30 Mayıs 2010 Pazar

GÜN AYDINLIKTI!



Gün aydınlıktı.
Ancak güneş yorgundu.

Kentin üzerine uzun ve zorlu yolculuklardan sonra ancak ulaşabiliyordu. Kentlilerin ömrü, bir gün güneşin olanca ısısını tüm bedenlerinde hissedebilme beklentisiyle geçiyordu. Onlar, tam bir aydınlığı, iliklerine kadar uzanan bir sıcaklığı hiç yaşamamışlardı. Hep soluk olmuştu onların aydınlığı. Bu solukluk kentin tüm insanlarının yüreklerine kadar sızmıştı. Sokaklarda, hiçbir şeyin farkında olmayan çocukların dışında herkes mutsuzdu. Yalnızca çocuklar gülebiliyor, oynayabiliyorlardı. Günde silik bir aydınlık vardı ama genç yürekleri neşelendirmeye yetiyordu. Kentin çocukları, gelecekten habersiz, dertsiz, tasasız, aydınlık diye bildikleri günde, sokaklara dağılıp, oynaşıp duruyorlardı.


Doğa kendini özlüyordu. Karanfiller boyunlarını güneşe uzatıp kızıllaşmayı, papatyalar beyazlaşmayı özlüyordu. Özlem bir tutkuydu burada. Her geçen gün çığ gibi yayılıyor, yürekleri tıkıyordu. Yürekler özlem deniziydi sanki. Yaşam özlemdi.
Gün biraz daha kararmaya başladığında, insanlar biraz daha telaşlandılar. Gelecek kaygısı biraz daha belirginleşip, yüreklere oturmuştu.


Bilgeler, geleceği uzaktan görebilenler;

“Karanlığa gebe gün,” dediler. Kargaşada çıkmadı sesleri.
Sinsice sokuldu karanlık, dalıverdi gündüzün koynuna. Gece bastırdı birden. Her yan ansızın karanlığa çaldı.



“Söylememiş miydi ileriyi görenler!”


"Gece dolunaydı.
Eylül dolunayı.
Karanlığa gebeydi gün."


Yıldızlar birer birer parıltılarını yitirdiler. Geriye yalnızca silik bir ışıltı kaldı. Görkemli tapınaklar önce hafiften sarsıldı, sonra dökülmeye başladı. Altın kaplı kubbeler tabanlarıyla bütünleştiler. Kaçıştı yıldızcıklar, heyecan ve şaşkınlık içerisinde. Hızla boşaldı tapınaklar. Kimileri gecenin koynunda eridi, neler olduğunu anlamadan. Kimileriyse düşünmeksizin sonuçlarını, elindeki soluk ışıltıyı koruma telaşına kapıldı.


Çocuklar korkuyla kaçıştılar. Dilleri tutulmuş, gözleri bir kat daha büyümüştü. Korkuyorlardı bilinmezlikten. Henüz hiçbiri hazır değildi, ansızın saldıran karanlığa. Karanlık gecenindi. Oysa çok vardı geceye. Öyleyse nedendi bu karanlık? Boşaltılmıştı sokaklar. Sevinçli çocuk oynaşmalarının sesleri gelmiyordu artık. Gülüşmeler kesilmişti. Konuşmalar, yok olmuştu. Körpe yürekli çocuklar, gerçeği bilmeden yaşıyorlardı.


Deniz siyaha çalmıştı. Dalgalar öfkeyle karanlığa kükrüyorlardı. Homurtuları kendi varlıklarında eriyip gidiyordu. Yalnızca kıyıya çarpan dalgaların, sessizliği bozan haykırışları duyuluyordu. Öfke, acı ve hüzün dolu haykırışlar ince bir ezgi gibi sarıyordu tüm denizi. Deniz yastaydı. Karanlığa boğulmuşsa da , büyük bir çabayla derinliklerinde fosforlu parıltılarının bir kısmını gizleyebilmişti. Bir gün filizlenmeye hazır bir tohum gibi korudu gizli parıltılarını.


Ansızın çöken karanlıktan en ağır darbeyi yıldız kümeleri yedi. Görkemli parıltılarını yitirdi çoğu. Yaşam damarları kopmuş gibiydi. Kümeler karanlıkta koruyamadı, birlikteliklerini. Yollarını kaybedenler, geride hiçbir iz bırakmadan sineye çekilenler oldu. Karanlık, ısrarla çekmeye çalışıyordu onları. Haykırıyordu karanlık.



“Gelin, gelin bana; çünkü ben güçlüyüm. Yaşama egemen olan güçtür. Şimdi güç tümüyle bende. Yaşam benim... Bana gelin, yeniden yaşama kavuşun. Aydınlıksız, ışıksız, parıltısız daha ne kadar dayanabilirsiniz? Direnemezsiniz. Bendeki ışık silik, soluk da olsa sizlere yeter. Gelin, benim için parlayın.”
Kan bulaşmış salyalı haykırışlarında güçlülüğün pervasızlığı vardı. Umursamaz değildi, ama gücünün bilincindeydi.


Yıldız kümelerinden tek tek çıkışlar oldu. Sönmeye yüz tutmuş parıltılarını bir kez daha zorlayarak haykırdılar:



“Hayır! Sana satılmayacağız. Geleceğimizi senin iğrenç salyalı karanlığına bırakmayacağız.. Yaşamımız pahasına da olsa tertemiz bir miras bırakacağız, çocuklarımıza. Onlar da meydan okuyacaklar sana. Bizler gibi. Teslimiyeti tanımayacaklar. Biz güneşe hasret, aydınlığa sevdalıyız. Gözalıcı ışınlarıyla elmas gibi parlayan güneşedir bizim sevdamız. Bizlerin özlemini, senin güdümlü silik sızıntın dindirmeye yetmez. Al kıytırık ışığını başına çal. Bizde satılacak yürek yok!”


Gece öfkelendi. Kızdı. Kızdıkça karardı. Karardıkça saldırdı. Yıldız kümeleri, birkaç yıldız daha kaybetti. Gidenler coşkulu ve sevinçle kayarak değil, hızla sönerek kayboluyorlardı. Kümeler dağılıyorlardı hızla...


"Gece dolunaydı.
Hem de eylül dolunayı.
Karanlığa gebeydi gün."


Gecenin karanlığında bir adamla bir kadın, ağır ağır ilerliyorlardı. Kentin ıssız sokaklarında el yordamıyla yol bulmaya, karanlığı aşmaya çalışıyorlardı. Yorgunluktan, heyecandan, kesik kesik soluyorlardı. Besbelli kaçıyorlardı. Karanlıktan, ölümden, tutsaklıktan...




Kadın birden durdu. Adamın omzuna yaslandı. Karanlık her yandaydı, sinsi gözlerini açmış gözetliyordu onları. Her yanda örümcek gibi gözler saklıydı. Güneş gözlü, güneş yüzlü insanların peşi sıra fır dönüyordu, karanlık. Kadın nefesini topladı:


“Yoruldum artık,” dedi. “Kurtulamayacağız!.. Bir labirentteyiz sanki. Kaçmaya, kurtulmaya çalıştıkça bir yenisi bizi içine çekiyor. Kurtuluşumuz yok. Boşuna debeleniyoruz. Nereye kadar sürecek bu...”


Kadının sönük gözleri dökülüyordu. Güzelliği karanlığın içinde solmuştu. Bembeyaz teni sararmıştı. Uykusuzluk... Günlerdir süren uykusuzluk. Katlanılacak gibi değildi.
Adam üzgün gözleriyle kadına baktı. Ufacık bir parıltı arıyordu sanki.



“Dayan aydınlık gözlüm, ötesi yok başarmalıyız. Karanlığa teslim olup, karamsarlığı salmayalım, yüreğimize. Dayan, az kaldı. Ulaşacağız güneşe. Çocuklarımız güneşe hasret doğmayacaklar. Tanımayacaklar karanlığı. Bizler bugün direnmeliyiz. Sabırla, inatla. Biz kazanmak zorundayız. Kazanmalıyız.”


Kadının karanlıktan, uykusuzluktan dağılan gözleri aralandı. Hafiften bir parıltı yansıdı, yüreğinin derinliklerinden gelen; sevginin, geride kalan son parıltılarıydı sanki. Adamın boynuna sarılıp ağladı, hıçkırarak. Şişmiş gözlerini yaşlar araladı, bu kez, iki gözü iki ırmak gibi aktı. Adam ağlamaya bıraktı kadını. Boşalsın rahatlasın istiyordu. Rahatlasın ki; karamsarlığın iğrenç batağından kurtulsun. Az sonra kadının ağlaması dindi. Adam bir mendille gözlerini sildi. Kadının gözleri gülümsüyordu şimdi. Karamsarlık yüreğinden uzaklaşmıştı. Adam hayran hayran kadına baktı. Mutluydu. Bedeni titredi. Kadını, kendisiyle birlikte direnecekti; söküp atmıştı karanlığın izlerini kafasından.


Adam sevdalıydı güneşe. Doğduğundan bu yana tanımamıştı aydınlığı. Aydınlık diye bildiği silik, soluk bir sızıntıydı. Güneşin altın gibi sapsarı parıltılı ışığını hiç mi hiç görmemişti. Isısını bedeninde hissetmemişti. Bir sır gibi kapatmıştı karanlık, güneşin önünü. Adamın aydınlık diye tanıdığı bundan arta kalanlardı sadece. Sürekli soluk, silik ve kesik kesik. Şimdi o da yoktu artık.
Bir de, güneş gözlü kadına sevdalıydı adam. Kadının güneş gibi parlayan gözleri çekmişti onu. Yaşamı görmüştü, kadının parlak, sıcak gözlerinde. Gelecek gizlenmişti gözbebeklerinde.


Yürümeye koyuldular tekrar, koşar gibi. Karanlık rüzgârlar saçlarını savurdu. Sokakları, caddeleri aştılar. Karanlığın askerlerini gördüler köşe başlarında. Gizlice teğet geçtiler. Kış aylarının dondurucu soğuğunda ırmakları yüzerek geçtiler, karla kaplı dağların doruklarını aştılar. Denizleri dalgaların üzerinde geçtiler. Boğuştular karanlıkla yılmadan, yorulmadan. Aydınlığı, güneşi kucaklamaya çalıştılar. Güneş gözlü insanlarla, karanlığın lanetli kıskacını kırmayı denediler. Güneşin sevdasıyla acılara göğüs gerdiler.


Kadın silik bir aydınlıkta yoruldu yine. Derman kalmadı yüreğinde. Adımları saplanıp kaldı. Adam yüreğini bırakır gibi bıraktı kadını. Parçalandı yüreği. Kadınsız yürüdü, durmadan. Aydınlık, karşı konmaz bir tutkuydu. Dağları, denizleri aştı, karanlığın adamlarını atlattı, ölümü pek çok kez selamladı; yüreğinde yıllarca kadınının acısını taşıyarak. Kapanmamış bir yaraydı sanki, içten içe, inceden inceye kanıyordu. Tuz bastı adam, yüreğindeki yaraya. Dindiremiyordu akan kanı. Sarı saplı bir hançer buldu sonunda. Ateş yakıp bir köşede ısıtıp hançeri, yüreğine bastı. Yara dağlandı, adam acıyla gerildi, inledi... Gözlerinden kan kırmızı yaşlar boşandı. Kadın bir çığlık attı, ta uzaklardan. Sanki hançerin ateşi onun da yüreğine uzanmıştı. Ağladı, soluk ışığın koynunda.


Adam, çok geçmeden karanlığın tuzağına düştü. Çırpındı kurtulmak için. Olmadı. Karanlığın karabeyinli kırbaççıları çarmıha gerdiler onu. Kırbaçladılar, kırbaçladılar. Adam, güneşe sevdalı yüreğiyle dayandı. Direndi, karabeyinlilerin beyni daha da karardı, karardıkça saldırdılar. Adamın gözlerindeki parıltı sönmedi. Karabeyinli kırbaççılar ilk kez aydınlığı gördüler, adamın gözlerinde. Korku ve şaşkınlıkla irkildiler. Kanlı ellerini silip adamı çarmıhtan indirdiler. Telaş içerisinde sürükleyerek, demirli betonlarla çevrili karanlığa attılar.


Adam karanlık demirler arasında, yıllarca kaldı. Güneşe sevdalı diğer insanlarla kenetlendi. Güneşe birlikte göğüs döndüler. Tırnaklarıyla aydınlığa ulaşmaya çalıştılar. Yan yana gelip, gözlerindeki pırıltının aydınlığında sevda kitapları okudular, türküler söylediler. Ateşin kızıllığında karanfiller yetiştirdiler. Sevda bahçesi denildi, üç-beş karanfilin bulunduğu bu yere. Her gün biri, gözyaşlarıyla suladı. Bir adam nöbet tuttu sürekli başında. Bir gün karanlığın sinsi gözleri yakaladı onları. Tahammülleri yoktu, üç-beş çiçeğe. Çiçek aydınlık demekti, gelecek demekti; aydınlık ve gelecekse, düşmanıydı karanlığın. Saldırdı, sevda bahçesine; çiçekleri koparıp, parçalamak, tozanlarına ayırmaktı istemi. Adamlar vermediler, direndiler. Etten bir duvar ördüler. Karanlığın askerleri tekrar saldırdı. Tekrar. Tekrar... Ulaşamadı bahçeye. Onurluca direndi adamlar. Kanları çiçeklere sıçradı. Çiçekler daha bir gür geliştiler.
Sevda bahçesinden bir karanfil, göz kırptı adama, var olmanın doyumsuz sevinciydi gözlerindeki. Adam sıcacık gülümsedi.



“Onurumuzsun sen bizim, koruyacağız seni hep,” dedi.



Karanfil neşeyle kızıllaştıkça kızıllaştı. Sevdalı yüreklerde gelişip, serpildi. Kökü zemini kavramıştı.


Adam yalnızlık çekti yıllarca. Hüznü, buruk bir şarap tadıyla yudumladı. Ateş- böceklerinin akşam serenatlarını dinledi. Yüreğindeki acısı hiç dinmedi, kanamayacaktı yarası, bu kesindi! Dağlamıştı. Kabuk bağlayıp kapanmıştı yara ama, gecenin karanlığında hiçbir zaman tam olarak iyileşemeyecekti. Acı çekiyordu, içten içe.

"Gece dolunaydı.
Hem de eylül dolunayı.
Karanlığa gebeydi gün."



Yıldızların her biri ayrı bir köşeye sığınmıştı. Parıltılarını hepten yok edememişti, karanlık. Bu nedenle sevindiler. Sonra karanlıkla baş başa bıraktıklarını düşünüp, üzüldüler. Köşelere sinmekle bencilce mi davranmışlardı? Ama "kendilerini korumadan, başkalarını nasıl koruyabilirlerdi?" “Başkalarını koruyabilmenin esprisi önce kendini korumak değil miydi?" diye aklamaya çalıştılar kendilerini. "Belki," diye düşündü, içlerinde birisi: “Hep birlikte karşı koysaydık karanlığın saldırısına, biriken parıltılarımızı kullanarak, yenebilirdik. Hiç değilse bir gelenek yaratma çabamız olurdu.” Ama artık çok geçti. Yıldız kümeleri dağılmışlardı birer birer. Kimileri çok uzaklara sürüklenmiş, kimileri de, önceden belirgin silik soluk sızıntıyı seçmişti. Bazıları ise yolunu kaybetmiş gibi amaçsız, hedefsiz evrende dolaşıp duruyordu. Çok zordu artık bir karşı koyuş; ama imkânsız değildi. Pek çok yıldız parıltısından yoksundu şimdi. Parıltılarıydı onları yaşamda etkin ve dinamik kılan. Gururla taşıdıkları parıltılarıydı, kümeleri kenetleyip birbirine bağlayan. Yeni yeni yıldızlar kazanıp, güçlenirlerdi hep. Çok kazanmanın tek yöntemi, daha göz alıcı parlamaktı.


Karanlığın ihanet teklifini reddeden yıldız kümeleri, yan yana gelip uzun uzun tartıştılar:



"Ne yapmalı da güneşe ulaşabilmeli?"



Yorgun düşene dek tartıştılar, sonunda karara vardılar. Her küme önce kendisini toplayıp, sağlamlaştırmalı ve dağılmışlık kıskacı kırılmalıydı. Sonra kümeler yan yana gelip, hep birlikte tüm parıltılarını son sınırına kadar kullanarak, gecenin göğsünde dev bir delik açıp, delikten sızan güneş ışınlarıyla daha bir güçlenerek son darbeyi indireceklerdi. Böylece tarihlerinden sileceklerdi karanlığı.


Kümeler coşkuyla çalışmaya koyuldular. Tüm enerjilerini ortaya koydular. Toparlanmak sanıldığı gibi kolay olmuyordu. Dağılan yıldızları yeniden kazanmak, onların yeniden kendilerine güvenmelerini sağlamak oldukça zordu. Pek çoğu kendine güvenini yitirmişti, bilinçsizce sonu belirsiz bir boşlukta sürüklenip duruyorlardı. Bu belirsizlik ve sindirilmişlik kanıksanmıştı bir anlamda. Öncelikle "hiçbir şey yapılamazlığı” kırmak gerekiyordu. Geniş bir propaganda ve ajitasyona geçildi. Yazılıp çizildi. Tarihin parlak sayfalarından örnekler verildi. "Başka dünyalar da bizim gibi aynı saldırıyla karşılaştılar, ama bakın onlar kurtulmayı nasıl başarmışlar?" denildi. Birlik çağrıları kulaktan kulağa yayıldı.



"Daha erken, zamansız," diyenler oldu. "Erken kalkıp, erken oturmaktansa, zamanında kalkıp, hiç oturmamak gerek," diye teslimiyeti ve karamsarlığı kılıfladılar. Bazıları yönteme karşı çıkıyordu. "Önce silik aydınlıktan faydalanmak gerek," diyorlardı. Silikliğin içinde eriyip gitmeye hazır gibiydiler. Sadece tepki duyanlar, bunun dışında hiçbir şey yapmayan, yapma üretkenliği gösteremeyenler de vardı.


Parlak yıldız zemini balçıkla kaplanmıştı. Sanki zafere duyulan inancın ısısıyla çatlatılmalıydı balçık. Karanlığın etkin ideolojisi kırılmalıydı. Sindirilmişlik psikozu sökülüp atılmalıydı, yüreklerden. Gelecek ellerindeydi. Ellerini kullanmayı öğrenmeliydiler... Güneşe, aydınlığa, yaşamın erişilmez güzelliklerine ulaşabilme kavgasıydı verilen. Her yıldız, bu haklı ve onurlu kavganın birer neferi olmalıydı. Karanlığın tutsaklığı kabul edilmeliydi. Özgürlüğün aydınlık bir gelecek olduğu kafalara yazılmalıydı. Her gece, gündüze gebeydi. Gündüz ise aydınlıktı. Bu yadsınamaz bir gerçeklikti, onurlu mücadeleyi haklı kılan.



"Silik aydınlık da" memnun değildi karanlıktan. Onun için dünya loş olmalıydı. Tam aydınlık da, zifiri karanlık da zararlıydı. Tam aydınlık zararlıydı,
çünkü güneşe sahiplenen yıldızlar, kendi dışında kalanlara hükmederlerdi, bir karmaşa yaşanırdı o zaman. Ve karmaşa bitirirdi onları. Hem böylesi sürekli bir aydınlık, kendi varlıklarına da yönelikti. Aydınlık için intihara hiç niyeti yoktu. Siliklik yapısal özellikleriydi onların.



"Hayır, hayır! Tam bir aydınlığa müsaade etmemek gerek..."


Tam karanlık da çıkarlarına ters düşüyordu. Sürekli karanlık bir evren, aydınlığa olan özlemi artıracaktı kuşkusuz. İçten içe tutkusal bir özlemle gelişip, güçlenecek olan aydınlık özlemi, bir gün volkan gibi tepelerine patlayacaktı. Hiç belli olmazdı, aydınlık düşüyle beslenen yüreklerin neler yapabileceği....


"Denge ‘loş'ta sağlanmalıydı. Ne tam aydınlık, ne tam karanlık..."


Hatta karanlık evrenin bir köşesinde biraz daha aydınlık sağlanabilirdi. Hiçbir zararı dokunmazdı bunun ama, bu aydınlık hiçbir zaman, yıldızların ve tüm parıltıya muhtaçların ışıl ışıl kabarmalarına izin vermeyecek bir biçimde ve denetimli olmalıydı. Yani ipler hep bir elde tutulmalıydı.


Temsilciler oluşturup, geceye ulaştılar. "Kendi iyiliğiniz için de böyle olmalı," dediler.

“Evet,” dedi gece, karanlık ve boğucu sesiyle;

“Evet, ama daha erken.”

Eğer böyle bir şey yapılacaksa kendi yapmalıydı. Başkalarının zorlamasıyla değil, kendi istemiyle olmalıydı. Zamanını, biçimini kendi belirlemeliydi. Zamansız bir yönelimle kendini yıpratmaktan korkuyordu.


Yıldızlar, ortak hedef doğrultusunda denizle anlaştılar. Mademki düşman ortaktı, ortak düşmana karşı birlikte mücadele etmeliydiler. Güneşe birlikte ulaşıp, zaferi birlikte selamlamalıydılar: Aydınlık farklı noktalardan yakalansa bile. Anlaştılar, mücadeleye birlikte hazırlanıp, ortak harekete geçip, birlikte ulaşacaklardı özgürlüğe. Birlikte savaşacaklardı.


Deniz, kaynağı kurutulmuş fosforlarını toplamaya koyuldu. Suyunun her damlasındaki pırıltıyı, en küçük parçasına varana kadar toplamaya ve büyük güne hazırlanmaya başladı. Karanlığın saldırılarıyla yıllarca acı çekmişti. Kendini var kılmakta zorlanmıştı. Varlığına yönelmişti karanlık. Engin maviliğinden eser kalmamıştı. Uçsuz bucaksız bir karanlığın yansısı olmuş gibiydi. Kendi içindeki canlılar tek tek ölüyordu, güneşsizlikten. Dondurucu soğuk öldürüyordu onları. Güneş yaşamsal bir vazgeçilmezlikti. Sonuçta tüm üretken niteliğini yitirip, kocaman çirkin bir buz parçası olmak istemiyor. Karanlıktan kurtulup güneşe kavuşmalı.






Yunuslar, balinalar, balıklar, kaplumbağalar ve denizde yaşayan tüm canlılar, fosfor topladılar sürekli. Diplerde yakaladıkları en ufacık parıltıyı, koparıp çıkarttılar; incileri, mercanları topladılar. Dondurucu soğukta durmadan, yılmadan çalıştılar. Biliyorlardı zor da olsa bu uğraş zaferiydi onların. Yaşamdı, gelecekti. Dev bir fosfor yığını oluşturdular sonunda. Dalgalar üzerini kapatıp, gizledi onları. Karanlığa yakalatmamalıydılar. Yakalayacak olursa, hem bunca çaba boşa gidecekti, hem de öfkelenip daha azgın saldıracaktı karanlık.
Böyle bir saldırı çok şeyi birden götürürdü. Dev dalgalarıyla deniz, gizledi geleceğini. Tüm balıklar, balinalar nöbet tuttu başında. Korudular yaşamları pahasına yaşamlarını.



Yıldızlar adama haber saldı. Adam diğer adamlara müjdeyi verdi. Bir sevinç yükseldi karanlığın zindanında. Bir yığın inançlı, coşkulu yürek, özlem dolu titreşimler yaydı. Okumak için ayırdıkları son parıltıyı, büyük güne sakladılar. Karanfilleri yaşatmak için gizliden yaktıkları ateşi söndürdüler. En küçük bir parıltı bile lazımdı onlara. Çiçeklerini sulamak için bile gözyaşlarını dökmediler, göz aralarından sızacak parıltıyı korumak için.


Adamın yüreğindeki acı dindi. Böylesi bir günde yüreğinde acı taşımayı ihanet saydı. Neşe,umut ve öfke olmalıydı,yalnızca. Şimdi sevdayı, özlemi, geleceği kucaklamaya hazırlanıyordu. Bu müthiş bir sevinçti. Acıyı koparıp yüreğinden, sevinç ve öfkeyi koydu yerine. Yapamadı... "Belki de," diye düşündü.


"Güneşe kavuşursam, ona da kavuşabilirim. Karanlık ve karanlığın bitirici karamsarlığı değil miydi bizi ayıran..."
Yılları, ayrı geçen yılları hiç hesaba katmadan. Hâlâ onurlu muydu bilmeden...


Yıldızların soluksuz çalışması kısa sürede sonuçlarını vermeye başlamıştı. Dağılan yıldız kümeleri tekrardan hızlıca toparlanıp, geliştiler, güçlendiler. Her gün biraz daha sıkı kenetlendiler. Karanlığın sağanağından kaçıp, soluk aydınlığın koynuna sığınanların büyük bir bölümü, yeniden dönmüştü. Başları eğikti. Utanıyorlardı besbelli. Ama yine de çalışıyorlardı. Hem de diğerlerinden daha fazla. Kendilerini yeniden kazanmaya çabalıyorlardı. Kümelere katılımlar artınca, bir güven geldi yıldızlara. Parıltılarla gizliden gizliye gülümsemeye başladılar. Artık her şey hazırdı.



Gelip çatmıştı büyük gün. Tüm yüreklerden heyecan dalgası yayılıyordu. Zafer yakındı artık. Uğruna yok olmayı göze alabilecek kadar delice sevdalıydı herkes.
Yıldızlar son bir kez yokladılar kendilerini. Deniz fosfor yığınlarını kontrol etti, dikkatlice. Adamlar gözlerinin parlaklığını ölçtüler. Ve yıldızın öfke dolu haykırışı evrende yayıldı:

"Haydi arkadaşlar, zamanı geldi. Salın tüm parıltılarınızı karanlığın koynuna. Tek bir noktaya yöneltin. Bizi izleyin..."
Yıldızlar, tüm parıltılarını tek bir noktada kesiştirdiler. Adamlar aynı noktaya baktılar, öfkeyle. Deniz fosforlarını gizleyen dalgalarını aralayarak aynı noktaya yöneltti tüm parıltısını...


Bir aydınlık patladı gecenin koynunda. Gece neye uğradığını anlayamadı. Ürküntüyle yalpaladı. Gece şaşkın. Gece tedirgin. Gece sersemce irkildi. Açılan gediklerden güneş ışınları sızmaya başladı. Işınlar sızdıkça gedik dev bir parıltıya dönüştü. Güzel günlerin parlaklığı sardı her yanı.


Gece eridi. Çözüldü. Dağıldı. Öfke dolu bir çığlık yükseldi gökyüzüne. Aldı gecenin çığlığını gökyüzü. Asıldı kollarıyla boynuna, olanca gücüyle sıktı, sıktı... Gece çırpına çırpına boğuldu. Kayboldu sonsuzluğun girdabında.
Muhteşem bir parıltı sardı her yanı. Yıldızlar, el sallayarak güneşe, sevinçle dans ettiler. Kucaklaşıp şarap içtiler. Sımsıkı sarmaladılar birbirlerini. Hasret; özlem, umut parıltılarında cisimleşti.


Deniz coşkuyla selamladı güneşi, yıldızları. Balıklarda raksa başladı. Kocaman dalgalar oynaşmaya koyuldular. Bir sıcaklık yayıldı her yana. Yakamozlar coşkulu gösteriler düzenlediler.
Adamların tutsak edildiği zindanın karanlık demirleri, aydınlığa dayanamadı. Eriyip yok oldu. Adamlar özgürlüğü kucakladılar. Yavukluya sarılır gibi sarıldılar güneşe. Gözleriyle gülümsediler yıldızlara, denize. Dostluğun sıcaklığı, yüreklerin çırpıntısıyla kaynaştı.


Çiçekler toprağı aralayıp boy verdiler güneşe doğru. Çocuklar sevinçle sokaklara fırladılar. Sek sek oynadılar gülümseyerek. Adamlar çocuklarını kucakladılar. Gözlerinden, gözlerinden öptüler hasretle. Onurla öptüler kadınlarını. Karanlığın karamsarlığını lanetle silip attılar, yaşamlarından. Ayrılığın, kaybolan canların sızısı kaldı yüreklerinde. Anısına kadeh kaldırdılar düşenlerin. Sızılı yürekleriyle, öfke içinde haykırdılar:


"Unutmayacağız sizleri. Güneşe sizlerin adını koyacağız. Güneş gibi aydınlatacaksınız bizleri..."

"Gece dolunaydı.
Hem de eylül dolunayı.
Gün gebeydi karanlığa."

Ö.ÖDEMİŞ/1986

15 Mayıs 2010 Cumartesi

KAHROLSUN YARIN, YAŞASIN AN!

Yarın…
Bu günde olmayanı aradığımız gün, günler…
Yakalayamadığımız, ulaşamadığımız, anda bulamadığımız, her şeyi bıraktığımız yarın…
Ertelediğimiz, bu günde yaşayamadığımız, es geçtiğimiz, zaman var diyerek özensiz davrandığımız her şeyi üzerine yıktığımız yarın.. Bu günde var etmeye çalışıp zamansız tükettiğimiz yarın.

Aslında geçmiş, geçmiştir ve yoktur. Gelecek henüz gelmemiştir ve gerçekte yoktur. Var olan ve gerçek olan tek şey “an”dır. Bizde pervasızca tek gerçek olan şeyi, ‘anı’ ertelediğimiz yaşamla, yarın adına harcıyoruz. Anı tükettikçe aslında yarını da bu günden tüketmiş olmuyor muyuz? An’ı yakalayamadan yarını yakalayabilmek ve ertelediğimiz yaşamı yarında yaşayabilmek olanaklımıdır? An’ı katlederek, yarına sahip mi çıkmış oluyoruz?

Sürekli yarını kurgulayarak, bu günü kaçırıyoruz aslında. Yarın hayaldir, güzel bir hayal. Umutlarımızı yatırdığımız, beklentilerimizi yeşerttiğimiz, bir daha gelmeyecek bu günü yaşattığımız insanı mutlu eden bir düş. Her hayal gibi güzel üzerine kurgulu. Olanca hoyratlığımızla hırpaladığımız an’ı mahkum ettiğimiz yarın…

An, acıdır. Yarın ise güzelin saklandığı yerdir. Yarın an’laşınca aynı güzellikte mi kalacak, bunu bilmiyoruz. Beklide bilmediğimiz için yarına umut yatırıyoruz. Yarın belki an’dan daha acı verici olacaktır. Belki yarında da hep an’ları arayacağız…

Bu günden kurtulabilmek için yarına sığınıyoruz, rüyalarımıza sığınır gibi. Egemen olamadığımız bu günü reddederek, tamamıyla bizim kurgumuzda olan yarını sahipleniyoruz. Yarın tamamen bizimdir. Biz yarınları istediğimiz gibi, sınırsızca düşleyebiliriz. Bu gün sizin, yarın benim…

Kahrolsun YARIN, yaşasın AN…

Anları öldürüyoruz.
Yaşam yutuyor bizi…
Nefret kazıyoruz sokaklardan..
Ölümü yokluyoruz, soluk aralarımızda…
Hep bir sevinç kıpırtısı arıyor yüreğimiz.
Bir yarın kalıyor elimizde, birde belkiler..
Seni düşleyerek, seni kaçırıyorum. Umudu düşleyerek, yaşamı kaçırıyorum. Yarın diyerek, tenimden sıcaklığını kaçırıyorum.Ben diyerek sevgiyi kaçırıyorum…
Kendimi unutuyorum. Düşlerime sakladığım kokunu, yarına bırakmadan, an da soluyorum. Gözlerim yeniden parlıyor. Yüreğim kıpır,kıpır. Artık bir sen varsın, birde seninle geçen anlar.

Yarını bu günden tükettim. Umudu hırpalayıp, bir tarafa attım. Özlemlerimi yanıma alıp, fırladım sokağa. Çıldırasıya bağırıyorum;

Kahrolsun YARIN, Yaşasın AN!


14 Mayıs 2010 Cuma

MERHABA DEDİM,KENDİME.

Çokça zamandır kendime merhaba diyemedim. Selam verip, iç dönmedim. Kendime yönelip, ben ile uğraşmadım…. Canım çok yandığı için olmalı, uzun süreden sonra ilk kez kendime merhaba dedim…

Kendimle hep uğraştım. Yaşamın iniş çıkışlarında hep kendimi sorguladım. Acı çektiğim anlar, canımın çok yandığı anlar, kendimden intikam alır gibi, hırpalıyorum kendimi. Özellikle son iki yıldır, yapıp etmelerimle, ilişkilerimle, tarzımla ve özensizliğimle çok yetersiz kaldığımı düşünüyorum. Yeterince ben olamadım. Veya ben olma noktasında yeterince özenli davranmadım. Bir boş vermişlik, bir umursamazlık, bu kabulleniş genel olarak belirgin oldu.
Her şeyi düşünüyor olma noktasında kendimle övünen ben, son yıllarda düşüncesizce, üzerine kafa yormadan pek çok şey yapmışım. Bu konuda kendime fazladan güvenmişim. Ve yanılmışım… Yanlış ilişkiler kurup, yanlış insanları yaşamıma sokmuşum. Yanlış insanlara sırt dönmüşüm, güvenmişim. Yanlış insanlarla yanlış yaparak, pek çok insanı üzmüşüm. Bunu fark ettiğimde pek çok yanlışın içindeydim.

İnsan…
İnsanı hep gözettiğimi düşünürken, özensizliğimle kimi insanları çok çok üzdüğümü, kırdığımı görüyorum.Ama kesinlikle böyle bir şey yapayım diye yapmadım. Üzeceğimi bilseydim kesinlikle pek çok şeyi yapmazdım… Düşünemedim. Bu anlamda yetersiz kaldım…

Güven, benim yaşamımda hep önemli olmuştur. İnsanı yaşama bağlayan şeyin, güvendiği insanlar olduğunu, dostları olduğuna hep inanmışımdır. Yakınımdaki insanlara hep inanmış ve güvenmişimdir. Ama bir güven yıkıldı mıydı; kolayca toparlayamıyorum kendimi… Savaşın orta yerinde, düşmanla göğüs göğüse çarpışırken, arkadan hançerlenmiş gibi hissediyorum kendimi. Gardım düşüyor, kendime güvenim yıkılıyor. Bir anlamda her şey anlamsız geliyor. İçime kapanıp, kendime küsüyorum. Hayalet gibi günlük yaşamı atlatırken, değer verdiğim her şeyden kopuyorum.

Neden bunu yapar ki insanlar, neden dik durmazlar, neden net olmazlar, neden her taraflarını oynatırlar, neden kompleksli olurlar ki. Bir insanı yıkmak, insanı nasıl mutlu eder ki. Hiç anlam veremiyorum. Yetersiz insan refleksi diyorum, ama kavram yetersiz kalıyor.

Boğuşuyorum. Önce kendimle, sonra doğru bildiklerimle. Her şey yanlışa varıyor. Sevmeyi bilmiyorum, belki ondandır. Kendimizden başlayarak, insanı sevmediğimi düşünüyorum. Sevdiğimizi sandıklarımıza da acı çektiriyoruz. Sevgiyi katlediyoruz. Yaralarımız kanamıyor artık. Acı heybetini kaybediyor. Yüreğimiz yüreksizleşiyor. Ve biz, biz olmaktan çıkıyoruz.

Yaşama altın vuruş yapmak istiyorum… Nasıl yaparım bilmiyorum ama bunu kesinlikle yapmalıyım. Tüm becerimi ve bilgimi kullanıp, yaşamın altın vuruşunu bulmalıyım. Ve alt etmeliyim yaşamı…

Yaşamıma bir biçimde bulaşmış her insandan, kendimden uzaklaştığım için, özür dilemem gerektiğini düşünüyorum. Kendim bildikleri için bana bulaşanlardan başlayarak. Neyi değiştirir bilmiyorum ama denemem gerek…

Ve kendime söz vermeliyim, kendim olacağıma…. Özen gösterip, insanı gözeteceğime. Hiç kimse özen göstermez ise göstermesin, kimse insanı gözetmez ise gözetmesin, ben gözeteceğim. Çevremde ki insanları gözettiğim ve özen gösterdiğim anlamda ben, ben olacağım…
Ben, yeni baştan ben olmakta, kararlıyım…

11 Mayıs 2010 Salı

BİZLEŞECEĞİZ....

Bir türküye başlar gibi…
Koşarken yavaşlar gibi,
Düşen arkadaşlar gibi…
Sessiz sitemsiz…

Bensiz sensiz..
Kimliksiz onursuz..
Yaşamsız..
Değersiz..

Adam gibi olmak zor bir şey..
Bedelli ve ağır..
Kaldırmak zor..
Zorlanıyorum…

Dik durmak, adam gibi durmak…
Yıkılmadan,
Güneşe meydan okur gibi,
Rüzgara göğüs döner gibi…
Ölümü yok sayar gibi..
Sen gibi,
Ben gibi.
Yaşam gibi..
Adam gibi..

Ben, ben gibi olacağım.
Sende ben gibi olduğunda,
Bende sen gibi olacağım..
Yaşamı sahiplenip, dirsek döneceğim..

Bizleşeceğiz….