27 Ekim 2010 Çarşamba

İPSALA



1981 yılı.

Aralık ayının son günleri. Hava soğuk. İnsanlar kendi yılanlarını yüreklerine hapsedip, evlerine çekilmiş; kapılar ve pencereler yaşamın üzerine sımsıkı kapalı. Çocuklar nefes almadan uyuyor, büyükler gözlerini kırpmıyor. Herkes kendi korkusunu yılanlaştırmış; düşler gitmiş, özlemler boğulmuş...

Ahmet, kimsesiz, sessiz sokaklarda hızlı adımlarla yürürken, bir yandan da düşünüyordu. Kalp atışlarının korku yüklü sesi, sessiz sokaklarda yankılanıyordu. Yüreğinin sesinden korktu, daha bir hızlandı. "Kaçmalıyım," dedi kendi kendine, "uzaklara kaçmalıyım." Yeniden yakalanmayı, tutsaklığı göze alamıyordu. Karanlık dehlizleri, güneşsiz geçen günleri düşündü. Ayazı her nefesinde ciğerlerinde hissediyordu. Büzülmüştü. Neredeyse tüm uzuvlarını iç içe sokarak soğuktan korunmaya çalışıyordu. Cesaretini toplayıp, ellerini cebinden çıkardı. Titreyen parmaklarıyla bir sigara yakıp, ellerini yeniden ceplerine soktu. "Kaçmalıyım," diye tekrarladı kendi kendine. Adımlarını biraz daha hızlandırdı. Eve vardığında anasını ağlar buldu. Teselli etmeyi denedi, beceremedi. Sarılıp kucakladı. Saatine baktı, fazla zamanı yoktu. Odasına girip küçük bir çantaya, gerekli olabileceğini düşündüğü kimi eşyalarını koydu. Babası, üzerindeki tüm parasını çıkartıp ona verdi; sessizce bir köşede büzülüp kaldı. Eve yas düşmüştü, kimse konuşmuyordu. Gizli bir haykırış, karşı koyuş vardı, sessizliğe bezenen. Önce annesini kucakladı Ahmet, sonra babasını; gözleriyle evin her tarafını son bir kez yokladı. "Beni merak etmeyin," deyip kendini sokağa bıraktı.

13 ay yargılandıktan sonra, 20 gün önce serbest bırakılmıştı. Tam kâbus dolu günleri geride bıraktığını düşünüyordu ki, yeniden tutuklama kararı çıkartıldığını öğrendi. Ülkede esen itirafçı furyası, onu da vurmuştu. Çok eskilerden tanıdığı Cemal, yakalanmış ve pek çok kişiyle ilişkin, yalan yanlış itiraflarda bulunmuştu. Ahmet’in yargılandığı, ancak tahliye edildiği olaya ilişkin de, pek çok şey uydurmuştu itirafçı Cemal. Savcılık da hemen harekete geçip, 20 gün önce serbest bıraktığı Ahmet hakkında, yeniden yakalama emri çıkartmıştı. Atacaklardı Ahmet’i içeri. Kâbus yeniden başlayacaktı. Ancak bu kez kararlıydı; kaçabildiği kadar kaçacaktı.

Cezaevindeyken, aranan pek çok insanın Meriç nehrini geçerek yurt dışına kaçtıklarını öğrenmişti. Nehrin karşı kıyısı bir başka ülkeydi. Özgürlüktü. "Ben de Meriç'i geçmeliyim," diye düşünüyordu.

Doğruca İstanbul'a gitti. Küçük bir otele yerleşip birkaç gün kaldı. Boğaza inip kendine özel bir ziyafet çekti. Rakısını ağır ağır içti. Otele döndüğünde sarhoştu. İstanbul'daki son gecesini sızarak geçirdi.

Sabahleyin erkenden garaja gidip, ilk Edirne arabasına bindi. Yolda uzun uzun planlar yaptı. Edirne'ye vardığında öğlen olmuştu. Ayaküstü bir şeyler atıştırıp zaman geçirmeye çalıştı.

Çarşıları, parkları dolaştı. Kafasında her şeyi planlamaya çalışıyordu. Defalarca kendine "uyanık ve dikkatli" olması gerektiğini söylüyordu. Kimseye güvenmemeliydi.

İpsala minibüslerinin kalktığı yeri sorarak buldu. Saat başı kalkan arabalardan birine bindi. Diğer yolculara söyle bir göz gezdirdi; kasabadan şehre gelen, işlerini takip eden veya alışveriş yapıp tekrar dönen insanlara benziyorlardı. Herkes birbirini tanıyor, sohbet edip şakalaşıyordu. Konuşmalara katılmayan kendisi gibi birkaç kişi vardı. Biraz rahatladı. Yabancı olduğunu anlamış olmalılardı. Ancak yadırgamıyorlardı. "Alışmış olmalılar," diye düşünerek etrafını meraklı gözlerle seyre koyuldu.

İpsala'ya vardığında akşamın serinliği güne yayılmıştı. Minibüsten inip rasgele adımlamaya koyuldu. Gideceği yeri bilmiyordu. Hangi köyde nehir daha dar ve sığdı? Öğrenmek için kafasında plan kurdu. Zararsız görünümlü, temiz yüzlü, beyaz sakallı bir ihtiyarı gözüne kestirdi. Yanına yaklaşıp aklına gelen ilk isimde bir köy uydurup nasıl gidebileceğini sordu. Asker arkadaşı Mehmet'in, sorduğu köyde oturduğunu da eklemeyi ihmal etmedi. İhtiyar adam ak sakalını sıvazlayıp bir süre düşündükten sonra;

“Oğlum, ben doğduğumdan beri buralarda yaşarım ama bu isimde bir köyü ne gördüm ne de duydum,“dedi.

Ahmet, ihtiyarın yanıtını şaşkınlık ifadesiyle dinledikten sonra planını sürdürdü:

“Nasıl olur amca, Mehmet bana tarif etmişti. Buraya on beş-yirmi dakika çekiyormuş, Meriç nehrinin hemen kıyısındaymış. Hatta Meriç, köylerinden geçerken daracık olurmuş.”

Gerekli bilgiyi ihtiyara vermişti. İhtiyar adam bu özelliklerdeki köyleri şöyle bir aklından geçirdikten sonra;

“Sarıyazılı olmasın. Orası senin tarifine uyuyor,” dedi.

Ahmet, "Yok yok amca, ismi öyle değil gibiydi. Neyse sağ ol, ben telefon edip ismini iyice öğreneyim,” diyerek ihtiyarın yanından hızla uzaklaştı. Hafifçe tebessüm ederek, çok uyanık ve akıllıca davrandığı için kendini kutladı. Cebinden bir sigara çıkartıp yaktı. Planı işe yaramış, Meriç nehrinin daralarak geçtiği köyün ismini öğrenmeyi başarmıştı. Şimdi sırada köye nasıl gideceğini öğrenmek vardı. Çevresine şöyle bir bakındıktan sonra köy bakkalına benzer bir bakkala girdi. Bir sigara aldı. Tam çıkarken geriye dönüp Sarıyazılı arabalarının nereden kalktığını sordu. Bakkal caddeye kadar çıkıp garaja nasıl gidileceğini ayrıntılı tarif etti. Ahmet, köyde öğretmenlik yapan nişanlısını karşılayacağını söyleyerek teşekkür etti. Kısa bir süre yol aldıktan sonra garajı buldu. Sarıyazılı arabası kalkmak üzereydi, hemen bindi.

Gün kararmaya yüz tutmuştu. Eski minibüs harıltıyla yola koyuldu. Minibüste kendisinden başka on yolcu daha vardı. Birkaç kadın dışında hepsi erkekti. Genç bir delikanlı kendinden çok büyük diğer yolculara şakalar yapıyor, herkesi güldürüyordu. Genç adam bir ara arkasını dönüp Ahmet'e seslendi:

“Siz nereye gidiyorsunuz? “
“Ben mi?”
“Evet, buralardan değilsiniz. Tanıyamadım.”
“İpsalalıyım ama Ankara'da oturuyorum. Amcam buralardan bir arazi almış, ona bakmaya gelmişlerdi. Ben de yanlarına gidiyorum.”
“Kimin tarlasıymış, hangi köyde?”
“Sarıyazılı civarındaymış.”
“Neresiymiş, kim satmış? Vallahi hiç duymadım.”
“Ben de tam bilmiyorum. Sorarak bulmayı düşünüyorum. Köylüler yabancı plakalı bir araba görmüşlerdir mutlaka...”

Ahmet ile genç adam arasındaki konuşmaları minibüsteki diğer yolcular sessizce dinlediler. Ne olduğunu pek anlayamadılar. Birbirlerine sordular, tahminde bulundular. Bir süre sonra da kendi konularına döndüler.

Ahmet, "Bunu da atlattım," diye düşündü. İnandırıcı ve sakin davranmıştı. Buraya kadar kazasız belasız gelmişti. Dikkat çekmemişti. Kendi ile bir kez daha övündü.

Yirmi-yirmi beş dakika sonra yaşlı minibüs Sarıyazılı'ya yaklaştı. Köyün girişinde indi, rastladığı ilk patikadan tarlaların arasına saptı. Meriç nehrini gördü. Ağaçlar arasında sessizce akıp gidiyordu. Havanın kararmasını bekleyip ırmak yönüne doğru gitmeliyim, diye düşündü. Tarlaların arasında yürümeye devam etti. Yoldan görünmediğini düşündüğü bir ağacın altına oturup, beklemeye başladı. Gece içemeyeceğini düşünerek bir sigara yaktı. Toprak kokusunu ciğerlerinde hissetti. Gözlerini kapayıp ırmağın sesini dinledi. Hava iyiden iyiye soğumuştu. Dizlerini karnına çekip korunmaya çalıştı. Soğuğu iliklerinde hissettiğinde "Namussuz Cemal," diye bir küfür çıktı ağzından. İçinde bulunduğu durumu düşündü, bir küfür daha etti.

Hava tamamen karardığında, büzüldüğü yerden kalkıp nehri gördüğü yöne doğru yürümeye koyuldu. Ancak karanlıktan nehri göremiyordu. Montunun yakasını kaldırıp ellerini ceplerine soktu. Kalbi hızlı atıyordu. Uzaktan gelen köpek havlamalarını duydu. Uzunca bir süre yol aldı. Nehre ulaşamamıştı. Oysa daha yakın gibi gelmişti ona. Bir an ayaklarının altındaki toprağın yumuşadığını hissetti. Biraz daha ilerleyince toprak tam bir bataklığa dönüştü. Eğilip dikkatlice bakınca pirinç tarlasına girdiğini fark etti. Çamura bata çıka ilerlemeye devam etti. Ayağı ağırlaşmış, yürümesi zorlaşmıştı. Sivrisinekler etrafını çepeçevre sarmışlardı. Arada bir pike yaparak saldırıyorlardı. Kaşınıyordu. Köpeklerin havlamaları da bir türlü durmuyordu. "Bütün köyü ayağa kaldıracaklar," diye düşündü. Yoksa köpeklerin dikkatinden kaçmayı başaramamış mıydı? Biraz daha hızlandı. Soğuktan dudakları titriyor, ıslanan ayakları sızlıyordu. Tüm vücudunu ateş bastı. Kısa bir süre sonra nehri gördü. "Tamam," dedi kendi kendine. Sonunda bulmuştu. Bir an yaşadığı olumsuzlukları ve acıları unutup sevindi. Meriç nehrinin daha geniş olduğunu düşünmüştü. Oysa çok dar görünüyordu. Kulak kabartıp çevreyi dinledi; sessiz ve sakindi.

Yine de bir ağacın altına gizlendi. Ellerini nefesiyle ısıtmaya çalıştı, bitkin düşmüştü. Üstü başı çamur ve dikenler içindeydi. Olduğu yere yığıldı. Ayakkabılarını çıkarıp çamurdan kurtulmayı denedi. Ancak bir kısmını temizlemeyi başardı. Vücudunu hareket ettirerek ısınmaya çalıştı.

Canı müthiş sigara çekmişti. Ateşinin görülmesi korkusunu bir tarafa bırakarak, bir kayanın kovuğunda sigarasını yaktı; avucuna gizleyerek kayanın duldasında içti. Bu geceyi de atlatacağını düşünerek gülümsedi. Hiç askere veya karakola rastlamamış olmasına sevindi. "Mobilize dolaşıyorlar herhalde," diye düşündü. Acıkmıştı ancak aldırdığı yoktu. Nasıl olsa birkaç saat sonra her şey değişecekti...

Saat gece yarısına yaklaştığında, yerinden kalkıp soyundu. Artık geçme vaktiydi. Etrafı son kez kontrol etti. Köpek havlamaları dışında sakin görünüyordu. Kendi kendine "Tüm Türkiye Yunanistan'a geçse kimsenin ruhu duymayacak," diyerek gülümsedi. Üzerinden çıkarttığı elbisesinin ceplerini boşaltarak çantasına koydu. Çantasını yanında getirdiği büyükçe bir naylon poşete koyarak sıkıca bağladı. Tamamen çıplaktı ve tir tir titriyordu. Kendi haline bir an güldü. Birkaç adımda nehrin yanındaydı, önce ayağını suya değdirdi. Nehrin suyu havadan daha sıcak gibiydi. Dudaklarının ve çenesinin titremesine aldırış etmeden, kendini suya bıraktı. Sessiz ve hızlı kulaçlarla karşı kıyıya doğru yüzmeye başladı. Kalbi daha hızlı çarpıyordu. Artık hiçbir şey düşünmüyordu. Vücudu morarmış, birbirine çarpan dişlerinin sesi uzaktan duyulur olmuştu. Birkaç dakikada karşı kıyıya ulaştı. Hızla sudan çıkarak bir ağaç dibine kendisini attı. Eşyalarının bulunduğu poşetin düğümünü açmaya çalıştı. Parmakları tutmuyordu. Nefesiyle ellerini ısıtmayı denedi. Gözü erkeklik organına takıldı. Kaybolmuştu. Elleriyle yoklarken acı acı gülüyordu. Son bir gayretle poşeti parçalayarak açtı. Çantasından elbiselerini çıkartıp hızla giyindi. Üşümesi geçmemişti, ancak biraz daha iyi gibiydi.

Soğukla boğuşurken aklına artık Yunanistan'da olduğu geldi. "Başardım", dedi kendi kendine, "başardım." Cebinden sigarasını çıkartıp gizlemeden yaktı. Derin bir nefes aldı; rahatladı. Karanlıktan etrafı seçemiyordu. Arkasına nehri alıp yürümeye başladı. Üşümesi bir türlü geçmiyordu. Daha hızlı yürümeye başladı. Bacaklarındaki sancı artmıştı. Ayağının atındaki toprağın yumuşadığını hissettiğinde yine bir pirinç tarlasına girdiğini anladı. İnatla yürümesini sürdürdü. Sivrisinek sortileri de aralıksız devam ediyordu. Öylesine üşüyordu ki sivrisinek saldırılarına yanıt bile veremiyordu.

Bir süre yürüdükten sonra soluk bir ışık gözüne ilişti. "Yunanistan sınır karakolu olmalı," diye düşündü. Gidip oraya teslim olmalıydı. Tek katlı küçük bir binanın önüne geldiğinde derin bir nefes aldı; her şeyin geride kalmıştı. Son bir gayretle nöbetçiye seslenip "Yardım edin bana," dedi.

Nöbetçi asker önce içeriye seslenip diğer arkadaşlarını çağırdı. Ardından silahını Ahmet'e doğru tutarak;

“Dur!” dedi.

Ahmet oracığa yığılmıştı. İçerden çıkan askerler kollarının altına girerek onu içeriye taşıdılar. Sobanın başına oturtup üzerine bir battaniye verdiler. Sobanın ısısıyla yavaş yavaş kendine gelmeye başlamıştı. Askerlerden rütbeli olanı;

“Kimsin, burada ne arıyorsun?” diye sordu.

Askerlerin Türkçe soru sormasını önce garipsedi ancak biraz düşününce, sınır karakoluna Türkçe bilen askerleri koymalarının normal olabileceğine kanaat getirdi. Önce adını soyadını, sonra da arandığını ve iltica etmek istediğini söyledi. Askerler şaşkın şaşkın birbirlerine baktılar ama hemen kendilerini toplayıp bozuntuya vermeden "komutan gelince ona ileteceklerini" söylediler. Ahmet tamamen rahatlamıştı. Fazladan bir asker elbisesi getirip, ıslanan giysilerini çıkartmasını istediler. Ahmet, verilen elbiseyi giyip ıslak elbiselerden kurtuldu. Elbise Türk askerlerinin elbisesine benziyordu. "NATO üyesi tüm ülkeler askerlerine aynı elbiseyi giydiriyorlar herhalde," diye düşündü. Çay verdiler içti. Üşümesi geçmiş gibiydi, ancak bacakları hala sancıyordu. Askerler komutana anlat demişlerdi ama o anlatmaya başlamıştı bile. Türkiye'deki faşist darbe herkesi içeri atıyordu. İşkence yapıyordu. O da içerde bir süre yatmış, tekrar yatmamak için kaçmıştı. Örgüt arkadaşları Lavriyon kampındaydı. Onlara ulaşırsa tüm sorunları çözülürdü. Tanıdığı insanların isimlerini verdi ve onlarla en kısa sürede irtibat kurmalarını istedi.
Konuşmaya yeni dalmıştı ki dışardan bir araba sesi duyuldu. Askerler;

“Komutan geldi,” diyerek dışarı çıktılar.

Bir süre sonra, gelen komutanla birlikte odaya döndüler. Komutan tokalaşarak;

“Geçmiş olsun,” dedi. Ahmet başıyla yanıt verdi. Sevimli bir adama benziyordu komutan.

“Anlat bakayım,” dedi.

Ahmet askerlere anlattıklarını, tüm detaylarıyla komutana anlatmaya başladı. Bir süre ülke ve kendi durumunu anlattıktan sonra, gözü duvarda asılı bir yazıya ilişti. Günün yemek listesiydi. Mercimek çorbası, bulgur pilavı, kuru fasulye, nohut vb. Liste böyle uzayıp gidiyordu. Türkçe idi ve Türk yemekleriydi.

Beyninden vurulmuşa döndü. "Eyvah," dedi, "ben Türk karakolundayım."

Komutan da Ahmet'in fark ettiğini anlamıştı.

“Hadi Ahmet hazırlan, merkeze gidiyoruz.”

Yıkılmıştı. Ne yapacağını ne söyleyeceğini şaşırmıştı. Meriç nehrini geçmişti. Nehrin karşı yakası Yunanistan topraklarıydı, nasıl olur da Türk karakoluna gelmişti? Sapsarı kesildi. Sonra bir an neler anlattığını düşündü ve bir kez daha "eyvah" dedi. Kekeleyerek;

“Türkiye'de miyim?” diye sordu.

Komutan evet anlamında başını salladı. Hâlâ gülümsüyordu.

“Şansın yokmuş, nehri yanlış yerden geçtin,” dedi. Arkasından Ahmet'i rahatlatmak için;

“Üzülme bize böyle gelen yalnız sen değilsin,” diye ekledi gülerek.

Ahmet, bu olaydan sonra tam dokuz yıl daha ceza evinde yattı. Yıllarca bir Meriç'e küfretti bir de itirafçı Cemal'e. Hiç kimseye nasıl yakalandığını anlatamadı. Üstelik kendisi de anlayamadı. Kafasında hep bir soru olarak kaldı. Meriç nehrinin karşı kıyısına geçmesine rağmen nasıl olmuştu da, Türk topraklarında kalmıştı? İçerde kaldığı yıllar boyunca değişik nedenler yaratmış, senaryolar uydurmuştu. Ancak hiçbirisi Ahmet'i tatmin etmemişti.

Tam dokuz yıl sonra özgür kalınca ilk iş olarak İpsala'ya gitti. Ak sakallı bir ihtiyarla karşılaştı. Sarıyazılı köyünü sordu.

“Hani,” dedi, “nehrin karşısı da Türk toprakları olan köy var ya...”
İhtiyar adam hemen anladı ve anlatmaya koyuldu:

“Evlat, Meriç nehri iki yüz kilometre boyunca Türkiye'yle Yunanistan arasında sınırı oluşturur. Yıllarca böyle olmuş böyle bilinmiştir. Ancak on-on beş yıl önce Türkiye nehrin sularından daha fazla yararlanmak için, yeni bir yatak oluşturarak nehrin bir kısmını yarım daire şeklinde geriye çekti. Nehir yeni yatağıyla yaklaşık bir kilometre daha içerden geçer oldu. O köyün toprakları daha bir değerlendi. Meriç nehri bu bölgede artık sınırı oluşturmayınca, eski yatağının olduğu yere karakol kurdular.”

Ak sakallı ihtiyar adam bilge bir tavırla sürdürdü konuşmasını;

“İşte böyle evlat, şimdi Meriç Sarıyazılı'da yeni yatağından akıyor. Gençler pek bilmez bunu. Hayırdır evlat, senin Sarıyazılı'yla ne ilişkin var?”
Ahmet, şaşkın bir ifadeyle ihtiyara bakakalmıştı. Hafif bir gülümsemeyle kafasını iki yana doğru salladı. İnanamıyor gibiydi.

“Bir şey yok amca, sağ olasın, hadi eyvallah,” diyerek oradan uzaklaştı. Hâlâ şaşkındı.

Ahmet işte tam bu bölgede sınırı kesmişti. İki yüz kilometrelik sınır nehirde, Ahmet'e bu bir kilometrelik kısım denk düşmüştü ve dokuz yıllık tutsaklığı böylesi bir şanssızlıkla başlamıştı.

Nehrin kulaklarında asılı kalan uğultusunu yüreğinde hissederek, hızla oradan uzaklaştı.

Ö.ÖDEMİŞ

24 Ekim 2010 Pazar

NOTLAR...

Aptalca bir kıskacın içerisinde dönüp duruyoruz. Yaşanması gereken güzellikleri bile, kendimize dar ediyoruz. O, pek küçümsediğimiz yaşamın altında, eziliyoruz. Bilincimiz, bilgimiz, ukalaca her fırsatta söylemekten kaçınmadığımız yaşamı değiştirme ve dönüştürme iddiamız, yetersiz kalıyor. Henüz kendimizi bile, genel insan standartlarından, kültürle alakasız sıradan insan reflekslerinden kurtaramamışken, -bize kolay geliyor olsa gerek- büyük iddialarla yaşama yöneliyoruz. Yönelip de bir halt edebilsek, her şey gibi bunu da “muş” gibi yapıyoruz. Sadece çevremizi değil, kendimizi de aldatıyoruz.

Gözlerimizde taşıdığımız şafakları, bunalım yüklü, çaresiz gecelerin sonunda yakalar olduk. Bize rağmen devinen gün, tüm anlamını yitirdi. Dingin yüreklerin coşkulu denizlerde işi ne? Beynimizi hücreleştirip, etkisizleştiriyoruz. Tutkularımızı günlük yaşamın puslu köşelerinden seçip, kendimize uyarlıyoruz. Ve boyun eğip, kendi seçtiğimiz tutkularımızın kölesi oluyoruz.

Papatya tarlaları çoktandır, belleğimizde canlanmıyor, sanki hiç hikayesini yaşamamışız gibi.. Gözlerimizi sonsuzluğa dikip,hayaller kuramıyoruz. Hayallerimiz bizi, biz hayallerimizi tükettik. Yaşam, restini çoktan çekti bize. Kan uyuşmazlığı yaşayan bir çocuk gibi, sancılıyız.
Oysa gülümsemek için ne çok şey yapmıştık…

22 Ekim 2010 Cuma

-ıx-

Birde,
Yüreğim sızısını dindirebilsem.
Yeni doğmanın sarhoşu güneşi,
Kucaklayıp,
Yeşertmesi için kalbimde ki umudu,
Söküp önüne koyabilsem...
Yalnızlık çöküyor yüreğime,
Sevdayı özlüyorum...

-vııı-

Küskün değilim kimseye.
Kızgında değilim.
İhanetin göğsüne agız dönenler dışında.
Sen geçmişten koptun,
Gelecekten değil...

-vıı-

Ak bir karanfil tak,
Güneş sarısı saçlarının arasına.
Sonra,
Voltaya in, kumsala.
Ancak,
Başın dik olmalı.
Ve gözlerinde,
Yürekli bir sevdanın parıltısı...

-vı-

Gece,
Karanlık bir çığlık attı.
Aldı gecenin çığlığını, gün kızılı yıldız.
Asıldı güçlü kollarıyla, boynuna.
Ve,
Soluksuz kaldı gece.
Oysa dolaunay vardı,
Hem de Eylül dolunayı.
Ve gün gebeydi aydınlığa...

-v-

Aç,
Aç kapını.
Girsinler içeri,
Çoşkulu yüreğimin titreşimleri.
Onlar,
Durmaksızın kanayan yaram,
Onlar,
Öfkemin filizlenmiş kızılı.
Onurum...

-IV-

Yalnız değildik,
Adımlamaya başladık, kumsalı.
Akşam rüzgarları okşarken bedenlerimizi,
Tek bir söz çıkmadı ağzımızdan.
Tek tek yıldızları taşıdık, yüreğimize.
Gün doğumu güzelliğini,
Güne sarılıp,
Bırakmadık...

-III-

Baharda kuşlar dansa çıkarmış,
Ne sevinç.
Ateş böcekleri zılgıt eylermiş,
Ne sevinç,
İlk baharımı yaşıyorum yıllar sonra...
Bahardamıyız...

-II-

Yürekli ol derdi Annem bana,
Acılara boyun eğme.
Yürekliyim,
Yüreğim, ürkek,
Titrek ve telaşlı.
Daracık...
Sığdıramıyorum baharı,
Oysa bahar tadında yaşamak istiyorum.
Bahardamıyız...

-I-

Dostlar geliyor gözlerimin önüne,
Taze yudumunda yaşamın,
Güneşe ulaşan dostlar.
Anıların acısı gül dikeni gibi, batıyor yüreğime...