29 Aralık 2008 Pazartesi

BELLEĞİMDE DİRİ DİRİ YAKILAN ÇOCUKLARIN ÇIĞLIKLARI KALDI




Atmış yaşlarında sevimli bir ihtiyardı. Doktorluk yapıyordu. Mavi gözleri, beyazlaşmış saçları vardı ve çıkık elmacık kemikleriyle tam bir “Arien”di. Ancak ismi Abu Halit’ti. Başkente yakın bir köyde yalnız yaşıyordu. Çevre köylerden gelen hastalara bakıyor, onları elinden geldiğince tedaviye uğraşıyordu. Evi tam bir müze gibiydi. Bir tarih, evdeki tüm eşyalara gizlenmiş, oradan Abu Halit’in gözlerine taşınmıştı. Gerçekten doktor muydu, yoksa duvardaki kimi ödül ve belgelerden anlaşıldığı gibi bir asker miydi? Evin bir köşesinde duvara asılmış madalyalar vardı sıra sıra ve gamalı haç... Faşizmin tarihsel simgesini taşıyan madalyalar ve belgeler, insanlık tarihinin ürkütücü görüntüleriydi.Arap değildi; ancak ismi Abu Halit’ti. Kendi ülkesinden kilometrelerce uzakta bir Arap ülkesinin başkentinin yanı başındaki bir köyde, bu Alman’ın ne işi vardı? Hem de yapayalnız, ölüme bir adım kala dünyanın bu kuytu köşesinde neyi bekliyordu?Yaşamdan bezmiş bir hali vardı. Hareketleri ağır, gözleri dikkatliydi. Fazlaca konuşmuyor, ancak sorulara düşünerek yanıtlar veriyordu. İlerlemiş yaşına rağmen dinçti. Tüm işini kendisi yapıyor, zorda kalmadıkça evinden dışarı çıkmıyordu. Evinin arkasında küçük bir bahçesi vardı. Bazen saatlerce bahçede kalıp sebze fideleriyle tek tek uğraşıyordu. Belki de kendisine yakın tek canlı bahçesindeki bitkilerdi. Kimi zaman onlarla konuşuyor, belki de yıllarca kimseye anlatamadığı sırlarını fideleriyle paylaşıyordu. İngilizce, Arapça, İbranice ve Almanca biliyordu. Salonun bir köşesinde ahşap eski bir kütüphaneye dizilmiş yüzlerce kitabı vardı. Çoğu eski olan kitaplar, ciltli, yaldız işlemeli ve farklı dillerdeydi. İlaçların bulunduğu eski bir buzdolabı -muhtemelen Alman markalı- salonun diğer köşesinde duruyordu.Baktığı hastalardan pek para almıyordu. Doktorluğu çevreyle iyi ilişkiler kurmak için yapıyor gibiydi. O, bir sığınmacıydı ve yerli halka şirin görünmek için yardımcı oluyordu. Hastalarını pek fazlaca önemsiyor gibi davranmıyordu. Yalnızca gerekeni yapıyor gibiydi. Köy halkı ondan memnundu. Ani bir hastalık durumunda hemen ona koşuyorlar, o da elindeki ilaçları ve tecrübesiyle gerçekten tedavi ediyordu. Bu da köylüler için önemliydi. Bu doktor –kim olursa olsun- onların yaşamlarını kurtarıyor, acılarını dindiriyordu. Başkaca ne isteyebilirlerdi ki?.. Onlarca yıldır aynı mekânda yaşıyordu. Aynı insanlarla ortak kaderi paylaşıyordu. Artık onlardan biriydi. Kimse yadırgamıyordu onu. Burada ne işi var diye sormuyordu. Tam otuz yıldır bu ülkede, bu köyde yaşıyordu. Köyün gençlerinin çoğu, Doktor Abu Halit’in ellerinde dünyaya gözlerini açmışlardı.İlk geldiği yıllar yabancılık çekmiş ama zamanla kaynaşıp gitmişti. Hiç Almanca konuşmuyor, yalnızca okuyordu. Sağda-solda Almanca gazeteler var. Belli ki ülkesine ilişkin gizli bir özlem vardı yüreğinde. Burada ölmeyi ve buraya gömülmeyi kabullenmiş gibi. O bir Alman Nazi subayı...İkinci Dünya Savaşı’nda SS’lerde gönüllü subayken pek çok kötü şey yapmıştı. Askeri madalyalar bu başarılarının sembolleriydi. Tıbbiyeyi okumuş, doktor. Askeri doktor! Vitrindeki siyah-beyaz resimlerden üniformalı olanlar, bunu açıklıyordu. Geçmişe ilişkin tek sivil resmi vardı; resimde, yanında beyaz tenli, güzel bir bayan. Sevgilisi, ya da karısı olmalı.Biraz yakınlaşınca sordum: “Burada ne işin var? Bir savaş suçlusu musun, saklanıyor musun?”Sorularım onu tedirgin ediyor. Sanki yıllar öncesi gözlerinin önüne dayanıyor, yüzü geriliyor, hareketsizleşiyor...“Ben bir Nazi subayıydım. Bir asker olarak bana verilen emirleri yerine getirdim. Ancak kazanamadık. Bir kısım arkadaşımız hemen oracıkta öldürüldü, ben ülkeden kaçtım. Birkaç ülke dolaştıktan sonra da buraya geldim. Otuz yıldır buradayım. Savaş suçluları arasında benim de adım geçiyordu. Ancak bu ülke beni kabul etti. Şimdi buranın vatandaşıyım. Yine de yüreğimde hep bir kaygı var. Beni, gelip burada bulurlarsa yaşatmazlar...” diyor.Neler yapmıştı ki, onu savaş suçlusu ilan etmişlerdi?Gerçi, Alman faşistlerinin insanlığa neler yaptığını biliyordum. Ancak merakım, özel olarak Abu Halit’in neler yaptığıydı. Yanı başımda duran bu ihtiyar SS üniformalı bir doktor olarak ne türden insanlık suçları işlemişti?Bir Arap ülkesi bu eski Nazi subayına neden kucak açmıştı?Gerçek adını öğrenmek istiyordum. Hafifçe tebessüm edip, “Ben de unuttum,” diyor.Besbelli ki söylemek istemiyor. Nazi subayıyken üstlendiği görevleri sordum, yine kaşları çatıldı.“Hatırlamak istemiyorum,” dedi.En çok MOSSAD kendini bulacak diye korkuyor. İsrail gizli servisi, dünyanın neresinde olursa olsun, savaş suçlusu ilan edilen eski Nazi subaylarının peşini bırakmıyor. Aradan geçen onlarca yıla rağmen hiçbir şey unutulmuyor.Nasıl unutabilir ki? Binlerce insan, değişik yöntemler kullanılarak, sırf farklı bir ırktan oldukları için katledilmemişler miydi? İnsan fırınlarından yükselen çocuk çığlıkları belleklerden silinebilir mi?Uzun uzun izliyorum bu eski Nazi subayını. Sıradan bir subay değildi herhalde, diye düşünüyorum. İsrail karşıtı bir Arap ülkesi ona kucak açtığına göre üst düzey bir asker olmalı. Sıradan Nazi askerleri, bırakın kaçabilmeyi, Almanya sınırlarını bile terk edemediler. Abu Halit ise bu ülkede yıllardır rahatça yaşıyor. Devletten bir geliri var gibi. Para sorunu yok. Hastalarından para almıyor. Ancak yine de rahat yaşayabiliyor. Her gün düzenli tıraş oluyor. Koyu renk takım elbisesini giyip kravat takıyor. Kısa kesilmiş beyaz saçlarını, arkaya doğru yapıştırarak tarıyor. Onu sürekli böyle görmüştüm. Düzenli, disiplinli bir yaşamı vardı. Sabah erken kalkıyor, birkaç kilometre yürüdükten sonra kahvaltısını yapıp, hastalarına bakacağı odasına geçiyordu. Muayenehane olarak kullandığı odadan, geçmişine ilişkin hiçbir şey anlaşılmıyordu. Buraya gelen hastalar bu insanın, doktorluğunu, bir zamanlar öldürmek için kullandığını nereden bilebilirlerdi? Şimdi hayat kurtarmak için kullanıyordu ya!.. Masasının çekmecesinde bir silahı vardı. Alman Walteri. Tansiyon aletinin yanı başında duruyordu. Belki de Almanya’dan kaçarken yanında getirmişti. Bu silahla bile işlediği suçlar olduğunu düşünüyorum. Onu yanından hiç ayırmıyor.Gözlerine baktığımda, bir kez bile olsun pişmanlık ifadesi yakalayamadım. Yenik düşmüş bir asker gibiydi. Kazanmak istemişti; ancak kaybetmişti.Bir ara “Bak, Yahudiler biraz güçlenince Filistin halkını katlediyor,” dedi.Şaşırdım. Sözlerinde, yarım kalmış bir hesaplaşmanın yıllardır taşınan hırsı vardı. Yahudileri biz bitirebilseydik Filistinlileri katledemeyeceklerdi, der gibiydi. Sanki Yahudilerin yerinde Araplar olsaydı, Nazi faşizmi onları katletmeyecek miydi? Bu ırkçı, kafatasçı anlayış, kendi dışındaki herkese düşmandı. Yahudiler, Ruslar, Araplar, Türkler... Ne fark ederdi? Tümü de Ari ırkından değildi ve yok edilmesi gerekirdi.Zavallı Filistinliler, diye düşündüm. Böyle bir adamın kendilerini savunmaya kalktığını bilseler ne yaparlardı? Yoksa Yahudi düşmanlığı onların da mı gözlerini kör etmişti? Katledildikleri için acılara boğulan ve dünyadan, Sabra ve Şatillalara seyirci kalmamalarını isteyen Filistinliler, bir başka katliamcıyı nasıl kabullenebilirler?Yahudiler, ortak düşmandı. Yahudi karşıtı olan herkes dosttu ve sahiplenilmeliydi. Neredeyse bu eski Nazi subayına, öldürdüğü Yahudi sayısı kadar madalya takacaklardı...Abu Halit, Filistinlilere daha sıcak davranıyordu. Onun gözünde Filistinliler, yarım bırakmak zorunda kaldığı hesaplaşmayı tamamlamaya çalışıyorlardı. Kimi milliyetçi Filistinli komutanlarla saatlerce konuşuyor, Yahudilerin nasıl yok edilmesi gerektiğini tartışıp duruyordu. Yahudilerden bahsederken kaşları çatılıyor, gözleri bir noktaya sabitleniyor ve sözcükleri ağırlaşıyordu.Bir insan yüreğine ancak bu kadar nefret sığdırabilirdi; zamana rağmen azalmayan, bilenen, artan bir nefret... Bir insan bir başka insandan neden böylesine nefret eder? Bir açıklaması olmalı, diye düşünüyorum. Beyninin tüm hücreleriyle faşist bu adam. Tam bir insanlık düşmanı. Saçları beyazlamış, dişleri eksilmiş; ancak yüreğindeki nefret hiç azalmamış.Ailesi olup olmadığını soruyorum; çocukları, karısı... “Yalnızım,” diyor,“Hiç kimsem yok. Bir karım vardı, bir de oğlum. Karım, ben kaçmadan önce öldürüldü. Oğlumdan hiç haber alamadım. Birkaç kez ilişki kurmaya çalıştım. Ancak sonra izimi bulurlar kaygısıyla vazgeçtim. Şimdi kocaman adam olmuştur,” diyor.Oğlundan bahsederken biraz hüzünleniyor, kaşlarındaki çatıklık kayboluyor, gözleri buğulanıyor. Biraz insanlaşıyor gibi. Asla hiçbir isim geçmiyor konuşmalarında. Bunu bilinçli yapıyor. Herkese ilişkin gizli bir kuşku taşıyor. Onlarca yıl gizlenmeyi ve yaşamayı başarmış. Kimi zaman dünyanın bir başka ülkesinde yakalanıp ortaya çıkartılan ve savaş suçları mahkemesinde yargılanan arkadaşlarının haberlerini almış. Önceleri biraz kaygılanmış kendisi için. Sonra barındığı ülkeye güvenip rahatlamış...Hitler’in ona taktığı bir madalyayı bana gösterip övünüyor. İyi bir asker olduğundan bahsediyor.“Taktik hatalar yaptık ve kaybettik,” diyor.“Oysa kazanabilirdik.”Kazanabilirdik demesi tüylerimi ürpertiyor. Hitler faşizmi, milyonlarca masun insanın yaşamını yok etti. Ve kaybetti. Ya kazansaydı...Abu Halit’e sürekli uğrayıp konuşmaya çalışıyordum. Bir gün bana dönüp,“Sen neden buradasın?” diye sordu.O âna kadar bana hiçbir şey sormamıştı. Türkiyeli olduğumu biliyordu. Tabii sığınmacı olduğumu da. Kaderimiz, sonuçta ortaktı. İkimiz de ülkelerimizden uzaktaydık ve bir başka ülkede sığınmacıydık. Abu Halit’in sorusu beni şaşırtmıştı. “Faşizmden kaçtım,” dedim.Bu kez o şaşırmıştı. O bir Nazi faşistiydi ve buradaydı. Ben bir sosyalisttim ve buradaydım. Faşist bir yaptırımdan kaçmış, bu ülkeye sığınmıştım. Onun kafasında faşizm, Yahudi düşmanlığıydı, Ari ırkından olmaktı. Başka bir faşizmi pek anlamıyordu. Yanıtıma anlam veremedi. Sosyalist olmam onun için önemli değil gibiydi. Önemli olan Filistinlilerle birlikte İsrail siyonizmine karşı olmamdı.Kafamdaki her şey altüst olmuştu...Bir akşamüstü yine Abu Halit’in evine gittim. Biraz konuşmak istiyordum. Ancak yoktu. Sonra birkaç gün daha gittim, yine yoktu. Oysa şimdiye kadar evden ayrıldığı hiç olmamıştı. Gelen hastaları da kapıdan dönüyordu. Hiçbir anlam veremedim. Hastalanıp bir hastaneye yatmıştır, diye düşündüm. Köylülere sordum, onlar da bilmiyorlardı.Aradan bir hafta geçmişti, yine gittim. Gelmemişti. Kapının koluna dokundum açıldı, kilitli değildi. İçeri başımı uzatıp seslendim. Yanıt gelmedi. İçeri girdim. Her taraf dağınıktı. Bir boğuşma olmuş gibiydi. Şişeler kırılmış, sandalyeler sağa-sola savrulmuş ve her şeyden önemlisi vitrindeki madalyalar yerlere saçılmıştı. Muayene odasına girip masasının çekmecesine baktım. Silahı yerinde yoktu... Her şey anlaşılıyordu.Abu Halit, evine bir daha dönmeyecekti. Korktuğu başına gelmiş, onlarca yıl sonra MOSSAD izini bulmuştu. Ya alıp götürmüşlerdi ya da boğuşup kaçmıştı. Bunu hiçbir zaman öğrenemedim.Onu bir daha hiç görmedim.Yalnızca belleğimde diri diri yakılan çocukların çığlıkları kaldı...

18.10.2008
oner.odemis adlı yazara göre
Sil

29 Ekim 2008 Çarşamba









O ARTIK KARŞI SAFTAYDI

Haziran ayı gelip çatmıştı.
Kış aylarının bıktırıcı soğukları yerini yazın yürük ısıtan sıcaklarına bırakmıştı. Yaz ayı ile birlikte Orta-Doğu, yüzlerce yıllık sorunlarının girdabıyla yeniden kıpırdanmaya başlıyor, yazdan öte bir sıcaklık tüm bölgeye yayılıyordu.

Bölgede neredeyse her şey, yeni bir çatışmaya neden oluşturmak için var oluyordu. İnsanlar yılların verdiği bıkkınlıkla, kanıksadıkları gerçekliği yaşamaktan geri durmuyorlardı. Bulutlar aralanmış, gök yüzü yeniden maviye bürünmüş ve doğa olanca güzelliğini bu kente sunmakta tereddüt etmemişti.Gökyüzünün maviliğine inat, kentin üzerinde siyah dumanlar yükseliyordu. Tüm güzellikler bir anda kayboluyor, Kent cehenneme dönüyordu. Bomba ve silah sesleri kulakları sağır ederken, insanlar çaresizce savaşa teslim oluyorlardı.

Çatışmaların yoğun yaşandığı günlerde, kent mevzilere ayrılmış, can pahasına bir çatışma hemen her sokağa yayılmıştı. Saflara ayrılmış güçler kıyasıya bir hesaplaşmanın içerisinde, birbirlerinin üzerinde üstünlük sağlamaya çalışıyorlardı.Savaşın en berbatı burada yaşanıyordu. İlkesiz kuralsız ve mantıksız...

Ölümüne inanan insanlar, tanrı adına bir savaş veriyorlardı. Tanrının buyruğu adına yola çıkanlar, bir süre sonra kendi buyruklarının esiri olmaktan kurtulamıyorlardı. Güneş çaresizce aydınlığı zorluyordu.Tepenin hemen yanı başındaki üç katlı bir binada çatışmalar yoğunlaşmıştı. Ev direniyordu. Her penceresinden yüzlerce mermi dışarıyı yokluyordu. Hiçbir canlı saatlerce binaya yaklaşamadı. Dışarısı yükleniyor, içerisi direniyordu.

Gün akşama dönmeye yüz tutmuştu ki, evden gelen silah sesleri azaldı. Dışarısı bir kez daha yüklendi ve bekledi. Yanıt yoktu. Sabırlar tükenmiş, sinirler gerilmişti. Ev, üç koldan ablukaya alınmış ve saatlerce dövülmüştü.

Üç koldan dikkatlice içeri girildi. Kurşun ve roket mermilerinden harabeye dönen ev, cesetlerle doluydu. Direnmişler ve kaybetmişlerdi... Kazananlar, kaybedenlerin yaşama yenik düşmüş bedenleri arasında dikkatlice adımlarken, gizli bir sevinç yüzlerine asılmıştı.

O yabancısıydı, böylesi bir savaşın. Sığınmacı olduğu bu topraklarda, kendini amansız bir savaşın orta yerinde bulmuştu. Yeniydi, yüreği bir türlü dönmüyordu savaşa. Ölümü yüreğinde yeşertmiş, ölümle barışık büyümüş diğer insanlar gibi değildi. Ölüm korkusunu bir şekilde yenmeyi bilmişti, ancak insanların öldürülmesini bir türlü kabullenemiyordu. Yaşam ona ölümü dayatmıştı, kendi ülkesinden kilometrelerce uzakta, hiç tanımadığı insanlarla birlikte saflaştırmış, kıran kırana bir çatışmanın içine itmişti. Çaresizce çırpınıp duruyordu.

Cesetlerden kafasını çevirip üst katlara yöneldi. Binanın ikinci katındaki odalara anlamsızca bakarken, alt kattan gelen bir patlama sesiyle irkildi. Sesin geldiği yöne doğru koştu. Çılgına dönmüş genç bir savaşçı, kontrolsüzce parçalanmış cesetlere kurşun sıkıyordu.

Atlayıp elinden tuttu:

“Ne oldu, ne yapıyorsun?” diye sordu, bağırarak.

Rengi sararmış, sinirden gerilmiş genç,ateş etmeyi kesip titreyen sesiyle yanıt verdi.

“El bombasının pimini çekip bir cesedin altına bırakmışlar, Ali de cesedi çevirince bomba patladı...”

Ne yapacağımı şaşırmıştı. Oradan bir an önce kaçmak için hızla üst katlara yöneldi. En üst kata vardığında biraz daha dikkatli davranmam gerektiğini düşünüyordu.

Odalara dağıldılar. Kapıları tekmeyle açıyor, rast gele ateş ediyorlardı. Böylelikle olası düşmana fırsat vermemeye çalışıyorlardı. Her taraftan silah sesleri aralıklarla yankılanıyordu.

Odanın birine yöneldi, tekmeyi vurup kapıyı açtı. Donup kaldı!... Kucağındaki çocuğu sımsıkı göğsüne bastırmış siyah çarşaflı bir kadın, köşeye büzülmüş, öylece ona bakıyordu. Göz göze geldiler. Bakışları öfke doluydu. Ne yapacağını şaşırmıştı. Hareketsiz bir süre öylece kaldı. Gözleri, henüz birkaç aylık gibi görünen bebeye takılmıştı. Parmağı tetikteydi.

Önce omzuna aldığı bir darbe ile kendisini geldi. Ne olduğunu anlayamadan yanı başında silah sesi duydu. Yere düşen bebeğin çığlığı odaya yayıldı. Çılgına dönmüştü!... Yanına gelen Filistinli bir genç, onu kenara iterek kadını vurmuştu.

Elindeki silahı fırlatarak, kadını vuran Filistinlinin yakasına yapıştı. Bir yandan onu silkelerken, titreyen sesiyle bağırıyordu.

“Neden vurdun kadını? Teslim alabilirdik, o savunmasızdı, sen insan değilsin, adi herif...”

Filistinli genç önce onu susturmaya çalıştı. Başaramayınca, yakasını ellerimden kurtarıp, kanlar içinde yatan kadının yanına gitti ve hızlı bir hareketle örtüsünü açtı.

“Ben vurmasaydım o, hepimizi öldürecekti,” dedi. Sesi titriyordu.
Haklıydı...

Kadının örtüsünün altından tüm bedenini kaplayan intihar kemeri ortaya çıkmıştı. Eli, beline birkaç kat sardığı, TNT dolu kemerin pimindeydi... Kemeri kucağındaki çocukla gizlemeye çalışmıştı. Eli pimdeydi ama anlaşılan oda donup kalmıştı. Son yapması gerekeni bir türlü yapamamıştı. Belki de bebeği baskın çıkmış son anda vazgeçmişti.

Bebeği kucağıma alıp, göğsüne bastırdı. Ağlaması bir türlü durmuyordu. Biraz uğraşıp kollarımda salladı. Bir süre sonra bebek ağlamayı bıraktı. Keyiflice kundaktan sarkan ayaklarını oynatmaya başladı. Hiçbir şeyin farkında değildi.Kucağındaki çocukla binanın çıkışına yönelirken, şaşkındı. Kadını çocuğuyla gördüğünde donup, öylece kalmıştı. O bir anneydi ve ona asla ateş edilemezdi.

Kadını vuran Filistinli, oyunu kuralına göre oynamıştı ve pek çok insanın hayatını kurtarmıştı. Düşmanını iyi tanıyordu. Onlar öldürmeden ölmüyor ve asla teslim olmuyorlardı. Tanrıya ulaşmak için yapılan bir savaşta teslim olmak anlamsızdı. Ölerek bir ödül kazanmak, hem de insan olarak yaşamını adadığı bir ödülü kazanmak her zaman tercih edilirdi. Ölüm bu kutsal savaşta, tanrı katında ödüllendirilmekti.

Kucağındaki çocuğa baktı, ağlamıyordu, oynaşıyordu artık, Onu yaşlı bir Filistinliye verdi. Filistinli oynaşan bebeği sımsıkı kucaklayarak, kampa götürdü.

Artık karşı saftaydı...

23 Ekim 2008 Perşembe

OSMAN

Biz yaşamı böyle bilmiyorduk. Böylesine zor, böylesine tıkanık, böylesine yaşamsal...
Toyduk, belki de çocuktuk. Ve büyüdükçe yaşımızın ötesine taşıdık yüreğimizi. Yüreğimiz bizden bir adım önde büyüdü. Kendimiz bilerek, kendimizden koptuk. Yaşamın yaşam tüketeceğini hiç düşünmedik. İlk düşüşlerde irkildik, ancak inanmadık. Sonra umudu kestik ve kendimizi bizsiz var ettik.Umut yaşamdan koptu, biz de umuttan... Bir çocuğun uçurtmasının yırtılması gibi , yırtılan umutlarımızın arkasından baka kaldık. Tükeniş böyle başladı... Nereden bilebilirdik ki yaşamın böyle olduğunu. File sorti yapan umursamaz sinekler gibiydik. Yırtılan umutlarımıza asılı kalan tükenmiş yaşamların göz yaşlarına sığındık. Biz yaşamı böyle belledik...Geceyi hiç sevmedik Akşamın doğallığında ivedice sabahı kucaklamaya çalıştık. Geceler bin yıl kadar sürdü. Gündüzler hem yakın hem de çok uzaktı. Her adımımızda biraz daha uzaklaştı. Telaşa düştük. Yüreğimizi çıkartıp, karanlık hücrelerin nemli duvarlarına, bir madalya gibi astık. Yüreksiz ve duygusuz kaldık, insandan kaçtık... Kabuğuna sığmayana yaşamlarımız, boğulmuş insan umutlarının, güneşe dönük düşleri arasında sıkışıp kaldı. Yaşamlar budandı, öyküler sayfa buldu.
1979 yılı yaz aylarına girildiğin de, güneyin duvarları pörsümüş bir cezaevinde tüm koğuşlar tıka basa insan doluydu. Her gün onlarca genç, tutuklanıp içeri atılıyordu. Kırk beş elli kişilik koğuşlardı seksen yüz kişi kalıyorduk. Üniversitelerden, liselerden ve sokaklardan bir yığın insan değişik nedenlerden dolayı tutuklanıp cezaevine koyuluyordu. Bir o kadar insanda her gün tahliye ediliyordu. Cezaevinde devlet, yalnızca sayımlarda ve peryodik aramalarda ortaya çıkıyordu. Birde içerde çıkan kimi olaylardan sonra girip, olayın faillerini alıp gidiyorlardı. Her mahkumun kafasında kaçmak bir tutkuydu. Her grubun kaçmaya dönük kendi çabası vardı. Koğuş altları tavşan yuvası gibiydi. Hesaplar yapılıyor, projeler çiziliyor ve tüm mühendislik dehaları cezaevinin zemininde uygulanmaya çalışılıyordu. Herkes bir yerlerden kazıyordu. Toprağın metrelerce altından özgürlüğe ulaşmaya çalışıyordu.Birinci koğuşta da benzer bir çabaya yeni girilmiş, beton delinmiş, toprağa yeni el sürülmüştü. Aynı günlerde yeni yakalanan kalabalık bir grup getirildi koğuşa. Sekiz on kişi kadarlardı. Yoğun, argın ve bitkindiler. Ancak gözlerinde polisten kurtulmuş olmanın gizli bir sevinci vardı.İçlerinden birisi dikkatimi çekti. Adı Osman’dı. Kısa boylu, zayıf, siyah hafif dalgalı saçlı, esmer bir çocuktu. Daha 17- 18 yaşlarındaydı ve bıyığı yeni terlemeye yüz tutmuştu. Ürkek ve korkaktı. İçeri girdiğinde hepten tükenmiş ve kendine güvenini tamamen yitirmiş gibiydi. Her halinden sorgudan dik çıkamadığı anlaşılıyordu. Çözülmüştü. Arkadaşları affetmiyordu onu. O artık bir haindi. Silikçe geldiği birinci koğuşta bir köşeye büzülerek yaşamayı denemişti. Yer yarılsa yerin binlerce metre içine girecek gibiydi. Süklüm püklüm haliyle Osman, onlardan gibi değildi. Onlardandı ama artık onlar onlardanmış gibi bakmıyorlardı ona. Oda onlardan gibi görmüyordu kendini.Büzülerek yanıma gelip, nerede yatabileceğini sormuştu bana. Bende ötekilerden uzak bir yer gösterip ‘burada kalabilirsin’ demiştim. Hiç uyuduğunu görmedim, hep ayaktaydı sanki. Kimi zaman gündüzleri ranzasının kenarlarına çektiği perdelerini kapalı görürdüm. Belli ki geceleri korkudan oturuyor bazı gündüzler ise uyumayı deniyordu. Çoğu zaman ise uyuyamıyordu. Kendi arkadaşlarıyla hiç konuşmuyordu. Onlarla zorunlu olarak karşılaştığında, başını öne eğip yanlarından neredeyse görünmeden geçip yatağına süzülüyordu. Neler olduğunu anlamakta hiç zorlanmamıştım. Osman çözülmüştü ve arkadaşları onu dışlanmıştı. Durumu değerlendirilip bir karara varılacaktı. Osman’ı arkadaşlara anlatıp dikkat etmemiz gerektiğini söyledim. Sonra onlarla konuşup durumu anlattık ve bu koğuşta hiçbir olay istemediğimizi açıkça söyledik.Bize hak verdiler ve ‘söz veriyoruz onu burada cezalardır mayacağız’ dediler.Rahatlamıştım. Osman en azından bizim koğuşta cezalandırılmayacaktı. Konuşmadan hemen sonra Osman’a yaklaşıp, ona bu konuşmayı anlattım. Kaygılıydı ama biraz rahatladığını hissettim. Bahçeyi çıkıp volta atmaya, arada bir bizden kimi arkadaşlarla konuşup, gizliden gülümsemeye başlamıştı.Birkaç hafta sonra bir akşam üstü, koğuştan marş sesleri yükselmeye başlamıştı. Bu alışıldık bir şeydi. Koğuşlarda sıkça marşlar söylenip sloganlar atılırdı. Dışarıda bizsiz süren bir mücadele vardı ve bu mücadele, yattığımız bu daracık koğuşlarda bile bizleri motive etmeye yetiyordu.Her üst boyutlu eyleme sevinirken , ölen her arkadaşımız için yas tutuyorduk. Biliyorduk ki bir gün bu duvarları yıkıp özgürlüğümüzü yakalayıp, mücadeleye bizlerde katılacaktık... Marşlar söyleyerek, sloganlar atarak dışarıda ki gelişmelere kendi çapımızda katılırdık.Osman’ın arkadaşları da marşlar söylemeye başladıklarında önce hiç dikkatimi çekmedi. Bir süre sonra günü ve anlamını düşündüğümde hiçbir haklı bir gerekçe aklıma gelmedi. “Belki de bizim duymadığımız bir eylemleri vardır” diye geçirdim aklımdan. Yanımda ki arkadaşlara sordum onlarda bir anlam veremediler. Yüreğime bir kuşku düştü. Tedirgince ortalıklarda bir süre dolaşıp durdum. Osman’ın arkadaşlarının yüzlerine göz gezdirip, bir şeyleri çözmeye çalışıyordum. Söylenen marşların ritmi artınca gözlerim Osman’ı aradı.Ama yoktu. Ortalıkta gözükmüyordu. Aklıma çamaşır yıkayacağım demesi geldi. Tuvalete yöneldim, kapısı tutulmuştu. Osman’ın arkadaşları tuvaletin kapısına kümelenmiş marşlar söylüyorlardı. Tuvaletten iki üç kişi çıktıktan sonra marşlar birden kesilip slogan atılmaya başlandı. İlk slogan beni tamamen sarsmıştı.“Hainler cezasız kalmaz.”“Kahrolsun işbirlikçi hainler”Koğuş buz dağına çarpmıştı gibiydi. Herkes donup kalmıştı. Herkesin aklına o an Osman geldi. Söz vermişlerdi ama ...Bekleyememişlerdi. Bir avuç insan onu yargılamış ve ihanetten suçlu bulup ölüme mahkum etmişti. İnfaz, devrim marşları eşliğinde gerçekleştirilmiş ve bizlerde tamamen seyirci kalmıştık. Ve Osman gitmişti artık.Tuvaletin kapısını boşalttıklarında hemen koşup içeri girdim. Tuvaletten kazılan tünel çukurunun içinde Osman, başına çuval geçirilmiş olarak yatıyordu. Her tarafı kan içindeydi ve hareketsizdi. Elleri arkadan bağlanmış ve kafasına çuval geçirilip hem boğulmuş hem de şişlenerek öldürülmüştü. Yanı başına bir not...“Hainler cezasız kalmayacak.”Osman’ın öldürülmesine müthiş kızmıştık. Osman ölmüş ve kazdığımız tünel patlatılmıştı. Onlara öldürmeyin derken koğuşun özel durumunu anlatmış ve öldürmeyeceğiz sözünü bu çerçevede almıştık. Onlar Osman’ın yaşamını alırken, bizimde özgürlüğümüzü almışlardı. Osman’ın öldürülmesinden çok belki de buna kızıyorduk. Osman’ın yargılanması onların doğal hakkı gibiydi. Zararı Osman onlara vermişti ve onların bir insanıydı. Yanlışının sorumlusu da onlardı ve verecekleri karara bizler karışamazdık. Sadece burada ve bu koşularda yapılmasını engelleyebilirdik ve onu denemiştik. Ancak bunu da başaramamıştık.Koğuşu askerler basarak, onu atıldığı tünel çukurundan çıkarttılar. Osman’ın kanla kaplı bedeni koğuşun orta yerine bırakıldığında, hiç kimseden ses çıkmıyordu. Çavuş kafasını bizden yana çevirip;‘Kim öldürdü onu’, ‘bu tüneli kim kazıyordu” diye sorunca herkes birbirine baka kaldı. Öldürenlerin öne çıkıp üstlenmelerini bekledik hep birlikte. Ancak koğuştan çıt çıkmıyordu. Çavuş bir kez daha sordu. Ama yine ses yoktu. Elli kişilik koğuşu toplayıp hücrelere aldılar. Hepimizin ifadesini alıyorlardı. Hep bir ağızdan “ görmedik bilmiyoruz” diyorduk.Bir gün sonra koğuşa döndüğümüzde arkadaşları yanımıza çağırıp,“hem söz verip sözünüzde durmuyorsunuz, tünelin yakalanmasına neden oluyorsunuz hem de üstlenmiyorsunuz. Bu olamaz üstlenin yoksa karışmayız” dedik.Aralarından bir kişiyi seçtiler, suçu ağır. Ve o kişi gidip olayı üstlendi.“Osman’ı ben öldürdüm dedi. Maçta kavga etmiştik, bana küfür etti bende dayanamadım öldürdüm, sonrada o çukuru kazıp saklamaya çalıştım ” dedi.
Osman hayat denilen kavgaya daha yeni girmişti. Pek çok insan gibi de çelik adımlarla yürüyememişti. Sendelemişti. Daha yaşı gençti ve adımlarının çelik olması gerektiğini belki de hiç bilmiyordu. Sendelemesi yaşamına mal olmuştu. Bizler ise öfkeliydik. Osman’ın öldürülmesinden çok belki de, aylardır kazdığımız tünelin açığa çıkmasına kızmıştık.Osman bu gün yaşasaydı yaklaşık biz yaşlarda olacaktı ve belki de ilk sendelemesinden sonra yaşamda bir daha asla sendelemeyecekti.Bir fırsatı daha olabilseydi...

21 Ekim 2008 Salı

SOKAKLAR KIŞLALARA TAŞINIYOR


Karanlık bir eylül.


Komut sesleri sokaklarda yankılanıyor.Sokaklar kışlalara taşınıyor.Tutukevleri can pazarı...Yüzlerce, binlerce insan atılmıştı içeriye. Çağdaş Bastiller yaratıldı ülkede. Askerlik çağına yeni adım atmış genç insanlar asker-gardiyan yapılıp komutan oldular. Yeni işkence yöntemleri denenip, sistemleştirildi. İnsandı malzeme, insan bilinci ve iradesi. Yirminci yüzyılın toplama kamplarında Hitler yoktu, ancak özentileri vardı ortalıkta. Bir de Gestapolaştırılmış genç askerler.Her şey yasaktı...

Gazete, kitap, dergi okumak yasak, radyo televizyon izlemek yasak!..
Görüşlerde esas duruşu bozmak, el kol işareti yapmak, imalı sözcükler kullanmak yasak!..
Türkçe olmayan dil ve anlaşılmayan kavramlar kullanmak yasak!..
Kısık sesle konuşmak yasak!.. Havalandırmada birden fazla kişinin yan yana gelerek volta atması yasak!..
Volta atarken elleri başıboş bırakmak, tespih, ip vs. sallamak yasak!..
Tek sayfadan fazla mektup yazmak, yazılan mektuplarda içeriden bahsetmek yasak!.. Uykuda sayıklıyor numarası ile nöbetçi komutanlara anlaşılmaz sözcükler söylemek yasak!..
Tuvaletlerde gerekli zamandan fazla kalarak, komutanların gözünden uzaklaşmaya çalışmak yasak!..

Daha pek çok anlamsız yasak, içeri atılan binlerce insana dayatılarak kurallaştırıldı. Soluklanma dışında her şey talimatnamelerde vardı. Uymak, zorunluydu!..

İdam cezası alanlar, koğuşlardan alınıp, müşahede denilen yerlere konulurdu. Buralarda önleri demir şebekelerle çevrili tek kişilik hücreler bulunurdu. Gözler sürekli üzerindedir. Her hücreye bir asker gardiyan düşer. Yirmi dört saat gözetlenir idamlık insanlar... Olur ya, karar infaz edilmeden, kendi canına kıyar da...

Hücrelerin birbirleriyle konuşması, her türlü alış verişte bulunması yasaktı!.. Askerlere, imalı, tehditkâr bakmak, özel dostluk kurmaya çalışmak da yasaktı. Komutanım dışında bir hitapta bulunanlar ânında cezalandırılırdı.Kimi zaman askerler, hücrelere kafalarını uzatıp, "Dün gece sizin adamlardan iki kişi daha sallandı, yakında sıra sizde" diye dalga geçerler ve iğrenççe gülerlerdi. Böylelikle bir- kaç kişinin daha idam edildiği öğrenilirdi. Bir burukluk yaşanırdı yüreklerde. Sessiz bir öfke yayılırdı, her yana...

Bir gece vakti, daha yeni düşmüşken başlar yastığa, ansızın gürültüyle açılır, bir demir kapı. Sözcüklere gerek yoktur artık. Hep, baş dik olsun istenir. Günlerce, aylarca hep kafada dolaşır durur. Cellat kapıya dayandığında ölüm kaçınılmazsa artık, onurluca olmalı. Tıpkı yaşam gibi...Yapılacak daha pek çok şey varken, ölüm düşünülür hep. Ölmesini bilmek gerek denilir. Tasarımı yoktur yarının. Yarın "yaşanılandır", artık. Beklemek... Hücreye sızan gün ışığının bir gün sonrasını beklemek...

Bir gece...Karanlığın olanca ağırlığıyla çöktüğü bir gece, tutukevinde müthiş bir sessizlik vardı. Koridorlardan her gece yayılan hayvani bağırtılar duyulmuyordu. Askerler özenliydi. Sessizlik çöktürüldü tutukevine. Emir vardı. Bu gece infaz var!Hücrelerin önünde kalabalık postal sesleri duyuldu. İnsanlar gün ışığını düşündüler, yeniden... Soluklanmayı kestiler, kulak verdiler koridora. Yüreklerde hüzünlü bir telaş belirdi. Postal sesleri durdu. Rütbeli bir subayın tedirgin sesi duyuldu. "Hazırlan. Dosyan onaylandı".Gözleri mazgala asılı kalmıştı. Hazırlan demişlerdi. Hazırlan...

İdama nasıl hazırlanılır, hiç düşünmemişti. Ölüme nasıl gidilir, bilmiyordu. Az sonra yaşamıyor olacaktı artık.Bir daha gün ışığını göremeyecek...Bizler gün ışığı olacağız diye geçirdi içinden. Şaşkınlığını üzerinden atıp kendini toparladı. Hücrenin daracık köşelerinde kısa voltalar attı. Düşünmeye çalıştı, ancak düşünemiyordu. Ellerini yokladı, sonra cebine soktu. Bedenini hissetti. Başını iki yana sallayarak anlamsızca gülümsedi. İnanmıyor gibiydi olacaklara. İnanmak istemiyordu. Bir düştü bu. Güneşe geçsin düşü. İşte düş günü gelip çatmıştı.

Subayın sesi yeniden duyuldu: "Mektup yazmak istersen yaz. Tıraş olmak istersen de, bekleriz."

Mektup yazmak... İlk defa rahat bir mektup yazacağım diye düşünüp, gülümsedi. Kâğıt, kalem istedi. Ama önce tıraş olmaya karar verdi. Ağzı körelmiş jileti yüzüne sürerken hiçbir şey hissetmedi. Bedeni daha şimdiden kendini terk etmiş gibiydi. Aynada ki görüntüsünü anlamsızca seyretti. Uzun zamandır, her aynaya baktığında saçlı halini düşünmeye çalışıyordu. Ancak bir türlü gözünün önüne getiremiyordu. Yeniden düşündü... Olmadı. Olmuyordu. Çam ağaçlarını düşündü, ormanları. Sonra gökyüzünü... Annesi geldi aklına. "O kadın onlarca kez ölecek" diye düşündü. Gözleri doldu. Ne yazmalıydı, nasıl anlatmalıydı durumu, bilemiyordu. Hiçbir zaman anlamayacaktı. Bunu biliyordu. Kısa bir şeyler yazmalıyım diye geçirdi içinden. Mektubu hazırladı, altına da, "üzülmeyin, ben isteğimce yaşadım" demeyi ihmal etmedi.

Hazırdı. Artık hücreden çıkabilirdi. Diğer hücrede yatan arkadaşlarıyla vedalaşmak istedi.“Olmaz,” dedi subay.Slogan atmaya başladı. "Kahrolsun.........".Askerler atlayıp ağzını kapattılar. Karanlık duvarların arasında ilk kez bir karşı koyuş sloganlaşmıştı. Sürükleyerek koridora çıkarttılar. Koridorda sürüklenirken, yankılanan slogan seslerini duydu. Yüreği gülümsedi. Öfke dolu haykırışlar, duvarları titretiyordu. Askerlerin renkleri soldu. Gözlerine korku girdi. "Sorarız onlara," dediler.On kadar askerin arasında tek başına yürüyordu. Ellerini bırakmışlar, etrafını çepeçevre sarmışlardı. İdare binasının koridoruna vardıklarında, tutukevinin müdürü Yüzbaşı göründü.Ellerini arkasında birleştirmiş onu bekliyordu. İnce bir tebessüm vardı yüzünde. Sivil hiç kimseyi göremedi. Oysa avukatı bulunmalıydı.

"Avukatım nerede?" diye sordu, dik dik titreyen sesiyle.
"Gelmek istemedi. Belgeleri siz hazırlayın ben imzalarım," dedi.

Namussuz herif, gelmeye bile korkmuş diye geçirdi içinden.Bir sandalye verdiler, oturdu. Son isteğini sordular.

“Bir bardak çay ve sigara,” dedi.

Getirdiler. Yazdığı mektupları yüzbaşıya uzattı."Size güvenmiyorum, ama vermek zorundayım," dedi. Yüzbaşı,

"Siz kimseye güvenmezsiniz zaten," diyerek sırıttı ve mektupları aldı. Sonra uzun bir konuşmaya hazırlanır gibi derin bir nefes aldı.

"Hiç pişmanlık duymuyor musun? Bak yaşamın gidecek. Değer mi ha?..”

Pişman mıydı?Bunu hiç düşünmemişti. Kuşkusuz yapmak isteyip de yapamadığı pek çok şey vardı. Ama yaptıkları da isteyerek yapmıştı. İnanarak yapmıştı. Pişmanlık aklının ucundan dahi geçmemişti.

"Sen kendi işine bak yüzbaşı,"dedi.

"Oysa önünde uzun bir yaşam vardı. Daha gençsin, evlenip çocuk sahibi olabilirdin. Allah bilir hâlâ bakirsindir ha?.. Hiç, bir kadınla yattın mı? İster misin..."

Ne diyeceğini kestiremedi. Kafasını kaldırıp anlamsızca Yüzbaşının yüzüne baktı. Yüzbaşı gülümseyerek devam etti;

"Sen o güzelliği bir yaşasaydın...”

"Sen yaşa, boş ver"."

"Bak” dedi, “Elimdeki belge Genelkurmaydan geldi. Bir karar almışlar. Yaptıklarımdan pişmanım der bize yardımcı olursan, infazı engelleyebilirim. Buna yetkiliyim. Bir pişmanlık belgesi hazırlayacağız, sen imzalayacaksın, infazı hemen durduracağım... Anlaştık mı?”

Kendisini ölüme öylesine hazırlamıştı ki, böyle bir şeyi hiç beklemiyordu. Ne yanıt vereceğini şaşırdı. Yutkundu. Kaşları çatıldı, .

"Hayır” anlamında başını iki yana salladı.

"Sen bilirsin. Ben görevimi yaptım. Biz seni yalnız bırakalım, biraz düşün. Kararından vazgeçersen seslen. Hemen durdururum infazı, tamam mı?”

Yanıt vermedi. Odada tek başına kaldı. Elleri arkasından kelepçeliydi. Adımladı. Ayaklarına yüklenen ağırlığını duydu. Sonra ağzında kalan sigara tadını hissetti. Canı sigara istedi. Önce askere seslenmeyi düşündü. Ama sonra vazgeçti. Düşünmeye çalıştı, yine beceremedi.

Askerler yanına geldiğinde, yüreğindeki sızıyı aralayıp odaya döndü. Bir yanıt beklercesine yüzüne baktılar. Bakışlarından aldılar yanıtını. Sonra koluna girip yandaki boşluğa götürdüler. Üzerindeki giysileri çıkartmasını istediler. Çıkarttı. Yedi bin lirasını imza karşılığı teslim aldılar. Üzerine beyaz bir giysi giydirdiler. Ellerini arkadan tekrar kelepçelediler. Her şey bir rüyaydı sanki.İdam sehpasının altına getirildiğinde, sehpanın demirden olduğunu gördü. Aklından hep tahtadan yapılmış bir sehpa geçirmişti. Hani Amerikan filmlerinde olur ya...Artık çok az zamanı vardı. Kısa süre sonra düşünemeyecekti. Düşünüyor olmak da güzel şey diye geçirdi içinden... Dostları geldi gözlerinin önüne. Gülümsedi. Yüreği ısındı. "Bensiz kucaklayacaksınız baharı. " diye seslendi,usulca...

Sandalyenin üzerine çıkardılar. Yüzbaşı diğer subaylarla birlikte tekrar geldi. Yüzünde garip bir ifade vardı. Kızgınlık, öfke ve belki de saygı... Alaylı bir ifadeyle;

"Demek ölmeye karar verdin, öyle mi? Üzüldüm, takın ipi..."

Askerler telaşla ipi taktılar. Şaşkın ve gergindiler...

"Bunların hesabını halkımıza vereceksiniz. Kahrolsun fa...." sözlerini bitiremeden, yüzbaşının öfkeli bağırtısı karanlıkta yankılandı.

"Tekmeleyin sandalyeyi, asın şu ...!"

Bu iş için seçilmiş askerler sandalyeyi telaşla tekmeledi. Sandalye gürültüyle yuvarlandı.

Her şey bundan sonra oldu. Bir acı hissetti. Kalbi hızlıca çarpıyordu. "Sallanıyorum" diye düşündü. Ayağını oynattı. Yeri kavrıyordu. "Olamaz" diye geçirdi içinden. Yüzü sapsarıydı. Şaşkındı. Gözlerini açmak nice sonra aklına geldi. Her yan bembeyazdı. Hiçbir şeyi seçemiyordu. Hayvanca atılan kahkahaları duydu. Sesin geldiği yöne doğru kafasını çevirdi. Yüzbaşıyı gördü. Gülmekten iki büklüm, sağa sola yıkılıp duruyordu. Sonra askerler de anladılar işi. Onlar da başladılar gülmeye...

Karanlık eylülde, karanlık yerlerde, insanlık için karanlık işler yapıldı. Ortaçağ karanlığını aratmadı yapılanlar. Engizisyoncuların kemikleri keyifle oynaştı. Suçlar işlendi, suçlular kimlik edindi. Salınır oldular sokaklarda. Sokaklar boğdu onları. Geride yalnızca suçlu kimlikleri kaldı.

18 Ekim 2008 Cumartesi

O, YAŞAM BOYU TEDİRGİN KALACAK...

Özgürlüğün ilk günleri.
Korku, telaş ve biraz da heyecan yüklü yüreğim.
Yabancılık...
Yeni bir yaşama atılan ilk adımda, acemiceyim. Aldırmıyorum. Gizli bir sevinç var yüreğimde. Telaşlıyım.

Ankesörlü telefon kullanmayı bilmiyorum. Küçük kardeşim gösteriyor. "Basit ağbi," diyor, "önce jetonu atacaksın, düdük sesini bekleyip, sonra numarayı çevireceksin." Gösterirken gülüyor.
Acemiyiz ya yaşamda...

Ne kadar paraya ne alabilirim? Aldığım şeyi ucuza mı kapattım, yoksa sıkı bir pazarlıktan sonra kazıklandım mı? Kurnazız ya, duvar kurnazı!.. Paranın alım gücüne yabancıyım. Bundan olsa gerek, ceplerim sıkça boşalıyor. Daha ziyade aklıma o zaman geliyor paranın gücü veya parasızlığın yaptırımı...

İçki doyumsuz bir tat gibi... Yıllarca yaşanmayan, unutulmaya yüz tutmuş duyguları yaşatan şey. Hoşlanıyorum, çakır keyif olmaktan. Sanki yaşamın üzerine çıkıyorum. Yaşam bana değil, ben yaşama hükmediyorum. Kendi dünyamda özgürüm.

Bir taksiye atlayıp, "çek şuraya" demek... Belediye otobüsüne binip şehir turu atmak, hem de ciddi bir iş yapıyormuş gibi. Doğup büyüdüğün şehirde kaybolmak. Kelepçeli dolaştırıldığın yerlerde, salınarak gezinmek...

Bu türden ince zevkleri yaşadığım ilk günlerimin coşkunluğuyla Ankara otobüsüne bindim. Önümde yedi saatlik uzun bir yol var. Ama hoşlanacağımı düşünüyorum, yolun uzunluğu beni rahatsız etmiyor.

Orta sıralardaki on sekiz numaralı koltuğumu bulup oturuyorum. Koltuğumu hafifçe arkaya yatırarak sırtımı yerleştiriyorum. Rahatım. Keyfime diyecek yok. Otobüsün kalkmasına beş dakika var. Elimdeki gazeteye şöyle bir göz gezdiriyorum. Köşe yazılarını okumayı sonraya saklıyorum. Hareket etmemize birkaç dakika kala yan koltuğa biletli yol arkadaşım geliyor. Elindeki bont tipi çantayı, üstteki bagaj yerine koyarak, oturuyor. Bana şöyle bir bakıp hafifçe gülümsüyor. Yanıt veriyorum. Saat on iki de otobüs hareket ediyor. Hostes herkese iyi yolculuklar diliyor...

Otobüs hareket edip de, yanımda oturan adamın çantası, ileri geri çarparak rahatsız edici sesler çıkartmaya başlayınca, önümdeki koltukta oturan öğrenci gençler, muavini çağırarak gürültüyü engellemesini istiyorlar. Muavin çantanın kime ait olduğunu soruyor. Yol arkadaşım "Benim," diyor. Muavin çantayı oradan alarak adama uzatıyor. "Oturduğunuz koltuğun altına koyun," diyor. Adam "Hayır, çanta kirlenir, rezil olur," diye yanıtlıyor. Ben pencerenin yanındaki koltuğumdan, olanları ilgisizce seyrediyorum. Adam konuşmaya başladığında, sesi kafama takılıyor... Ben bu sesi tanıyorum... Muavinle tartışmayı sürdürüyor. Gözlerimi kapatıp adamın sesini hissetmeye çalışıyorum. Bu ses... Bu ses beynimi parçalıyor. Bedenim ince bir titreşimle sarsılıyor.

Geriliyorum...
Evet bu o!.. Bu ses onun sesi... Onun sesi!..
İşkencecim!..
Namık!.. Katil Namık! Karateci Namık!.. Kürt Namık!.. İşkenceci Namık!..
Konuşmasını biraz daha dinliyorum. Eminim. Onun sesi... Yüzüne biraz daha dikkatlice bakıyorum. Hiçbir kuşkum kalmıyor.
Bu o...

Nasıl unuturum bu sesi!.. Yıllarca uykularıma girmişti. Beynimde dolaşıp durmuştu.
Tam sekiz yıl önce... Doksan gün bu sesi duymuştum. Her gün...Bazen delikanlı pozlarında, "Ezdirme kendini," diyor... Bazen acımasız, elinden uçan kuş bile kurtulmuyor. Kimi zamanlar ise zorunlu olduğu için bu işi yapan bir zavallı kimliğiyle.

Dünya ne küçük...

Sesler kesilmiş, tartışma bitmişti. Ona dönüp bakamıyorum. Pencereden dışarıyı seyrediyorum. Korktuğumu hissediyorum. Sorular uçuşmaya başlıyor. Bu karşılaşma yalnızca bir rastlantı mı? Yoksa bana ilişkin hala değişik hesaplar mı var? Belki de benim tanıyabileceğim birini bana göndererek, bana mesaj vermek istiyorlar... Bir çeşit uyarı. Rahat dur ha!.. Yoksa, Namık!..
Onu tanıyabileceğimi nasıl bilebilirler ki?

Gözlerim sürekli kapalıydı. Sorguya alındığımda gözlerimi, göz kapaklarımı sıkıca kavrayan koyu renkli bir bezle kapatıyorlardı. Günlerce, aylarca kaldığım sorguda göz bandımı, yalnızca sorgu zamanları dışında çıkartıyorlardı.

Ancak kimi zamanlar göz bağımın altından sorgucuların yüzünü görebilmiştim. Sorgu sonrasındaki kimi olaylarda görebildiğim yüzler vardı. Sorgumu yapan ekip beş kişiydi. Namık onlardan birisiydi!
Onunla konuşmalıyım...

Hayır, hayır, beni tanımadıysa ne diye konuşacağım. Boşu boşuna kendimi tanıtmanın ne anlamı var? Beni hatırlamıyordur bile. Benim gibi yüzlerce insan geçmiştir elinden. Belki de ben şuyum dediğimde korkup, benden kurtulmak isterse!.. Konuşmalıyım, mutlaka konuşmalıyım, onunla...
Bana yapabileceği başka ne kaldı ki?
İşkence.
Ölüm korkusu.
Yıllarca süren haksız tutsaklık...

Karar veriyorum. Konuşmalıyım. Konuşup, yüzünün alacağı şekli görmeliyim...
"Sizin isminiz Namık mı?” diye sordum, çekingen bir ses tonuyla.
Yüzüme şöyle bir baktı, bir an düşündü ve kararsızca;
"Evet," diye yanıtladı.
"Siyasi şubedensin değil mi?”

Evet anlamında kafasını sallamakla yetindi. Yüzündeki güvenli ifade kaybolmuştu. Tedirginleşmişti. Beni tanımaya, çıkarmaya çalışır gibi bakıyordu yüzüme. Onu etkilemeyi başarmıştım.
“Beni hatırladınız mı?”
“Hayır.”
“Ben Kemal.”

Biraz düşündü, belleğini zorladı ve kısık bir sesle;
“Seni hatırladım. Bizi çok yormuştun. Kemal, evet. Ne zaman çıktın?”
“On beş gün oluyor.”

Elini uzatıp tokalaşmak istiyor. Bir an için eline bakıyorum. Kocaman simsiyah eller... Bana ve pek çok insana acı çektirmek için defalarca kullanılmış eller... Şimdi tokalaşmak için uzatılıyor. Tokalaşayım diye düşünüyorum, ama ellerim gitmiyor. Öylece bakakalıyorum. Anlıyor. Elini yavaşça kapatıp, dizlerinin üzerine bırakıyor. Suratı allak bullak. Solgun, tedirgin. Ben de tedirginim.

“Bizlere az acı çektirmedin,” diyorum.
“Ben görevimi yaptım,” diyor.

Sanki işkence yapmak, cinayet işlemek bir meslekmiş gibi konuşuyor. İşini yap demişler o da yapmış. Kaygılı bir ifadeyle devam ediyor:

“Yoksa benim seninle ne alıp veremediğim olabilir? Seni tanımazdım bile. Ben yapmıyorum desem, bir gün görevde bırakmazlardı. Hem ben yapmasam da yapacak birini mutlaka bulurlardı.”

“Elbette bulurlardı.”
“Hem ben sana hiç dokunmadım. Sana vurduğumu gördün mü hiç?”
“Seni görmem mümkün değildi,” dedim ve yanıt vermesine fırsat vermeden ekledim:
“Ama sesini her seferinde duydum.”

Aslında şahıs olarak kimin kime işkence yaptığının pek fazla bir önemi yok. Yüzlerce Namık bulmak hiç sorun değil diye geçiriyorum içimden.
“Verilen emirlere karşı çıkamazdım. Görevimi yaptım.”
“Başka insanlara eziyet ederek, sakat bırakarak, hatta öldürerek yapılan bir görev...”
“Ben kimseyi öldürmedim!.. Sakatlamadım da!.. Ben de halk çocuğuyum. Yoksullukla büyüdüm. Elazığlıyım. Bu işi bulmasaydım, sokaklarda açlıktan sürünürdüm...”
“Ama insan olarak kalırdın. Dürüst ve namusluca, başkalarına zarar vermeden yaşardın.”

Susuyoruz. Aklıma Hacer’in askıda çırpınışları geliyor. Namık’ın askıda nefessiz çırpınan genç bir kızı sırıtarak seyrettiğini düşünüyorum, yüzüm biraz daha geriliyor. Bunun hiçbir açıklaması olamaz diyorum kendi kendime.

Acının bitmek bilmediği o dönemlerde, bir işkence seansı sonrasında, patlamaya yüz tutmuş ayaklarımın şişini indirmek için koridorda hızlı hızlı yürütüyorlardı. Zeminine tuzlu su dökülmüş koridorun başına ulaştığım her seferde bağırarak daha hızlı yürümemi istiyorlardı. Beni ve ayaklarımı düşündüklerinden değil, ayaklarımın yeniden falakaya hazır olması için telaşlanıyorlardı. Her adımda tabanlarımdan başlayıp beynime ulaşan acıya katlanarak yürümeye çalışıyordum. Kan toplanmış tabanlarım olanca arbedeye rağmen direnmeye hazır olmalıydı... Birkaç turdan sonra başıma bıraktıkları nöbetçi sıkılıp gitmiş, ben de hızımı kesmiş ağır ağır adımlamaya başlamıştım. Kulağıma gelen acı dolu çığlıkla irkildim. Sesin geldiği yöne doğru yöneldim. Elleri arkadan kelepçelenmiş bir şekilde tuvaletin duvarına asılmış genç bir kızın, ellerinden birisi kelepçeden kurtulmuş ve ters dönmüştü. Tek koluna binen tüm vücudunun ağırlığını taşıyamaz olmuş, acıyla haykırıyordu. Nefesi kesilmiş, yüzünün rengi kaybolmuştu. Ayakları yerden yaklaşık bir metre yukarıda, çırpınıp duruyordu. Şaşkınlığımı üzerimden atar atmaz ona doğru yöneldim, ayaklarından tutup yukarı kaldırdım. Ters dönen kolu düzeldi, biraz rahatladı, hızlı hızlı nefes alıp vermeye başladı. Tüm vücudu titriyordu. Tek kolu hâlâ askıdaydı ve ayakları yeri kavrayamıyordu. Vücudunun tüm yükü tek koluna binmişti. Ağırlığı kırk-kırk beş kiloyu geçmiyordu ancak bu ağırlık bile onun nefesini kesmeye yetiyordu. Bir türlü bırakamıyordum. Birazdan geleceklerdi ve bu durumdan hiç hoşlanmayacaklardı...

Aradan birkaç dakika geçmemişti ki kafama yediğim bir darbe ile yere yıkıldım. Ne olduğunu anlayamamıştım, tekme,tokat ve yumruklarla kendimden geçmiştim. Kendime geldiğimde sorgu odasının bir köşesine yığılıp kalmıştım ve her yanım ağrıyordu. Odanın diğer köşesinde adının sonradan Hacer olduğunu öğrendiğim kadın oturuyordu. Bilekleri kan içindeydi. Bağırtılarla neden böyle yaptığımı sordular. Kızgınlıkları hâlâ geçmemişti. Namık’la ilk yüz yüze konuşmam bu olayda olmuştu. Hacer’le aramızdaki ilişkiyi araştırmışlar ancak hiçbir şey bulamamışlardı. Bana da sordular, daha önceden tanımadığımı söyledim. Hacer de beni teyit etti. Bir türlü anlayamıyorlardı. Bir insanın hiç tanımadığı bir insana, bedeli ağır bir yardımda bulunmasına akıl erdiremiyorlardı. Biraz daha zorladılar, “Ben insanım,” dedim.

Bu yanıtım üzerine Namık dayanamayıp yerinden fırlamıştı.

Namık’ı yıllar sonra yine yanımda görünce Hacer’le yaşadığımız bu korkunç olay geliyor aklıma.
“Çocuklarının geleceğini bile lekeledin sen” diyorum.
“Ölümden korkmuyorum,” diyor, kırık bir ses tonuyla.
“Ölümden bahseden kim?”
“Yapılanların tüm sorumlusu ben değilim.”
“Söyler misin bana, pişman mısın Namık? Keşke yapmasaydım dediğin anlar olmadı mı? Veya gece yastığına başını koyduğunda rahatça uyuyabiliyor musun?”

Korkuyordu. Yaptıklarının bir hesabı olması gerektiğini düşünüyor olmalıydı. Verilen emirlerden emin olabilseydi, böylesine ürkmesine gerek yoktu. O da biliyordu, yaptıkları görevi değildi ve bir gün birileri bir yöntemle hesap sormaya kalkışabilirdi... Yüreğinin derinliklerinde, içinden hiçbir zaman atamayacağı bir ürküntü yaşıyor gibiydi. Kaygılı bir ses tonuyla konuştu:

“Bir mahalle bakkalı gibi sakin, sessiz ve rahat yaşamayı ben de isterdim. Ya da sıradan bir büro memuru gibi...”

“İş dönüşü çocuklarını kucakladığında, babasının işkencede çığlığını dinleyen bir çocuğun, tazecik yüreğindeki acısını, korkusunu hissedip, biraz olsun tedirginlik duymuyor musun?”
“Ben bana söyleneni yaptım. Adam üç kişiyi öldürüp gelmiş. Sonra bunu inkâr ediyor.”
“Sen de konuşturup adaleti sağlıyorsun öyle mi?”
“Ölenleri insandan saymıyor musun?”
“Sen devleti temsil ediyorsun. Sana getirilenin o suçu işlediğini nereden biliyorsun? İşkencede zorla kabul ettirerek mi? Peki düzene karşı diye hayvan gibi davrandığınız insanlar! Hak ediyor diye işkence yapıyordunuz değil mi?”
“Bana verilen emir...”
“Bırak şimdi emirleri Namık. Yasalar var, hukuk var. Mahkemeler...”
“Ben devletin memuruyum.”
“Pişman değil misin?”
“........”
Susuyor, gözleri karanlıkta kayboluyor... Neler geçiyor aklından kim bilir. Kısa süren suskunluğunu aralayarak;
“Benim seninle kişisel hiç bir sorunum yok. Seni kişi olarak severim. Delikanlı bir adamsın. Dirençlisin. Ah bir de böyle biri olmasaydın, seninle iyi bir dost olabilirdik,” diyor.
Şaşırıyorum.
“Benimle dost olabilir misin?”
“Neden olmasın, cezanı yatıp çıktın. Efendi, dürüst birisin.”
“Sana kötülük yapabileceğimi düşünmüyor musun?”
“Kötülük yapacak biri olsan, beni tanıdığını söyleyip, bu kadar şey anlatmazdın.”
“Haklısın Namık, ben sana bile işkence yapamam.”
“Benim sana yaptıklarımı, bana yapmak hiç aklından geçmedi mi?”
“Hayır senden nefret etmiyorum. Zavallısın, acıyorum.”
“Asıl acınacak senin durumun! Yaşamını saçma bir şey için harcıyorsun.”

Fazla yükleniyorum galiba, savunmaya geçiyor. Yaptıklarını bir noktadan yakalayıp, kendini aklamaya çalışıyor. Savunması ürkek. Saldırmaya devam ediyorum:
“Fahişe para kazanmak için kendini satar. Yalnızca kendine zarar verir. Ama yine de onurludur benim gözümde. Çünkü başkalarına zarar vermez. İşkenceci de para için kendini satar. Ama o başkalarına zarar verir. Bana göre çok daha onursuzdur.”

Kaşları geriliyor, ne yapacağını şaşırıyor. Ortamı yumuşatmaya çalışıyor.
“Bizleri nasıl gördüğünü biliyorum,” diyor, pişkince.
“Ama ne yazık ki insansınız...”
“Bizler kullanıldıysak, sizler de kullanıldınız. Ama farklı alanlardaydık. Sizi de kendi çıkarları için kullananlar oldu.”
“Ben hep düşündüğüm, istediğim gibi yaşadım. Kullanıldığımı bir an bile düşünmedim. Hiç kimseye de zarar vermedim.”
“Yaptıklarınızın hepsi doğru muydu?”
“Elbette değil, ama her şeyi insan için yaptık. Kimseye uşaklık yapmadık. Hele para için asla!”
“Her insan bir yerlere şöyle ya da böyle hizmet eder.”
“Ben düşüncelerime hizmet ettim.”
“Boş verelim bunları da, artık neler yapmayı düşünüyorsun? Yine devam mı edecesin?”
“Okula yeniden başlayacağım, biraz geciktim ama...”
“Artık rahat dur. Bak yılların gitti. Hiçbir şeye karışma. Bizim oralara düşme.”
“Niye, artık senin gibi tanıdıklarımız var oralarda, değil mi? Bize yardımcı olursun...”
“Benden sana ağbi tavsiyesi. Devletle baş edemezsiniz. Yazık oluyor size.”
“Şimdilik yarım bıraktığım yaşamı tanımaya çalışıyorum. Bir de okul olacak, ara sıra da yazı yazıyorum.”
“Sen adam olmazsın. Boşuna atıyorlar sizleri içeri. Daha militanlaşıp çıkıyorsunuz.”
“Beslemeyip asmalı değil mi?”
“Yok öyle demek istemedim.”
“Artık yaşlandık, neremiz militan?”
“Hacer’i sonradan hiç gördün mü, ne zaman çıkıyor?”
“Az kaldı, bir yıla kalmaz çıkar.”
“Ona da yazık oldu. Doktor olacaktı. Gerçekten yazık sizlere.”
“Sen bize acımayı bırak da, kendine bak... Hem dikkatli ol ben tanıdığımı söyledim, bir başkası söylemeyebilir.”

Susuyor. Gözleri gecenin karanlığında kayboluyor. Cebinden sigarasını çıkartıp bana uzatıyor. Reddediyorum. "Seninle dost değiliz, sigaranı içmem, ama sen benim sigaramdan içebilirsin," diyorum.

Her ikimiz de kendi sigaralarımızdan yakıyoruz. Konuşmuyoruz artık. Aydınlanmaya yüz tutmuş gecenin karanlığında dışarıya dalıyor gözlerim.
Acı!..
Çığlık!..
Ve bitmez tükenmez saatler, günler, aylar!..

Özgürüm!.. Duvarlar, zincirler yok artık. İşkencecim yanı başımda. Zamanın durduğu anlar, yitip gitmiyor. İnsanın belleğinde olanca canlılığıyla hep var oluyor. Yıllar, canlılığından hiçbir şey kaybettirmiyor.

Acı yüklü haykırışlar!..
Öfkeli, salyalı bağırtılar...
Ve çığlıklar, beyni parçalayan çığlıklar...

Saatlerdir kafamı çevirip ona bakmıyorum. Yüzünü görmek iğrendiriyor beni. Uyuyamadım da. O da uyuyamadı. İnsan olduğunu düşünmeye çalışıyorum. İnsan, insan, insan... diye tekrarlıyorum, kendimi inandırmak istercesine, defalarca...

Ankara'ya vardığımızda yanıma geliyor.
"Sana kahvaltı ısmarlayayım," diyor.
"Hayır," diyorum.
"Seni arkadaşlarımla tanıştırayım, başın sıkışırsa yardımcı olurlar," diye devam ediyor konuşmasına.

Gülümsüyorum, senin yaptığın gibi dercesine... Oradan hemen uzaklaşmak istiyorum.
İlk geçen taksiyi durdurup biniyorum. Arkamdan o da başka bir taksiye biniyor. Ayrı yönlere doğru hızla gidiyoruz. Beni izleyebilir diye kaygılanıyorum. Gideceğim yere iki ayrı taksi değiştirerek gidiyorum. Onun da değiştirmiş olabileceğini düşünerek gülümsüyorum. Tedirginliğimden eser kalmıyor, rahatlıyorum.

Biliyorum.

O, yaşam boyu tedirgin kalacak.

AY GÜNEŞİN TAŞERONU


Yıllar sonra gecenin erken çöken bir vaktinde, yoksul bir mahallenin arka sokaklarından birinde karışlaşıyoruz onunla. Gözleri parlıyor ve sımsıkı kucaklaştıktan sonra bizi hemen oralardaki bir meyhaneye davet ediyor. Eski masaların üzerine sarı kağıtlar serilmiş küçük hizbe bir yer. Kafamı kaldırıp diğer müşterilere bakıyorum. Burunları kızarmış, eli yüzü yaralı, sakallı ve yıkıntı tipler.
“Mekanın fena değil hoca” diyorum. Ağır bir ses tonuyla “Yabancı değil” diyor,
ve sonra içeriye doğru seslenerek,
“Kulaksız misafirlerimize bak” diyor.
Elinde kirli beziyle kulaksız geliyor. Masamızın sarı kağıtlarını değiştirip,
“Ağalar hoş geldiniz, Hocamın misafirleri bizimde misafirimizdir, emredin,” diyor.
Hoca biraz alttan gülümsemekle yetiniyor.
“Rakı söylüyoruz hocam” diyorum.
“Benimki aynen,” diyor.
Kulaksız tamam anlamında kafasını sallayıp gidiyor. Bir süre sonra elinde bir küçük rakı şişesi ve bir bira bardağı, yarısına kadar dolu ve yanında da bir bardakta votka getiriyor. Hocam votka bardağını alıp biranın içine boca ediyor ve bize dönüp,
“Benim var ya özel içkim bu, rakı kesmiyor,” diyor, yorgun, kararmış gözlerini bir parça aralayarak. Rakıyı bardağa boşaltırken,
“Buz yok mudur” diye soruyorum, hocam hemen atlayıp,
“Kulaksız buz getir,” diyor. Kulaksız ezik büzük masaya gelip
“Yok ağbi’, ama sağa sola baktırayım bulabilirsen getiririm,” diyor.
Yıllardır görmemiştim Rahmi hocayı. Arada bir hakkında haberler alıyordum ama görüşmemiz hiç olmamıştı. Fizik hocasıydı, öğretmenlikten atıldığında. Batakhanelerin en kültürlü adamıydı yani. Ailesi zengin ve ünlü bir aileydi. Ancak bundan artık umut kesmişler ‘allah belasını versin deyip, ellerini eteklerini çekmişlerdi. Rahmi hoca tam bir alkol denizi olmuş ne bulursa onu içer hale gelmişti. Saçları beyazlaşmış, gözaltlarında ki kıvrımlar karartıdan görünmez olmuştu.
“Eeee Hoca anlat bakalım neler yapıyorsun, nerelerdesin, içmek dışında nelerle uğraşıyorsun,” diye söze girdim.
Hocam hızlı hızlı anlatmaya koyuldu. Hep hızlı konuşur, anlattıklarını ellerinin hareketleriyle destekleyerek, inandırıcılık sağlamaya çalışırdı. Yine elli kollu anlatmaya başladı.
“Hep projelerle uğraşıyorum. Yeni yeni iş bağlantıları filan. Almanlar geçen ay altı milyon dolarıma el koydular şerefsizler. İsveçliler Karadeniz’i kurtarma projemi çaldılar. Ne projeydi ama, yıllarımı almıştı, mükemmel bir iş olacaktı ama ah İsveç yok mu anamı belledi. Şimdi Türkiye ye onlar satıyorlar projeyi tam on milyon dolara. Biliyorsun ağa Karadeniz bir iç deniz. Yani hareketsiz bir deniz. Hareket olmayınca ne olacak zamanla. Deniz dolacak ve sonrada deniz diye bir şey kalmayacak ortada. Onun acil olarak kurtarılması gerekli. Nasıl olacak bu? Denize hareket kazandırmak gerek. Ben projemde, bir kanal açarak Karadeniz’in Hazar deniziyle birleştirilmesini getirmiştim. Bu kanal sayesinde Karadeniz harekete kavuşmuş olacak ve zamanla kaybolması önlenecekti. Ama şu İsveçliler yok mu, anamı bellediler, projemi çalıp, sattılar. Gitti paralar. Ama ben onlara göstereceğim, bunun hesabını onlara soracağı. Onların işini bizim Yiğitsen uslandır Ahmet’e verdim. Git oğlum dedim Şu İsveçlilerden alacağımızı tahsil et, dedim. Yakında halledeceğim onu ya.”
Hoca susup içkisinden yudum almaya yöneldiğinde ben donup kalmıştım. Şaşkınca yanımda ki arkadaşa bakıp duruyordu. Oda bana bakıp, sırıtarak,
“Daha hocamın ne projeleri var bir dinlesen,” diyor.
Ben şaşkınca hocaya bakıp,
“Hoca neler diyon sen, akıllı ol biraz” dememe kalmadı, hemen atıldı.
“Ya sende inanmıyon değil mi bana, bir gün herkes anlayacak gerçeği, bu hoca bu sacları boşuna ağartmadı. Ben sürekli okuyorum, var ya, evimde sadece kitaplar var, silme kitap dolu. Akşam oldu mu ben, buralarda yükümü tutar kafamı iyi eder, doğru evin yolunu tutarım. Sonrada oturur okurum, ağa, saatlerce okurum. Sonra okumaktan yorgun düşer oracığa sızar kalırım. Bu gördüğün hoca boş değil sen bilirsin beni.”
“İyide hoca boş ver sen Karadeniz’i kurtarma projesini de önce kendini kurtarma projesi hazırlasan. Yani kısa sürede kendimi nasıl kurtarırım diye biraz düşünsen daha akıllıca olmaz mı” diyorum.
Olgun bir edayla sırıtarak birasından büyük bir yudum daha alıyor.
“Biz önce halk diyenlerdeniz. Ben öğretmenliği neden bıraktım ha seninle yatmadık mı içerde. Böyle bir derdim olmasa mis gibi hocaydım, bizimkilerinde halı vakti yerindeydi. Yaşar giderdim. Yok yok bizim için önce insanlık, biz nasıl olsa kurtuluruz” diyor.
Anlamaya çalışıyorum, numaramı yapıyor yoksa gerçekten kafayı çizdirmiş mi diye. Çok yakından tanıdığım biriydi hoca. Hep bir miktar içerdi ama hiç onu böyle görmemiştim, Gözlerinin içine bakıyorum o konuştukça, hafifçe tebessüm edip, konuşmasını sürdürüyor Arada bir beni gösterip diğer arkadaşa
“Bu adam var ya bu adam, delikanlı bir adam. Beni ötmedi, ötseydi bende onun gibi yıllarca içerde kalırdım. Böyük adamdır, “deyip birasını sonlandırıyor.
Biten bardağı Kulaksıza doğru gösteriyor,
“Getir evladım” diyor.
Geçmişi iyi hatırlıyor. Sorunu bu günle ilgili olmalı diye düşünüyorum. Yeni gelen birasına yine yarısına kadar votka dolduruyor ve
“Ağa sen içmeyi unutmuşsun hadi daha çok içeceğiz, yanımıza gelmişsin bunu kutlamayacak mıyız, hadi kaldır kadehini,” deyip bardağını benim bardağımla tokuşturup bir dikişte yarılıyor.
Bana doğru hafifçe eğilip,
“Geçenlerde buradan çıkıyordum, kafamı iyi etmişim, dev bir proje biçimlenmiş kafamda, hemen eve gidip, yazayım, üzerine biraz daha düşünüp, geliştireyim diye düşünürken, çıkışta saldırıya uğradım. Aha şu köşe başında üç beş tane uzaylı saldırdı bana ve yıkılmışım. Dinime kitabıma akılımı okumuşlar ve bakmışlar onlar için zararlı bir proje beni hemen çıkışta yıktılar ağa. Boştu üzerim o gün. Ama adamlara helal olsun ne teknik geliştirmişler. Kendilerine zararlı olacak düşünceyi daha filizlenirken öğrenip saldırıyorlar.”
Gözlerim bir kez daha büyümüş, hayretler içinde dinliyordum hocayı. Artık dayanacak halim kalmamıştı, kendimi tutamayıp gülmeye başladım. Bir yandan gülüyor bir yandan da hocaya
“Birahanenin hesabını ödemediğin için dayak yemiş olmayasın hoca, bilirsin bar sahipleri de uzaylılar gibi döver adamı, allahsızdırlar,” dedim.
Hoca birden ciddileşti, yüz hatları gerildi,kaşları çatıldı.
“Hocayı basite alma, burada hiçbir Allahın kulu bırak bana yanlış yapamaz,”diyerek kafasını birahanedeki diğer içicilere doğru çevirdi.
Herkese ters ters bakıyor, el,kol ve göz işaretleriyle tafra atıyordu. Kesin gene dayak yiyecek diye düşünüyordum. Batakhanede oturan bizden başka beş altı kişi vardı. Hepsi de kayık tiplerdi. Kocaman kızarmış buranları ve çökmüş göz altlarıyla tam bir döküntü mezarlığıydı. Hiç kimse hocanın gözlerine bakmıyor, başlarını eğip içkilerinden sabırla bir yudum daha alıp olayın dışında kalmaya çalışıyorlardı. İkinci bira votka karışımı içkisini bitirdiğinde sert hareketlerle
“Gel lan buraya kulaksız , içkimi tazele... Ha bana burada saldıracak delikanlı var mı ha, sen bilirsin, söyle ha var mı,” diye soruyor.
Kulaksız bize doğru dönüp yarı keş haliyle,
“Yok hocam başımızın üzerinde yerin var sana buralarda kimse numara çekemez,” diye yanıtlıyor.
Sesi sıkıntılıydı. Bize anlamlı anlamlı bakarak,
“Hoca bizim ağbimiz, siz rahat olun ağalar”deyip boş bira bardağını alıp ağır hareketlerle uzaklaşıyor...
Hoca içtikçe sertleşmiş, saldırgan bir hal almıştı. Hocayı biraz rahatlatmak için
“Neyse hoca boş ver hadi içelim, güzelleşelim” deyip kadehimi kaldırdım.
Yeni gelen özel karışım birasından yarılayan bir yudum daha aldı. Elleriyle ağzını silip, kafasını bana doğru yaklaştırıp,
“Sen bir tanesin, senin gibi delikanlı adam tanımadım daha, ama şu yanında ki adama güvenme, tırı vırı bir adam, taşıma yanında” diyor,. “iyidir hoştur ama seni bir olayda hemen satar.”
Elimi omuzlarına atıp hocayı biraz daha kendime çekip
“Hoca beni bilirsin, benim o taraklarda bezim olmaz, sen rahat ol ben herkesi tanırım,” diyorum.
Tam sözüme devam edip onu biraz fırçalayayım diye düşünüyordum ki yeniden söze girip,
“Şu ay var ya ay, bildiğimiz ay, dinime kitabıma bir boka yaramaz. Taşeron, güneşin taşeronu. Güneş olmasa ne bok yiyecek ha, sorarım sana? Kendinde zerre ışık yok gündüzleri güneşten biriktirdiği ışıkları gece bize satıyor. Başkada hiçbir numarası yok” diyor.
Ne diyeceğimi şaşırıyorum. Gülmeli miyim. Ağlamalı mıyım, bilemiyorum. Şaşkın bir halde hocanın yüzüne baka kalıyorum O ısrarını sürdürüyor.
“Şerefsizim bir numarası yok ya”
“Haklısın hoca” dedim “ben bunu hiç düşünmemiştim. Helal sana. Hadi iç biranı da gidelim artık.”






LİNA



Gökyüzünü kara bir duman sarmıştı. Havaya yüklenen ceset kokusu, her nefeste çıldırtıyordu insanı. Boyunlarını bükmüş papatyalar, ayrıksı otları gibi köklerini alıp yanlarına savrulmuşlar her yana. Umut tükenmiş, yaşam kıskaç altında. Kan kokuyor her yan, yürekler postal altında. Hızla kaçıyorum oradan. Soluksuz... Nice sonra dönüp arkama baktığımda, simsiyah bir bulut altında kaybolmuş insanları görüyorum. Yarınsız, sevgisiz ve renksiz...

Ölüm korkunç bir şey, diye düşünüyorum, hele ölümü yaşamak çok daha korkunç. Yüreği sendeliyor insanın, kopup gidiyor her şey. Ölüm sanki bir kara büyü, çekiyor insanı...

Lina geliyor aklıma. Güzel mavi gözleriyle Lina. Bu berbat savaşın ortasında ansızın karşıma çıkan, gencecik, inatçı bir kız. Gözleri masmavi ve canlı. Bakışları kurşun gibi, deliveriyor insanın yüreğini. Beyaz tenli, uzun sarı saçlı. Onunla, bir yaz günü, olanca şiddetiyle süren bir çatışmanın orta yerinde karşılaşmıştık. O, bir düşmandı, karşı mevziden. Ben de düşmandım. Kurşunlarımız da çatışmamızın taşıyıcıları oldular. Yüreklerimiz düşman mıydı, ya beyinlerimiz, gözlerimiz!.. Ama biz beynimizden öte düşmandık. Düşman taraflardaydık. Taraflar adını koyup çizgiyi çizmişti. Bizlere yalnızca kabullenmek kalmıştı. Düşünüyor olmamızın hiçbir önemi yoktu. Belki de gerektiği gibi düşünmesini bilmiyorduk. Düşüncelerimizi yanlışa kurgulayıp doğrularımızı silintisiz kılıyorduk.

Adını bilmiyordum. Hiç öğrenemedim. Ancak gözlerini hep yanımda taşıdım. Yüreklere sığmayan masmavi gözleri vardı. Pervasızdı. Besbelli korkuyu hiç tanımamıştı. Belki de korkmaya hiç fırsatı olmamıştı. Gençti; on sekizine yeni basmış gibiydi.
Kurşunlar mevziyi çılgınca yoklarken ben orada bile değildim. Kendimi toprağa gömmüş, düşlerime dalmıştım. Arada bir kafamı çıkartıp anlamsız bakışlarla karşı mevziye göz gezdiriyordum. Her yanı cehenneme çeviren makineli ve roketlerin alışılmış sesi kulaklarımı tırmalamıyordu bile. Yanı başıma düşen roketin ritmi bozan sesiyle düşlerimden kopup kendimi daha bir toprağa bastırdım. Toprak beni derinliklerine alsa belki de yıllarca hiç çıkmak istemezdim. Sonra başımı kaldırıp, gözlerimi, hedef arar gibi silahımın dürbününe dayadım. Gözlerim dürbüne takılı kaldı.

Onu ilk kez o an gördüm. Uzunca bir süre onu seyrettim. Upuzun, sarı ve dağınık saçlarının arasından yüzünü seçemedim. Gözlerini yakaladığımda kendimi dürbünden çekemedim. Gözleri dürbüne yapışıp kalmıştı. Öfke doluydu; sanki, dünya ile yarım kalmış bir hesaplaşmanın son durağında gibiydi. Kafa tutuyordu yaşama. Silahı hiç susmuyordu.

Kafasını kum torbalarını arasından kaldırıp umarsızca basıyordu kurşunu. Hedefimdi, hem de her an beni yok edebilecek bir hedef. Onu hareketsiz kılmak için tek bir hareketim yeterliydi. Parmağımın tetiğe hafifçe dokunması... Ama gözleri o kadar güzel ve saftı ki kendimi alamadım. Yanımdaki dosta gösterdim,
“Yakala dürbününle,” dedim. Önce şaşırdı, sonra o da yakaladı. “Güzelliği görüyor musun, nasıl kıyılır bu gözlere?”

Hırçındı. Durmak, ara vermek nedir bilmiyordu. Her kurşunu bir ölümdü. Bizler de ölüm çemberinde oynaşıyorduk. Belki de yüreğimizdeki insan savaşa direniyordu. Kaçsın istedim, kendini saklasın, gözlerini ölümden korusun. Dostum sağına, soluna uyarı atışı yaptı. Kaçmadı. Daha da hırçınlaşmıştı. Kızmış mıydı, yoksa inanmıyor muydu ölüme? Mevzinin her tarafını dolaşıp dünyanın tüm mermilerini bir anda bizim tarafa yağdırmaya çalışıyordu. Bu genç yaşında bitmek bilmeyen bir enerji ve ölümü yadsıyan bir kinle, durmadan saldırıyordu.

“Kaçmıyor...” dedi dostum bana.
“Bizden can alacak. Savaşçının aptalından korkmalı. Susturmak gerek...”

Kısa bir andı. “Hayır yapma!” diyemedim.

Her şey o kadar çabuk olup bitti ki... Bir anda dürbünüm kanla doldu. O kafasını kaldırıp ölüme yeni bir insan ararken, bu kez ölüm onu yakalamıştı. Kurşun daha hızlı davranmıştı. Kum torbalarının üzerine yığılırken saçları kızıla döndü. Silahı elindeydi. Öylece kaldı. Arkadaşlarından birisi önce ona doğru bir hamle yaptı. Sonra kurşunlardan ürküp geri çekildi...

Kendi kendime, “Hadi kımılda, daha oynaşmamız bitmedi... Oyunu erken terk etme...” dedim. Kımıldamadı.

Biz, karşı taraflardan iki oyuncuyduk. Bu oyunla anlamsız cehennemi insanlaştırmıştık. Uzağımızda olan, neredeyse belleğimizde bile canlılığını yitirmiş bir tutam güzelliği yeni baştan hatırlamaya çalışmıştık. Belki de çocukçaydı...Bir an için reddetmeye çalışmıştık, yaşadığımız gerçekleri ve ölümü... İnsana düşman savaşı...

Gözlerim doldu, kapadım. Sırtımı kum torbalarına dönüp gökyüzünü seyre koyuldum. Kurtulmak istedim yaşamdan. Gökyüzünde tek bir bulut yoktu, masmaviydi. Tıpkı gözleri gibi... İnanamıyordum olanlara. Her şey bir rüyaydı sanki. Kötü bir düş... Anlamsızca kafamı sağa sola çevirdim. Kendimi çimdikledim. Her şey gerçekti.
Ben, ölümün ortasında gerçeği yaşıyordum. Yerimden doğrulup tekrar dürbüne dayadım gözlerimi. Kum torbalarının üzerinde külçe gibi yatıyordu. Kalkamamıştı. Çılgınca ölüm saçan silahı, sımsıkı elindeydi. Gözlerindeki parıltı kaybolmuş, kanla örtülmüştü. Ancak, öfkesi yüzünde asılı gibiydi. Saçları darmadağındı...
Belki, diye düşündüm, başka bir yerde veya başka bir zamanda karşılaşsaydık dost, sevgili, arkadaş bile olabilirdik... Belki de gözlerinde aşkı bulurdum. Bir kırmızı gül takıp saçlarının arasına, ülkemi anlatırdım ona. İnsanlarımı, özlemlerimi, düşlerimi...

Karşı mevzi tamamen sustuğunda yerimden fırladım. İnce bir heyecan vardı yüreğimde. Yaralıdır, diye düşündüm, ölmemiştir, kurşunun etkisiyle baygındır, hareketsizdir... Yaşaması için bir şeyler yapabilirim. Sürünerek karşı tarafa vardım. Ölümü bir tarafa bırakıp bir an önce ona ulaşmaya çalıştım. Her tarafta insan cesetleri vardı. Parçalanmış insan bedenleri, sağa-sola savrulmuştu. Her yan kan içindeydi. Arkadan silah sesleri geldiğinde, kendimi yine yere attım. Yüzüm kana battı. Elimle silmeye çalıştım, olmadı. İğrenç bir koku bedenimi sarmıştı. Kustum... Onlarca kez kustum... Yüzlerce kez kustum... Midem dışarı çıkmıştı. Rahatladım.

Silahlar tamamen sustuğunda kafamı kaldırıp ona baktım. Yanı başımdaydı. Yüzümü kaplayan kan, onun damarlarına sığmayan kanıydı. Ayağa kalkıp uzun uzun seyrettim. Başucuna dikilmiş oradan ayrılamıyordum. Kurşun yüreğini parçalamıştı; ancak öfkesi kanla kaplanmış gözlerindeydi. Sanki ölen o değildi, insanlık adına varolan tüm güzelliklerdi. Aşktı. Dağdaki papatyalar, gökyüzündeki yıldızlar, kumsaldaki martılar...

Onu hiç tanımamıştım. Adını da bilmiyordum. Umutlarına, özlemlerine, düşlerine yabancıydım. Şimdi gözleri var yanımda; hiç eksilmeyen gözleri... Kendime kızıyorum. Eğer gözlerimi kapatıp onu görmeseydim belki de yaşayacaktı. Bu oynaşmada o benim yaşamımı alacaktı.

Tanımayı ne çok isterdim. Sabahlara kadar konuşup yüreğindeki öfkeyi çözmek isterdim... Savaşın, bizim savaşımız olmadığını bilsin isterdim... Sevgiyi yeşertmesi için, yüreğimdeki umudu paylaşmak isterdim...Ama, olmadı.

Yüreğimden bir parça bıraktım orada.

“Lina” dedim adına. Gözlerini YÜREĞİME kazıdım.

İNSAN AMCA

Adı Nevroz.

Yirmi yaşında genç bir kız. Üniversite öğrencisi. Saçları siyah, uzun. Hafif dalgalı. Gözleri ateş gibi canlı, sert. Biraz öfkeli, bakınca dik dik bakıyor. Ancak bakışlarındaki diklik rahatsız etmiyor insanı. Dünyaya sataşır gibi yürüyor. Sanki yarım kalmış bir hesabı taşıyor yüreğinde. Yüz hatları gergin, adı gibi kısa yaşamında öğrenmişti direnmeyi.. Her şeye karşın sıcak biri, konuşmaları içten, dalıveriyor insanın yüreğine. Ses tonu yumuşak, berrak, pürüzsüz, ancak alabildiğine heyecanlı...

Bir akşamüstü, benzer akşam üstüleri gibi sırtıma çöken günün ağırlığından birkaç saatliğine de olsa kurtulabilmek için lokale gidip ağaçların altına oturdum. Koltuğa yayılıp, yaşamdan koparak beynimi boşaltmaya, rahatlamaya çalıştım. Bütün gün haber peşinde koşup yorulmuş, pek çok kişiyle alakasız ilişkiler kurmak zorunda kalıp, beynimi gereğinden fazla zorlamıştım. Bir kadeh rakı ile rahatlamayı düşünürken, gözlerimi Nevroz’a kaptırmıştım. Bana yakın bir masada bir dostumla birlikte oturuyor, hoşça sohbet ediyordu. Sözcüklerini el hareketleriyle destekleyerek, hararetle bir şeyler anlatıyordu. Mutlu görünüyordu. Bu kadar hararetli ve canlı olabilmek güzel olmalı diye düşünürken, yerlerinden kalkıp bana doğru geldiler. Hoş beşten sonra dostum bana dönerek, “Nevroz’u tanıyor musun?” dedi, ‘Babası Adana’da öğretmendi, öldürüldü. Nafiz’in kızı.”

Donup kalmıştım. Yaşamdan kopmaya, beynimi rahatlatmaya uğraşırken, birdenbire yıllar öncesine çekilmiştim. Ne diyeceğimi bilemeden Nevroz’a bakakaldım. Babasını tanıyordum. Nevroz’u da tanıyordum, yıllar öncesinden... Bir süre sonra şaşkınlığımı üzerimden atıp,

“Sen Nafiz hocanın kızı mısın?” diye sordum, ‘evet’ anlamında kafasını salladı.
“Ben babanın öğrencisiydim” dedim kısık bir ses tonuyla.

Liseyi parasız-yatılı okumuştum. Parasız ve yatılıydık. Parasızlığımıza yatılılığımız denk düşmüştü. Çocuk denecek yaşta bir disipline girmeye zorlanmıştık. Belirli saatlerde yemek yer, belirli saatlerde etüte girerdik. Yatma ve kalkma saatlerimizde katı ve kurala tâbiydi. Yat saati gelip de yatağa yöneldiğimizde hep bir açlık hissederdik. Hem yemekten hem de sevgiden yana. “İyi Geceler” yerine, “yatın lan” bağırtısını duyardık. Geceyi evinde, karısının koynunda geçiremeyip, başımıza nöbetçi bırakılan kimi hocalarımız, sanki suçlusu bizmişiz gibi, hırslarını bizden alırlardı. Bağırarak uyandırır, bağırarak yatırırlardı. Parasız ve yatılıydık ya... Sevgiyi bilmez, sevgiye lâyık görülmezdik. Etüt saatlerinde çıkarttığımız en küçük bir seste, kimi zaman savaş alanına dönerdi sınıflar. Korkardık. Yalnızlıktan, karanlıktan ve mutsuz hocalarımızdan... Kimi zaman yatak çarşaflarımızda dik yuvarlanmayan iki buçuk liraya hayıflanırdık. Dayak yerdik, gergin olmayan çarşaftan dolayı. Sabah kahvaltısında verilen yağ-reçel mönüsünü bile dua ile karşılardık. Şükrettirilirdik...

Çocuktuk... Adeta zorla büyütülmek isteniyorduk. Şiddeti bu yıllarda tanıdık. Şiddeti tanıdıkça sevgiden uzaklaştık. Parasızdık ve yatılıydık. Üstelik sevgisizdik de... Geceleri çarşafı yüzümüze çekip sessizce, gizli gizli ağlardık. Bir de asla eve dönemeyeceğimizi düşünür, umutsuzluğa kapılırdık.
Gündüzleri birlikte okuduğumuz kimi öğrencilere öylesine imrenirdik ki... Onlar gecelerini evlerinde geçiriyorlardı ya, hiçbir sorunları olamazdı. Sanırdık ki onlar, yatısız olmakla, paralı ve sevgi dolu oluyorlardı.
Kimi hocalarımız, okulun içindeki lojmanlarda kalıyordu. Bu hocalarımızla biraz daha yakın olurduk. Onların nöbetçi olduğu günlerde daha rahat olurduk. Yaşadığımız biraz serbestlik bizi mutlu etmeye yeterdi. Hele şiddetsiz bir gece, müthiş güzel olurdu.
On dört-on beş yaşlarındaydık. Henüz çıkaramamışken ana kucağından başımızı, buraya gönderilmiştik. Parasızdık ve yatılı okuyacaktık. Evlerimizden, sevdiklerimizden uzak bir ortamda, sevgiyi birbirimizde yakalamaya çalışıyorduk. Okuyacaktık. Yaşamda var olabilmek için, sefaletten, parasızlıktan kurtulabilmek için okuyacaktık. Adam olacaktık.

İlk seneyi atlattıktan sonra biraz daha rahatlamıştık. Birbirimizi tanıyor, kuralları biliyorduk. Kurallara uymakla, daha az şiddetle karşılaşıyorduk. Hocalarımızı da tanımış, huyunu suyunu öğrenmiştik. Bazıları ki çoğunluğu tutucu, gerici ve şiddet yanlısıydı. Etütünde çıt çıkarılmaz,gece yatış zamanı bir dakika bile geçirilmez, sabahları çarşaflar iki buçuk liranın denemesine fırsat bırakılmaksızın, gerilirdi. Kimi hocalarımız da -ki bunlar azınlıktaydı- aydın ve çağdaştı. Askeri kuralları uygulamaz, bizlerin birer insan ve öğrenci olduğumuzu bilir, öyle davranırlardı. Etütler sohbetlerle saatlerce uzar, yatma isteğe bağlı olurdu. Üstelik sabahları çarşaf işkencesi yaşanmazdı.

Biz bu hocalarımızı severdik ve onlardan yoğun olarak etkilenirdik. Sorunlarımızı onlarla paylaşır, yaşamı onlar gibi yakalamaya çalışırdık. Onlar bizim hem annemiz hem de babamız olurlardı. İmrenirdik onlara ve daha fazla yakın olmaya çalışırdık. Parasız-yatılı okulun buz gibi çehresini, biraz olsun bu insanlar ısıtırdı. Bizlerin gencecik yüreğine de bu insanlar girerdi tüm sıcaklıklarıyla. Daha bıyığımız bile terlememişken, demokrat olmayı, insanları sevmeyi, onlar için tasalanmayı, hep onlardan öğrendik.

İyi ile kötünün, doğru ile yanlışın, sevgi ile nefretin ayrışmasını bu süreçte yaşamaya başlamıştık. Gruplaşmalar, saflaşmalar, yurt odalarına, yemekhane masalarına ve etüt sınıflarına kadar hızla girmişti. Nasıl böyle bir noktaya gelindiğini pek anlayamıyorduk; ama doğru bildiğimiz, iyi kabul ettiğimiz değerler etrafında toparlanıyorduk. Tartışıyor, eleştiriyor ve biçimleniyorduk. Zaman zaman aynı yurt odalarını paylaştığımız, aynı masada yemek yediğimiz, ilk günlerimizde evlerimize dönmek için birlikte ağladığımız kimi öğrencilerin saldırılarına maruz kalıyorduk. Önceleri şaşkındık, ne yapacağımızı bilemiyorduk. Sonra direnmeyi öğrendik. Biz direndikçe saldırılar, çatışmaya dönüştü. Ve çatışmayı öğrendik. Bu arada birden büyüdük.

Nafiz hoca, parasız-yatılı öğrencilik yıllarımda, hocamdı. Daha sonra da okulumuza müdür olmuştu. 1980 yılında, siyasi bir saldırıda can vermişti. Etütünde rahatladığımız, sorunlarımızı paylaştığımız, sevgisizlikte sevgiyi bulduğumuz bir insandı. Demokrat ve aydındı. Bizler, pek çok doğruyu ondan öğrenmiştik. Şimdi kızı duruyordu karşımda. Nevroz, bir-iki yaşlarında küçük bir çocuktu. Kimi zaman Nafiz hoca, onu alır, kaldığımız yurdun bahçesine getirir, dolaştırır, oynaşırdı. Bizler de onunla oynayıp severdik. Bazen de Nevroz bize kızar, ağlayarak babasına koşardı.
Nevroz’la karşılaşınca yüreğime bir hüzün çöktü. Ne söylemeliydim, neleri anlatmalıydım, bilmiyordum... Öylece yüzüne bakakaldım. Yaşanılan her şey anlatılamıyordu... Hem ben anlatsam da, Nevroz hangi birini dinleyebilirdi, nasıl bir tepki gösterirdi, kestiremiyordum. Annesini sordum,
“Sizlere kızgın,” dedi.

Belki haklıydı. Bizler aradan geçen yıllara rağmen onu bulamamış, yaşamını biraz olsun hafifletebilmek için hiçbir şey yapamamıştık. Bırak bir şeyler yapmayı, yalnız olmadığını bile hissettirememiştik ona. Kardeşi Devrim’i sordum,
“O da iyi, bu sene ODTÜ’yü bitirdi,” diye yanıtladı. Biraz daha konuştuktan sonra‘
”Babanı vuran da onun öğrencisiydi, biliyor musun?” diye sordum; yüzü biraz daha gerginleşti ve başını sallayarak, ”Biliyorum, bana anlatmışlardı,” dedi...
Bir akşamüstü kentin işlek bir caddesinde, köşe başında kurulmuştu pusu. Hedef bir sendikacıydı. O gün, oraya beklenen sendikacı gelmemişti ve katiller durumdan tedirgin bir süre daha beklediler. Sendikacı gelmiyordu. Hava kararmak üzereydi ki, binanın önünde Nafiz hocayı gördüler. Katillerden biri onun öğrencisiydi. “O olmazsa bu olsun,” dediler. Kısa süren bir tereddütten sonra karar verdiler. Elleri boş dönmemeliydiler... Namluları Nafiz hocaya çevirdiler. Sendikacı geç kalışıyla yaşamını yeniden yakalarken Nafiz hoca şanssızdı. Karşısında birdenbire namluları gördü. Hiçbir şey yapamadı. Kurşunlar bir anda vücuduna dolmuştu. Kanlar içinde yere yığıldı. Son bir çabayla kalkmaya çalıştı. Başını kaldırıp, gözlerini araladı. Katilini gördü... Bir kez daha yıkıldı. Bu kez yüreğinde yıkılmıştı. Elinde yeni ateşlenmiş silahı ve kinli, korkak bakışlarıyla başucunda duran, öğrencisiydi. Bir şeyler söylemeye çalıştı, ancak başaramadı. Öylece kaldı. O an neler hissetmişti, hiçbir zaman öğrenemeyecektik... Şaşırmıştır kuşkusuz, ne olursa olsun bir öğrencisinin ona kurşun sıkabileceğini hiçbir zaman düşünmemiştir...

Nevroz babasını kaybetmişti. Sonra annesi de kayboldu ortadan. Bir gece, bağırtılarla uyanıp gözlerini açtığında, odasının içinde etrafı karıştıran eli silahlı insanlar gördü. Bağırıyor, küfrediyor, evin her tarafını dağıtıyorlardı. Annesini göremedi; ağabeyine sarılıp ağlamaya başladı. Annesinin bağırtısını duydu. “Çocuklarım!” diyordu. Kısa süre sonra anneleri yanlarına geldi. Saçı başı darmadağındı. Gözleri dolmuştu ama ağlamıyordu. Onları sıkıca göğsüne bastırdı. Nevroz, annesine sımsıkı yapışmış, bırakmıyordu. Söküp aldılar onu... Ağlamasına aldırmadılar... Kısa bir süre sonra, gelenler, annesini de alıp gitmişlerdi. Büzüştüğü köşeden çıkmadan, sabaha dek ağladı. Korkuyordu... Hiç kimsesi kalmamıştı. Yapayalnızdı... Komşular, nice sonra korkularını yenip gelmişlerdi yanlarına. Sonra dedesi gelip kucaklamıştı onları... Bağırtılar ürkütmüştü onu; günlerce korkudan uyuyamadı. Artık yaşamında bir insan amcalar bir de polis amcalar vardı. İnsan amcalar, babasının ve annesinin arkadaşlarıydı. Evlerine gelir onunla oynarlardı. Ona şeker ve çikolata getirirlerdi ve onu korkutmazlardı. Polis amcalar ise eve gelir bağırır çağırır ve onu korkutarak annesini götürürlerdi.

Babasının öldürülüşünü pek anlayamadı ancak annesinin bağırtılarla götürülüşü belleğine kazınmıştı. Ağladı, hep ağladı...Dedesini gördüğünde ona sımsıkı sarıldı, yanından hiç ayrılmadı... Babası ve annesinden sonra ya dedesi de giderse, ne yapardı o zaman...Daha çocuk yaşında kaybetmeyi öğrenmişti. Akranları bebeklerini kaybederken ya da bilyelerini, o en sevdiklerini kaybetmişti.
Ankara’da annesinden ayrı aylar geçirdi. Nice sonra bir gün annesi çıkıp geldi. Nevroz sevindi. Yüreğinde yeni bir umut oluştu.

‘Annem geldiyse’ diye düşündü ‘neden babam da gelmesin.’ Bunu annesine hiç sormadı. Annesinin ‘artık gelmeyecek’ demesinden korkuyordu. Yıllarca bekledi babasını. Genç yüreğindeki ‘gelecek’ umudu günbegün çürüdü.

Annesi öğretmenlikten, ‘tehlikeli’ görüldüğü için atıldı. Dayısı içerideydi ve babası artık yoktu. Yaşlı dedesinin kıt emekli maaşıyla Ankara’da daha fazla yaşayamadılar. Köye göçmeye karar verip, gittiler... Hiç görmediği, tanımadığı köyde, yıllar geçirdi. Kırlarda oynadı, her tepenin arkasında babasını aradı. Akşamın alacakaranlığında yorgun argın eve dönerken, yüreğindeki umudu biraz daha tüketti.

Okula başladığında yeniden Ankara’daydılar ve artık babası onun için de yoktu. Kendisinden birkaç yaş daha büyük olan ağabeyi ile babasını hiç konuşmadılar. Evde büyükler konuşurken dinlediler. Evlerinde hüzün hiç eksik olmadı. O çocuk aklıyla anlamaya çalıştı olanları. Anlayamamıştı, ancak biliyordu. Babası artık hiç gelmeyecekti. Annesi hep üzgün kalacaktı, onu okşarken hep dolacaktı gözleri.
Nevroz on yaşına geldiğinde, olanların bir kısmını ancak anlayabilmişti. Babası birileri tarafından öldürülmüştü. Annesi tutuklanmış ve sonra da öğretmenlik mesleğinden atılmıştı. Dayısı hâlâ cezaevindeydi. Dedesi yaşama karşı direniyordu. Neler olduğunu anlamıştı ama nedenlerini bir türlü çözememişti. Babası neden öldürülmüştü, annesi neden işten atılmıştı, dayısı neden cezaevindeydi?..

“Şimdi,” diyor Nevroz, “üniversitedeyim. Basın-yayında okuyorum. Son senem, bu sene okulu bitireceğim.”

Önceleri Nevroz’la çok şey konuşmayı düşünüyorum... Babasını anlatayım, babasının öldürüldüğü dönemi, öldürenlerin silik, cani kimliklerini...Sonra vazgeçiyorum...

Bunların Nevroz için ne önemi vardı?

Tüm bunların acısını olanca ağırlığıyla yıllarca yaşamamış mıydı?

Üstelik artık yaşanılan süreci değerlendirebilecek bilinç ve bilgideydi. Kafasındaki neden ve niçinlere yanıt bulmuştu. Geriye yalnızca yüreğindeki, bir türlü dindiremediği sızı kalmıştı. Belki de bu sızı onu Nevroz yapmıştı.

Nevroz’dan ayrılıp, metroya biniyorum. Kafamda yılların hesaplaşması dolaşıp duruyor. Yüreğim üzgün ve öfke dolu... Aklımda hep Nevroz var. Duraklardan birinde bir grup genç biniyor. ‘Ve Özgürlük’ dergisi satıyorlar. Ellerindeki dergiyi sallayarak derginin manşetlerini bağırıyorlar:

“Yüzlerce kişinin katili çete ortaya çıkarıldı. Faili meçhul cinayetler aydınlanacak... Ve Özgürlük anlatıyor...”

Kızlı-erkekli gençlerin haykırışları metro vagonunda yankılanıyor. Benimse beynimin daha derinliklerine ulaşıyor...

Başımı çevirip gençlere bakıyorum. Sanki hepsi birer Nevroz....

Yaşama dair yarım kalmış bir hesaplaşma saklı yüreklerinde...