çavuş bir kez daha sordu. Ama yine ses yoktu. Elli kişilik koğuşu toplayıp hücrelere aldılar. Hepimizin ifadesini alıyorlardı. Hep bir ağızdan “ görmedik bilmiyoruz” diyorduk.
Bir gün sonra koğuşa döndüğümüzde arkadaşları yanımıza çağırıp, “hem söz verip sözünüzde durmuyorsunuz, tünelin yakalanmasına neden oluyorsunuz hem de üstlenmiyorsunuz. Bu olamaz üstlenin yoksa karışmayız” dedik. Aralarından bir kişiyi seçtiler, suçu ağır. Ve o kişi gidip olayı üstlendi. “Osman’ı ben öldürdüm dedi. Maçta kavga etmiştik, bana küfür etti bende dayanamadım öldürdüm, sonrada o çukuru kazıp saklamaya çalıştım ” dedi.
 Osman hayat denilen kavgaya daha yeni girmişti. Pek çok insan gibi de çelik adımlarla yürüyememişti. Sendelemişti. Daha yaşı gençti ve adımlarının çelik olması gerektiğini belki de hiç bilmiyordu. Sendelemesi yaşamına mal olmuştu. Bizler ise öfkeliydik. Osman’ın öldürülmesinden çok belki de, aylardır kazdığımız tünelin açığa çıkmasına kızmıştık. Osman bu gün yaşasaydı yaklaşık biz yaşlarda olacaktı ve belki de ilk sendelemesinden sonra yaşamda bir daha asla sendelemeyecekti.
Bir fırsatı daha olabilseydi...

7 Nisan 2012 Cumartesi

KIŞLALAR SOKAKLARDA, SOKAKLAR KIŞLALARA TAŞINIYOR!!

 

Karanlık bir eylül.
Komut sesleri sokaklarda yankılanıyor.
Sokaklar kışlalara taşınıyor.
Tutukevleri can pazarı...


Yüzlerce, binlerce insan atılmıştı içeriye. Çağdaş Bastiller yaratıldı ülkede. Askerlik çağına yeni adım atmış genç insanlar asker-gardiyan yapılıp komutan oldular. Yeni işkence yöntemleri denenip, sistemleştirildi. İnsandı malzeme, insan bilinci ve iradesi. Yirminci yüzyılın toplama kamplarında Hitler yoktu, ancak özentileri vardı ortalıkta. Bir de Gestapolaştırılmış genç askerler.


Her şey yasaktı...
Gazete, kitap, dergi okumak yasak, radyo televizyon izlemek yasak!.. Görüşlerde esas duruşu bozmak, el kol işareti yapmak, imalı sözcükler kullanmak yasak!.. Türkçe olmayan dil ve anlaşılmayan kavramlar kullanmak yasak!.. Kısık sesle konuşmak yasak!.. Havalandırmada birden fazla kişinin yan yana gelerek volta atması yasak!.. Volta atarken elleri başıboş bırakmak, tespih, ip vs. sallamak yasak!.. Tek sayfadan fazla mektup yazmak, yazılan mektuplarda içeriden bahsetmek yasak!.. Uykuda sayıklıyor numarası ile nöbetçi komutanlara anlaşılmaz sözcükler söylemek yasak!.. Tuvaletlerde gerekli zamandan fazla kalarak, komutanların gözünden uzaklaşmaya çalışmak yasak!..


Daha pek çok anlamsız yasak, içeri atılan binlerce insana dayatılarak kurallaştırıldı. Soluklanma dışında her şey talimatnamelerde vardı. Uymak, zorunluydu!..


İdam cezası alanlar, koğuşlardan alınıp, müşahede denilen yerlere konulurdu. Buralarda önleri demir şebekelerle çevrili tek kişilik hücreler bulunurdu. İnsan burada kendini, kafese kapatılmış hayvan gibi hisseder... Gözler sürekli üzerindedir. Her hücreye bir asker gardiyan düşer. Yirmi dört saat gözetlenir idamlık insanlar... Soluklanmaları bile izlenmeye çalışılır... Olur ya, karar infaz edilmeden, kendi canına kıyar da... Hücrelerin birbirleriyle konuşması, her türlü alış verişte bulunması yasaktı!.. Askerlere, imalı, tehditkâr bakmak, özel dostluk kurmaya çalışmak da yasaktı. Komutanım dışında bir hitapta bulunan ânında cezalandırılırdı.


Kimi zaman askerler, hücrelere kafalarını uzatıp, "Dün gece sizin adamlardan iki kişi daha sallandı, yakında sıra sizde" diye dalga geçerler ve iğrenççe gülerlerdi. Böylelikle bir- kaç kişinin daha idam edildiği öğrenilirdi. Bir burukluk yaşanırdı yüreklerde. Sessiz bir öfke yayılırdı, her yana... Bir gece vakti, daha yeni düşmüşken başlar yastığa, ansızın gürültüyle açılır, bir demir kapı. Sözcüklere gerek yoktur artık. Hep, baş dik olsun istenir. Günlerce, aylarca hep kafada dolaşır durur. Cellat kapıya dayandığında ölüm kaçınılmazsa artık, onurluca olmalı. Tıpkı yaşam gibi...Yapılacak daha pek çok şey varken, ölüm düşünülür hep. Ölmesini bilmek gerek denilir. Tasarımı yoktur yarının. Yarın "yaşanılandır", artık. Beklemek... Hücreye sızan gün ışığının bir gün sonrasını beklemek...


Bir gece...
Karanlığın olanca ağırlığıyla çöktüğü bir gece, tutukevinde müthiş bir sessizlik vardı. Koridorlardan her gece yayılan hayvani bağırtılar duyulmuyordu. Askerler özenliydi. Sessizlik çöktürüldü tutukevine. Emir vardı. Bu gece infaz var.


Hücrelerin önünde kalabalık postal sesleri duyuldu. İnsanlar gün ışığını düşündüler, yeniden... Soluklanmayı kestiler, kulak verdiler koridora. Yüreklerde hüzünlü bir telaş belirdi. Postal sesleri durdu. Rütbeli bir subayın tedirgin sesi duyuldu. "Hazırlan. Dosyan onaylandı". Hep bir gün kapıya dayanacakları beklenir, ancak geldiklerinde inanmaz insan. Dünyanın pek çok yerinde insanlar, evlerinde uyurken veya gece eğlencesinden dönmeye hazırlanırken, o, ölüme gidiyordur. Ölüme nasıl hazırlanılır, bilinmez... Az sonra yaşam bitecektir. Bir daha gün ışığını göremeyecek...


Bizler gün ışığı olacağız diye geçirdi içinden. Şaşkınlığını üzerinden atıp kendini toparladı. Hücrenin daracık köşelerinde kısa voltalar attı. Düşünmeye çalıştı, ancak düşünemiyordu. Düşünecek ne kalmıştı geride? Ellerini yokladı, sonra cebine soktu. Bedenini hissetti. Başını iki yana sallayarak anlamsızca gülümsedi. İnanmıyor gibiydi olacaklara. İnanmak istemiyordu. Bir düştü bu. Güneşe geçsin düşü. Hep demez miydik bir gün güneşe geçeceğiz, güneşi zaptedeceğiz diye. İşte düş günü gelip çatmıştı.


Subayın sesi yeniden duyuldu: "Mektup yazmak istersen yaz. Tıraş olmak istersen de, bekleriz." Mektup yazmak... İlk defa rahat bir mektup yazacağım diye düşünüp, gülümsedi. Kâğıt, kalem istedi. Ama önce tıraş olmaya karar verdi. Ağzı körelmiş jileti yüzüne sürerken hiçbir şey hissetmedi. Bedeni daha şimdiden kendini terk etmiş gibiydi. Aynada kendini anlamsızca seyretti. Uzun zamandır, her aynaya bakışında saçlı halini düşünmeye çalışıyordu. Ancak bir türlü gözünün önüne getiremiyordu. Yeniden düşündü... Olmuyordu. Çam ağaçlarını düşündü, ormanları. Sonra gözünün önünde kurumuş ağaçlar belirdi. Annesi geldi aklına. "O kadın onlarca kez ölecek" diye düşündü. Gözleri doldu. Ne yazmalıydı, nasıl anlatmalıydı durumu, bilemiyordu. Hiçbir zaman anlamayacaktı. Anlamak istemeyecekti. Bunu biliyordu. Kısa bir şeyler yazmalıyım diye geçirdi içinden. Mektubu hazırladı, altına da, "üzülmeyin, ben isteğimce yaşadım" demeyi ihmal etmedi.


Hazırdı. Artık hücreden çıkabilirdi. Diğer hücrede yatan arkadaşlarla vedalaşmak istedi. “Olmaz,” dedi subay. Slogan atmaya başladı. "Kahrolsun.........". Askerler atlayıp ağzını kapattılar. Karanlık duvarların arasında ilk kez bir karşı koyuş sloganlaşmıştı. Sürükleyerek koridora çıkarttılar. Koridorda sürüklenirken, yankılanan slogan seslerini duydu. Yüreği gülümsedi. Öfke dolu haykırışlar, duvarları titretiyordu. Askerlerin renkleri soldu. Gözlerine korku girdi. "Sorarız onlara," dediler.


On kadar askerin arasında tek başına yürüyordu. Ellerini bırakmışlar, etrafını çepeçevre sarmışlardı. Ansızın, birdenbire ölmek çok daha iyi diye düşündü. Hemencecik, fotoğraf çektirirken patlayan flaş gibi... Hemen... Sonuçta hepsi bir değil miydi? Ne fark ederdi, şöyle ya da böyle olması...


İdare binasının koridorunda, tutukevi müdürü yüzbaşı göründü. Ellerini arkasında birleştirmiş onu bekliyordu. İnce bir tebessüm vardı yüzünde. Sivil hiç kimseyi göremedi. Oysa avukatı bulunmalıydı.

"Avukatım nerede?" diye sordu, dik dik titreyen sesiyle.
"Gelmek istemedi. Belgeleri siz hazırlayın ben imzalarım," dedi.


Namussuz herif, gelmeye bile korkmuş diye geçirdi içinden.

Bir sandalye verdiler, oturdu. Son isteğini sordular. “Bir bardak çay ve sigara,” dedi. Getirdiler. Mektuplarını yüzbaşıya uzattı. "Size güvenmiyorum, ama vermek zorundayım," dedi. Yüzbaşı, "Siz kimseye güvenmezsiniz zaten," diyerek sırıttı ve mektupları aldı. Sonra uzun bir konuşmaya hazırlanır gibi derinden bir nefes aldı.

"Hiç pişmanlık duymuyor musun? Bak yaşamın gidecek. Değer mi ha?..”

Pişman mıydı? Bunu hiç düşünmemişti. Kuşkusuz yapmak isteyip de yapamadığı pek çok şey vardı. Ama yaptıkları da istedikleriydi. İnanarak yapmıştı.

"Sen kendi işine bak yüzbaşı, cellatsın, cellatlığını yap".

"Oysa önünde uzun bir yaşam vardı. Daha gençsin, evlenip çocuk sahibi olabilirdin. Allah bilir hâlâ bakirsindir ha?.. Hiç, bir kadınla yattın mı? İster misin, bir tane getireyim?"

"Sizler yalnızca bacak aranızı düşünürsünüz. Yaşama hep oradan bakarsınız..."

"Sen o güzelliği bir yaşasaydın...”

"Sen yaşa, boş ver".

"Bak sana ne göstereceğim. Elimdeki belge Genelkurmaydan geldi. Bir karar almışlar. Yaptıklarımdan pişmanım der bize yardımcı olursan, infazı engelleyebilirim. Buna yetkiliyim. Bir pişmanlık belgesi hazırlayacağız, sen imzalayacaksın, infazı hemen durduracağım... Anlaştık mı?”

Kendisini ölüme öylesine hazırlamıştı ki, böyle bir şeyi hiç beklemiyordu. Ne yanıt vereceğini şaşırdı. Yutkundu. "Onuruma karşılık yaşamım" diye düşündü.

"Hayır yüzbaşı, olmaz, öyle yaşamak istemiyorum..."

"Sen bilirsin. Ben bana gelen emri yerine getirdim. Görevimi yaptım. Biz seni yalnız bırakalım, iyice düşün. Kararından vazgeçtiğin zaman seslen yeter. Hemen durdururum infazı, tamam mı?”


Yanıt vermedi. Odada tek başına kaldı. Elleri arkasından kelepçeliydi. Adımladı. Ayaklarına yüklenen ağırlığını duydu. Sonra ağzında kalan sigara tadını hissetti. Canı sigara istedi. Önce askere seslenmeyi düşündü. Ama sonra vazgeçti. Benim için geride kalmış bir güzellik sadece dedi. O kadar çok güzelliği bırakmıştı ki geride... Pek çoğunu duyumsayarak yaşayamamıştı bile. Farkına varamadıkları da vardı kuşkusuz. Tanımaya zaman bile bulamadığı güzellikler... Askerler yanına geldiğinde, hâlâ düşünüyordu. Koluna girip yandaki boşluğa aldılar. Üzerindeki giysileri çıkartmasını istediler. Çıkarttı. Yedi bin lirasını imza karşılığı teslim aldılar. Üzerine beyaz bir giysi giydirdiler. Ellerini arkadan tekrar kelepçelediler. Her şey bir rüyaydı sanki.


İdam sehpasının altına getirildiğinde, sehpanın demirden olduğunu gördü. Aklından hep tahtadan yapılmış bir sehpa geçirmişti. Hani Amerikan filmlerinde olur ya... Artık çok az zamanı vardı. Kısa süre sonra düşünemeyecekti. Düşünüyor olmak da güzel şey diye geçirdi içinden... Dostları geldi gözlerinin önüne. Gülümseyen, canlı, coşkulu bakışlarıyla dostları... Yüreği ısındı. Gülümseyişle karşılık verdi, dostlarına. "Bensiz kucaklayacaksınız baharı. " diye seslendi. Sanki yanı başındaymış gibi dostları...


Sandalyenin üzerine çıkardılar. Yüzbaşı diğer subaylarla birlikte tekrar geldi. Yüzünde garip bir ifade vardı. Kızgınlık, öfke ve belki de saygı... Gülümsedi. "Demek ölmeye karar verdin, öyle mi? Üzüldüm, takın ipi..." Askerler telaşla ipi taktılar. Şaşkın ve gergindiler... "Bunların hesabını halkımıza vereceksiniz. Kahrolsun fa...." sözlerini bitiremeden, yüzbaşının öfkeli bağırtısı karanlıkta yankılandı.

"Tekmeleyin sandalyeyi, asın ibneyi!"

Bu iş için seçilmiş askerler sandalyeyi tekmeledi. Sandalye gürültüyle yuvarlandı.

Her şey bundan sonra oldu. Bir acı hissetti.
Kalbi hızlıca çarpıyordu. "Sallanıyorum" diye düşündü. Ayağını oynattı. Yeri kavrıyordu. "Olamaz" diye geçirdi içinden. Yüzü sapsarıydı. Şaşkındı. Gözlerini açmak nice sonra aklına geldi. Her yan bembeyazdı. Hiçbir şeyi seçemiyordu. Hayvanca atılan kahkahaları duydu. Sesin geldiği yöne doğru kafasını çevirdi. Yüzbaşıyı gördü. Gülmekten iki büklüm, sağa sola yıkılıp duruyordu. Sonra askerler de anladılar işi. Onlar da başladılar gülmeye...


İdam cezası belki de ilk kez bir işkence yöntemi olarak kullanılıyordu. Karanlık eylülde, karanlık yerlerde, insanlık için karanlık işler yapıldı. Ortaçağ karanlığını aratmadı yapılanlar. Engizisyoncuların kemikleri keyifle oynaştı. İnsanlık tüm bunları yaşadı. Suçlar işlendi, suçlular kimlik edindi. Salınır oldular sokaklarda. Sokaklar boğdu onları.

3 Nisan 2012 Salı

ÇULUN İÇİNDEKİ ASLANLAR


İNSANLIK DRAMI

ÇÖP TOPLAYIP, ÇÖP İÇİNDE YAŞIYORLAR

Başkent Ankara’nın Balgat/ Çukurambar semtinde milyon dolarlık binalar arasında yaşam mücadelesi veren insanlar yürekleri sızlatıyor. Çulun içindeki aslanlar, çöp toplayıp satarak çöp içinde yaşıyorlar.

Başkentin orta yerinde bir insanlık dramı yaşanıyor. Yoksulluk insanlığın sınırlarını değil yürekleri sızlatıyor, . Yıkıp paramparça ediyor. Çocukların gözlerindeki ışık öfkeye dönüşmüş,  tüm umutları neredeyse tükenmiş.  Henüz yaşamın ne olduğunu bile anlamadan,  yaşamın gerçekleri bir hançer gibi küçücük göğüslerine saplanmış. Ecevit’in bir zamanlar yazdığı gibi “ çulun içindeki aslan”  bu çocuklar. Aslanın öfkesini taşıyorlar.

Yaşam diye bu çocuk yaşlarında, yalnızca açlık ve sefaleti tanımışlar. Toplumdan dışlanmışlıklarının da ötesinde bir parça ekmek ile tutunmaya çalışıyorlar, yenik düştükleri dünyaya. Yarına ilişkin umutlarını bu günden tüketip, gizlendikleri karanlıkta ayak diretmeye çalışıyorlar. İnsanlık bir kez daha yıkılıyor, Ankara’nın milyon dolarlık konutlarının, iş merkezlerinin yanı başında.

Bir yoksulluktan bir yoksulluğa göç etmişler. Umut diye geldikleri Başkent Ankara’nın orta yerinde belki de son umutlarını da tüketmişler.

Buradaki ailelerden ilki, Çöplerin arasından işe yarar diye topladıkları çöpleri satıp, çöplerle birlikte yaşıyorlar. Ev diye oturdukları dört duvar arasında Elektrik ve sudan yoksun bir yaşam. Her yan kir pas içerisinde. Ailelerden biri iki çocuklarıyla yıkıntılar arasında, sağdan soldan buldukları döküntülerin üzerinde hayatlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Simsiyah bir tencere sahip oldukları yegâne yemek kapları. Buldukları hemen her şeyi bu tencerede pişirmeye çeviriyorlar.

İkinci ailenin de farkı yok ilkinden. Onlar da, elektriği ve suyu olmayan, yıkılmaya yüz tutmuş bir gecekonduda,  altı çocuklarıyla yaşıyor. Odaların duvarları simsiyah, her yanı açık, buz gibi hava içeride duvarları yalıyor. Birkaç çul, yatağa benzer bir yığıntı dışında ve boş bir mutfak. Üst üste yatıp kalkarak gün tüketiyor insanlar burada. Bir de bu viraneye kira ödüyorlar. Bu harabeden bile kira alan, ölü soyucu vicdansızların eline düşmüşler. Kâğıt ve plastik toplayıp, yemeyip içmeyip yan yana getirdikleri üç kuruşu kira diye bu harabeye veriyorlar.

Bir tek yeşil kartları varmış devletten aldıkları, onu da kaybetmişler. Kandırıldıklarının farkındalar, tek kuruş sosyal güvenlik pirimi ödeyecek halleri yok. Okula gidiyor evin büyük kızı Hasret. Okulda; yoksulluğunun, açlığının, sefaletinin nedenlerini öğrenecek belki de. Bir kez daha yüreği sızlayacak büyük bir olasılıkla, yenik doğduğu bu yaşamda, kendisine düşenleri öğrendiğinde.

Bu insanlar depreme değil, yaşama yenik düşmüşler. Dünya yıkılmış üzerlerine. Çırpınışları, çaresizliğe dönüşmüş. Ne güvenleri balmış nede bir beklentileri. Hasret koymuşlar çocuklarının adlarını, belki de güzele olan özlemlerini yaşatmışlar, gelecek diye belledikleri çocuklarında.

Yoksulluktan kaçmışlar Gaziantep’ten. Kaçmışlar da, kurtulamamışlar. Yoksulluk kader gibi sinsice peşlerine takılmış. Kurtulmaya çalışmışlar, olmamış, devlet demişler, umut bağlamışlar, olmamış.  Çırpındıkça batmışlar. Umudu yitirip, öfkeye geçmişler.

Hani zenginleşmiştik, hani Türkiye büyük ülkeydi.  Bu iki aile ne olup bittiğinin farkında bile değil belki. Kendilerine söylenen masalları dinlememiş de olabilirler.

Bu ülkeyi yönetenlerin bu insanlık dramı karşısında sessiz kalmaları insanlık adına daha da utanılacak bir durum.  Umudu kırılmış bu çocukların, her gün biraz daha büyüyen öfkeleri, ülkeyi yönetenlerin vurdumduymazlıklarının peşini asla bırakmayacak. Ve bu çocukların öfkeleri gök gibi gürleyip, kâbus gibi çökecektir üzerlerine.