11 Haziran 2011 Cumartesi

BEN TABLACIYIM




“Ben tablacıyım.”

Tam üç yıl hemen her gün, gördüğü herkese bunu söyledi. Duruşmalar başladığında çıkarıldığı her mahkemede, yine durmadan “ben tablacıyım” dedi ve hep aynı yanıtı aldı.

“Otur yerine.”

Çaresiz hep oturdu. İkinci cümleyi asla edemedi. Konuşmasına hiç fırsat verilmedi. Günlerce hazırlanıp;“bu kez kesinlikle susmamalıyım” diye kendi kendine kararlar verdi. Üzerine çalıştı ve heyecanla mahkeme gününü bekledi. Bir anlatabilseydi Tablacı olduğunu, bitiverecekti tutsaklığı. Yıllarca süren eziyet son bulacak ve çocuklarına kavuşacaktı. Çocuklarını düşündü. Gözleri doldu. Çok özlemişti onları.

Bir gün ansızın çıkıvermişti yaşamlarında. Aylarca hiçbir haber alamamış, nice sonra burada olduğunun haberini iletebilmişti. Buradayım demişti demesine ama nedenini bir türlü anlatamamıştı. Arabaya atıldığında bıraktığı tablası kentin orta yerinde sahipsizce bütün gün kalmış, gün karardığında talan edilmişti.

Artık neredeyse kendisi bile inanamaz olmuştu, tablacı olduğuna. Evet tablacıydı. Her sabah hale gider mevsimine göre sebze ve meyveler alır ve özenle onları arabasına düzer sonrada kentin sokaklarında sabırla satmaya çalışırdı. Bazen işler çok iyi gider öğlene kalmaz tüm mallarını satar boşalmış, boşaldıkça da hafiflemiş arabasını ağır ağır iterek evin yolunu neşe içinde tutardı. Daha evinin sokağına girer girmez çocukları onu karşılar, sevgiyle kucaklarlardı. Çocukları bilirlerdi ki babaları eve erken geldiğinde, işleri iyi gitmiş tüm mallarını kısa zamanda satarak para kazanmıştır. Onlara şeker ve çikolata almıştır.

O gün sabah kaygılı çıkmıştı evden. Kentin kasvetli havası, daha sokağa adım atar atmaz yüreğine çökmüştü. Tablasını sürerken bu gün neler alması gerektiğini kafasında tartıyor, nelerin iyi gideceğini düşünmeye çalışıyordu. Dün işleri iyi gitmemişti. Bütün gün sokak sokak dolaşmış ancak yinede arabasında ki malları tüketememişti. Bu gün öncelikle onları satmaya çalışmalıydı. Bir gün daha bekletilirse artık satılmazdı.

Her şey ateş pahası oldu diye geçirdi içinden. Artık hiçbir şey eskisi kadar rahat satılamıyordu. Kimi günler bütün gün dolaşmaktan ayaklarına kara sular iniyor ama yinede doğru düzgün hiçbir şey satamıyor, başı öne eğik, dönüyordu evine.

Böylesi günlerde köyünü özler, şehre gelmekte iyi edip etmediğini düşünür dururdu. Köyde de yoksuldu ama çocuklarının aç kalma diye bir derdi yoktu. Küçücük tarlasında bir şeyler ekip, yaşamını sürdürüyordu. Ama günün birinde girivermişti aklına şehre gitmek, orada çok para kazanıp, daha rahat yaşayabilirdi. Çocuklarını okutup, onların önemli insanlar olmasını sağlayabilirdi.

Üç yıldır sürekli koşturuyor ama bir türlü doğru düzgün para kazanamıyordu. Ev kirası çocukların okul ihtiyaçları, yeme içme derken hiç para kalmıyordu elinden. Her gün yeni bir umut doldurup tablasına çıkıyordu kentin sokaklarına.

Genç ve hırslıydı. Bir fabrikaya kapağı attı mıydı, rahatlardı. Maaşa kavuşurdu. Çok çalışıp, fabrikanın gözüne girdi miydi, artık onu kimse tutamazdı. Askerler fabrikaları kapatmazlardı ya. Fabrika onlara da lazımdı. Onlar anarşit işçilere karşıydılar. Onları nereye saklanırlarsa saklansınlar, bulup çıkarıyor, işten atıp, cezaevine koyuyordu.

Düne kadar oturduğu mahallenin her tarafında onlardan vardı ama askerler geldikten sonra birden kaybolmuşlardı. Komşusunun bile anarşit olduğunu evleri basıldığında öğrenmiş ve çok şaşırmıştı. Bunlar çok iyi saklanıyorlar diye düşünüp, askerin gözünden hiçbir şeyin kaçmayacağına olan inancı bir kat daha artmıştı. Eskiden akşamları, mahallenin altından gelen silah sesleri kesilmiş, sokakta dolaşan askerler hiç kimseye göz açtırmaz olmuştu. Gruplar halinde dolaşan, her işe karışan gençler sanki bir gecede kaybolmuşlardı. Kimileri, hepsini toplayıp kışlaya götürdüklerini söyleseler de o, kaçtıklarını düşünüyordu. Birkaç kez sabah erken hale gitmek için çıktığında askerlerle karşılaşmış, “sokağa çıkma yasağı var kardeşim” demiş ve onu azarlamışlardı. Dikkatli davranıyordu artık, zamanın da sokağa çıkıp, zamanında evine dönüyordu.

Tüm bunları düşünerek hale vardı. Gün yeni ışımaya başlamıştı. Herkes telaşla bir yerlere koşturuyordu. Özenle seçtiği meyveleri, silerek düzenli bir şekilde tablasına yerleştirdi. Önlüğünü taktı ve ağırlaşan tablasını kent merkezine doğru sürdü. Gün artık tamamen aydınlanmış, telaşlı ve gergin insanlar sokağa çıkmış, acelece bir yerlere yetişmeye çalışıyordu. Üçlü beşli gruplar halinde eli silahlı askerler sokaklarda adımlıyor, gelip geçenlerin yüklerine dikkatlice bakıyorlardı. Kimi caddelerin köşe başında arama noktaları oluşturup, kimlik kontrolü yapıyorlardı.

Hiç ilgilenmedi. Aradan sıyrılıp, işlek bir caddenin ara sokağına girmeye yöneldi. İyi iş yaptığı bir sokaktı. Kentin bürokratlarının ve iyi gelire sahip insanlarının oturduğu bir sokaktı. Son dönemece geldiğinde kırmızı ışık yanmış, trafik durmuştu. Kaldırımın köşesine çekip tablasını, trafiğin açılmasını beklemeye koyuldu.

Birden bir hareketlenme oldu. Beyaz bir minibüsten bir genç inerek kalabalığın arasına doğru hızlıca koşup gözden kayboldu. Arkasında birkaç kişi daha inip peşinden bağırarak koşmaya başladılar. Gencin peşine düşenlerin, ellerindeki silahları ateşleyip, “dur, kaçma” diye bağırdıklarını duydu. Genç tazı gibi, birden gözden kaybolmuştu. Gencin peşine düşenler bir süre sonra nefes nefese geri döndüler. Küfredip duruyorlardı. Birbirleriyle tartıştılar, bağrıştılar. Ne yapacaklarını bilmiyor gibiydiler. Bir süre daha kararsızca tartışıp durdular. İçlerinden birisi sürekli bağırıyor, diğerleri başları öne eğik onu dinliyorlardı. Buradan hemen gitsem iyi olur diye düşünüp, tam tablasını hareket ettirmeye hazırlanırken bir el ensesine yapıştı.

“Bin arabaya hadi” diyerek onu, arabaya doğru sürüklemeye koyuldu.

Ne olduğunu anlayamamıştı. Kendisini birden tıka basa dolu bir arabanın içinde buldu. Araba hızlıca hareket etti. Peşi sıra birkaç araç daha hareket yola koyuldu. Aracın içine biner binmez gözünü bağlayıp ellerine kelepçe taktılar. Korkudan titremeye başlamıştı. “Abi ben bir şey yapmadım” demeye kalkıştı, gözünün üstüne yediği bir yumrukla sersemledi. Gözü karardı, korkusu bir kat daha arttı. Sustu ve yüreği titreyerek beklemeye başladı.

“Ben tablacıyım”

“Otur yerine, tamam”

Tam üç yıl bekledi, herkese Tablacı olduğunu söyleyerek. Üçüncü yılı bitmek üzereydi ki, onu kalabalık bir grupla birlikte mahkemeye çıkarttılar. Her mahkemede ayağa fırlayıp;

“ben tablacıyım”dedi.

Mahkeme başkanının sert sesi, her defasında karşısına duvar gibi çıktı.

“Sıranı bekle, otur yerine.”

Olanları bir seyirci gibi seyrediyordu. Kimi zaman şaşırıyor, kimi zaman ise kendi durumuna gülenlerle birlikte, kendiside gülüyordu. Mahkemede yükselen devrim laflarını duyunca ürküyor, kendisinin de devrimci sanılacağını düşünerek daha bir kaygılanıyordu. Sekizinci duruşmaya gelindiğinde 4 ay daha geçmişti. Bu gün sıranın kendisine gelebileceği söyleniyordu. Yine duruşma başlar başlamaz ayağa fırlamış ve;

“ben tablacıyım” demişti.

Bu kez mahkeme başkanı biraz tebessüm ederek;

“tamam, sıran geldiğinde konuşursun” demişti.

Başkanın tebessümü tüm salona yayılmış herkes gerginlikten bir an kurtulup, gülmeye başlamıştı.

Nihayet öğleden sonra sıra ona geldi. Mahkeme başkanı onun adını okuyarak ayağa kalkmasını söyledi.

“Adın ne senin?”

“Ahmet Demir, Tablacıyım ben”

“Tamam, oğlum söyle bakalım örgüte ne zaman girdin?”

“Ne örgütü hakim bey, ben tablacıyım”

“Örgütle alakan yok mu?”

“Yok, efendim beni tablamın başından alıp getirdiler.”

“Durup dururken getirmemişlerdir seni.”

“Bende duruyordum, onlarda durdu, beni arabaya alıp getirdiler.”

“Sen ne kadar süredir tutuklusun?”

“Üç yıl biteli iki ay oluyor Hakim Bey,”

“Anlat bakalım,”

“Efendim ben o gün yine arabama meyve yüklemiş, sokaklara çıkmıştım. Sabahım yeni vakitleriydi. Etraf kalabalıktı. Birden bir şeyler oldu, biri gelip beni arabaya çekti, gözümü kapattı, içeri attı. Ben dedim, ‘tablacıyım” dinlemediler beni.

Hâkim dosyaları karıştırarak bir şeyler aradı. Kafasını iki yana doğru anlamsızca salladıktan sonra, sıkıntılı bir ses tonuyla, davanın ana sanığı Kemal’e dönerek,

“Kemal sen biliyorsundur, neden getirdiler bunu?”

“Efendim onun dedikleri doğru. Bizimle hiçbir ilişkisi yok. O gece bize operasyon çektiklerinde 12 arkadaşımızı yakalamışlardı. Bizi merkeze doğru getirirlerken, kırmızı ışıkta araba durduğunda, bir arkadaşımız, arabadan atlayıp kaçtı. Yakalayamadılar. Davada adı geçen bir arkadaşımız. Polislerde rapor etmeye korktular, merkeze de 12 kişi yakaladık, yoldayız, getiriyoruz diye bildirdikleri için, yolda onu aldılar arabaya. Bizde şaşırdık ama gerçekten doğruyu söylüyor, bizimle hiçbir ilişkisi yok.”

Mahkeme başkanı sıkıntılı ve gergin bir şekilde Kemal’i dinlerken, solanda sesler yükselmiş, gülüşmeler ciddiyeti ayaklar altına almıştı. Dosyaları biraz daha karıştırdı hâkim, hakkında hiçbir belgeye rastlamadı. “Allah, allah” diyerek, bir süre ne yapacağını düşündü. Savcı ile göz göze geldi. Savcı iddianamesinde onunda örgüt üyesi olduğunu söylemişti ama şimdi kararsız gibi görünüyordu.

Yine atıldı;

“Vallahi ben tablacıyım, devrimci değilim, bak onlarda söylüyor,”

“Tamam, oğlum, tamam, yaz kızım;

‘Sanık Ahmet Demir’in örgütle ilişiği olduğuna dair somut bir delile rastlanmadığı, sanık beyanlarında isminin geçmediği, daha önceden kaydının olmadığı dikkate alınarak tahliyesine karar verilmiştir.’

Tam üç yıl üç ay sonra yeniden tablasının başındaydı. Artık daha sakin semtlerde dolaşıyor, beyaz minibüslerden hep kaçıyordu.