31 Ekim 2013 Perşembe

Şam müftüsü Erdoğan'a din dersi vermiş



 


                “Peygamber efendimiz bile devlet kurmadı”
  
Şam müftüsü Ahmet Bedreddin Hassun ile Şam kentinin güvenlikli bir bölgesinde görüştük.  Renkli, kişiliği ve sıcak yaklaşımları ile güzel bir sohbet gerçekleştirdik. Bizi görür görmez, Erdoğan’ı anlatmaya başladı ve gülümseyerek; “Rahmetli Erbakan beni uyarmıştı, “Erdoğan’a dikkat et” demişti, Erbakan ile çok kez buluştum ama en önemlisi Libya ve İran’da iki önemli buluşmam oldu.  Uyarılarında haklı çıktı. En son 2010’da Erdoğan ile görüştüm. Devlet Başkanı Beşar Esad’a mesaj göndermişti. Başkana ilettiğim de ‘ Başkan  “ Aman Allah korusun bizi Erdoğan’dan” dedi.”

Bir görüşmede Erdoğan, “Aleviler ve Dürziler Müslüman mı?” diye sormuş Ahmet Hassun’a. Gülümseyerek anlatıyor; “ din bilgisi çok zayıf. Oturup anlattım. Aleviler nereden geldi, Sünniler nereden geldi, Nusayriler nereden geldi, mezhepler nereden geldi, Sünni tarafından mezhepler  (Hanbeli, Şafii, Hanefi) nereden geldi? Dürziler nereden geldi, Aleviler çıkıp geldikleri yerden sonra başka neler oldu? Hepsini anlattım,” diyor.
Erdoğan’ın dini bilgisinin çok az olduğunu söylüyor Ahmet Hassun, “ her şeye kendi partisinin ideolojisi içinden baktığını” acı bir gülümsemeyle dile getiriyor. “Ben onu annesi öldüğünde aradım başsağlığı diledim. Ancak o oğlum öldürüldüğünde kesinlikle aramadı, başsağlığı dilemedi. Beklemiyordum ama bilinsin istiyorum,” diyor.

Başbakan Erdoğan’ı İstanbul belediye başkanlığı döneminden beri tanıdığını söyleyen Hassun: “Erdoğan benim Şam’ı terk edip, Türkiye’ye gelmemi istedi. Ancak ben Türkiye de köle gibi yaşamaktansa, Suriye de emir gibi yaşarın dedim ve reddettim. Din bunların yaptıkları değil. Din de zorlama yoktur. Bunlar zorluyorlar, olmaz ise öldürüyorlar. Her şeyden önce insanız, ”açıklamasında bulunuyor.

Allah adının kullanarak insan katledilmesinin doğru olup olmadığını, İslamiyet’in gerçekte bu kadar şiddet içerip içermediğini soruyoruz;

“Radikalizmin tarihi bugünün meselesi değildir çok eskiye dayanır. Hz. Osman’ı bile öldürdü bu radikaller. Onlar da Müslüman’dı. Hz. Ali’yi bile öldürdüler daha sonra Hz. Hüseyin’i, İmam Zeydi de öldürdüler. Bütün mezheplerin liderlerinin çoğu öldürüldü. İslam tarihi boyunca radikalizm vardı, ancak bilim ortaya çıktığında, kabul edildiğinde radikalizmin ortadan kaldırılması gerekti. Eğer cehalet egemen olursa radikalizm var olarak yayılır. Çünkü cehaletin olduğu yerde kendini alim sayanlar neredeyse Allah’ın yerine koyuyor kendini. Mahkemeyi kendisi kuruyor, kararları kendisi veriyor. “onlar cennete, onlar cehenneme “ deme yetkisini kendinde buluyor.

Peygamberimiz, hiçbir şekilde kim olursa olsun bu şekilde konuşmasına izin vermemiştir. Suriye’de öldürülenler yalnız Aleviler değil, ya da başka mezhepten gruplar değil yalnızca. Din adamlarını, imamları bile öldürdüler, bunun en somut örneği Şeyh Buti olmuştur. Şeyh Buti önemli bir bilim ve fıkıh insanıdır. Yalnız ve yalnız onlara katılmadığı için kötü bir şekilde öldürülmüştür.

Benim oğlum Üniversite’den çıktı, üstelik politika ve ekonomi okuyor. Hiçbir şekilde siyasetle uğraşmadı, silah taşımadı. Öldürüldüğünde bile oruçluydu. Onu vurduklarında “Allahu-Ekber “ diye bağırdılar. Ben oğlumun cenaze namazını kıldırdığımda, ben kendi adıma onları bağışladım ve şöyle dedim: “Umarım utanmışlardır.” Bunun üzerine oğlumu öldürenler telefonuma bir mesaj attılar “senin bizi bağışlamana ihtiyacımız yok” diye.

Bunlar kendilerini yalnız insanların kalbini değil aynı zamanda beynini de kontrol etmek istiyorlar. Ve insanları yalnız ve yalnız kendi mezheplerinden olduğu zaman kabul ediyorlar. Oysa Allah hiçbir zaman insanı Müslüman olmaya ya da başka bir şeye zorlamamıştır. Herkes kendi istediği dini seçmesinin özgürlüğü vardır. Peygamber şunu demiştir: “ Hiç kimseye bir şey zorlama, sen yalnız ve yalnız beni hatırla çünkü sen onlar üzerinde egemen değilsin.”

“Oğlumun öldürülmesinden sonra Başbakan Erdoğan’a şifahi bir mesaj gönderdim, “umarım bu fitne ve bu pislik Türkiye’ye yayılmaz bulaşmaz. Sen ülkene ve bize, bütün bu radikallerin gelmesi için sınırlarını açtın. Oysa tıpkı Ömer ve Ali Medine’yi bu insanlara açtığı gibi, onlar nasıl Ali’yi öldürdülerse aynı şekilde bunlar da onu yapıyor,” dedim.

Türk halkları, Suriye halkları, Müslümanlar, Hristiyanlar, laikler, dinsizler. Laikler asla dinsiz değildir, dikkat ederseniz onu ayırıyorum. Çünkü ben biliyorum o kadar laikler var ki yüzde yüz inançlı insanlar. Sosyalist insanlar var yüzde yüz inançlılar. Dinsiz olmak başka bir şey insanların koyduğu yasalar başka bir şey. Dolayısıyla bu karanlık düşünceyi ve karanlığı önlememiz için hep beraber birlik olmalıyız. Biz kendimizi savunmuyoruz sadece Suriye’de, sizi de savunmaya çalışıyoruz. Onun için siz bize destek olmak zorundasınız.”

Devletin dini İslam diye bir şey olmaz

Ahmet Hassun devletin dininin olamayacağını açık ifadelerle bize anlatıyor.  “Devletin değil halkın dini olabilir” diyor.

“Zaten öyle bir şey olamaz. Devletin dini İslam diye bir kavram olmaz, ya da Hristiyan… Halkın dinidir diyebiliriz, devlet yasalara dayalı bir sistemdir ve zorlama vardır.  Örneğin Türkiye’ye gelen bir insan Türkiye’ye Suriye’ye gelen bir insan Suriye yasalarına uymak zorundadır, inançları ne olursa olsun.
İnançlar yüreklerdedir, kalplerdedir. Devletler sistemdir yasadır, yasalara bağlılıktır. Oysa din, inançtır, değerlerdir, ahlaktır, seçmedir. Bunların zorunluluğu yoktur, kendi iradenle bunları seçersin. Dolayısıyla ben Türkiye’ye girdiğimde Türk yasaları bana uygulanır, ama benim inançlarıma hiçbir Türk asla bir şey yapamaz.  Dolayısıyla bazıları der hani, İslam dini ve devleti. Karıştırıyorlar.

Peygamberler bile devlet kurmadı, toplum oluşturdular, insanı oluşturdular, insan devleti yarattılar. Halife diye bir şey yok, biz bu kavramı kullandık. Peygamber Kuran’da bile söylemedi hilafet olacak diye. Peygamber bunu söylemediğine göre, bu siyasal partilerin uydurmasıdır. Ne yazık ki bu siyasal partilerin yalnız bizim coğrafyada değil, Avrupa’da Asya’da bile siyasi partilerin dini kullanmasıdır. Beş Avrupa ülkesinde örneğin ‘Hristiyan Demokratlar’ diyoruz. Niye demokrat Hristiyan diyoruz, demokrasiyi biz kurduk kavram olarak peki dini kim yaptı, biz değil Allah. Dolayısıyla doğru kavram şu; Alman Demokratlar, Türk Demokratlar… Fakat İslami Demokratlar diyemeyiz, dinsiz demokratlar diyemeyiz. Ahlakı, toplumu, insanları ayırmış oluyoruz. Bu bizim yetkimiz değil, hakkımız değil. Allah tek başına bilir kimin ne kadar inançlı olduğunu, biz tek yasanın altında hep birlikte yaşıyoruz.

Soru şu; yasa din ile ne kadar çelişir? Bu anlamda Allah ile konuşuyorsak, hayır çünkü yasanın bir tek görevi var; insanın onurunu ve özgürlüğünü korumak. Bu yasa şemsiyesi altında, bu türbanlıdır, bu değildir, bu namaz kılar, bu namaz kılmaz gibi… Yasa namaz kılanı da kılmayanı da hepsini korumak zorundadır. Herkese aynı özgürlüğü tanımak zorundadır. Sonra her şey Allah’a kalmıştır, Allah hesabını sorar. Dolayısıyla dini partilerin (kendilerini öyle tanımlayan partilere) şöyle söyleyeyim; din kıyafetini üzerine giymesin. Yani bir Başbakan ya da Bakan olurken bunu din adına yapmasınlar. Biz Filistin’de de buna karşıyız, onlar çünkü Yahudi bir devlet istediklerini söylüyorlar. Biz de istiyorlarsa demokratik bir devlet istemelerini söylüyoruz. Bu devlet için de Filistinli olan, Müslüman olan, Hristiyan olan, Yahudi olan tek bir çatı olsun o da demokratik devlet. Dini kavramı kullandığımız an o zaman karşıt kavramlar gelecek.

Dolayısıyla bence bu dini kavramları kullanan, dini söylemleri kullanan bunlardan dolayı iktidar olan siyasal dinci partiler ya da din adına yönetime gelenler çoğaldıkça, biz küresel anlamda büyük tehlike ve büyük savaşla karşı karşıyayız. Yani Avrupa’da şu tartışma yaşanıyor bir on yıldır; Sırplar dedi ki biz Ortodoks’uz, Bosna dedi ki biz Müslümanız, Hırvatlar biz Katolik’iz dedi. Bende dedim onlara; siz tekrar karanlık çağa döndünüz. Şimdi aynı şeyi ben İslam alemi için görüyorum. Dolayısıyla bu kavramların ötesinde demokrat uluslar, demokratik toplumlar kavramını kullanmamız lazım. Böyle bir toplumda, böyle bir ulusal kavramlarda herkes özgür yaşama şansını kazanır. En önemlisi karşı tarafın inancını yaşama hakkına mutlak saygı gösterir, biz insanı yaşatmak zorundayız.

Camileri, kiliseleri inşa etmeden önce insan olarak yetişmeyi öğrenmeliyiz. İnsan, Allah’ın kutsal evidir. Dolayısıyla yüz camiyi yıksan bile küçük bir çocuğu öldürmek Allah’ın huzurunda daha günahtır. Dolayısıyla insanları çok kolay Allahu Ekber diye bağırarak öldürenlere bin dört yüz yıl önce Peygamberimiz şunu söyledi; “Bütün Kâbe’yi yıksanız bile, Allah huzurunda bir tek bebeği öldürmekten işiniz çok çok daha kolaydır.” İşte gerçek budur.”

Şam Müftüsü İslam dünyasında Emir olarak kabul edilir. Ahmet Hassun alim ve Emir olarak önce insan diyor hep. İnsanı dinin ve tüm inançların önüne koyuyor. Önce insan vardı, sonra din geldi diyor. Türkiye’de dinin siyasette kullanılmasına çok kızıyor. Siyasetçilerin bir biçimde dini kullanmaktan uzak durmaları gerektiği söylüyor.

“ Ben Türkiye’nin hiçbir yerinde dinsiz görmüyorum. Her zaman mümin insanlar gördüm, yani inançlı ama Müslüman olduğunu söylemeyen insanlar var. Camiye gidenler var, namaz kılanlar var. Peki, camiye gitmeyen insanların namaza inanmayan insanlar olduğunu söyleye bilir miyiz?

Eyüp El-Ensari’ye gittiğinde örneğin, ben orada şaşırdım yani orada toplumsal bir mozaik vardı. Namaz kılan ya da kılmayan, Eyüp El- Ensari nasıl topladı bu kadar insanı? Çünkü Eyüp El- Ensari asla bir mezhep savunmuyordu, bir gruba tabii değildi. Yani Türkiye, Osmanlı döneminde Arap coğrafyasına yayıldığında, kendi mezhebini zorla dikte etmedi. Tam tersi o zaman diğer mezheplere saygı gösterdi, oysa şimdi baktığımızda siyasal parti kurucuları kendi ideolojisini, kendi kültürünü topluma dikte etmeye kalktığında kesinlikle reddedilecektir.

İster dinsiz olsun, ister Müslüman olsun hiç kimseye hiçbir şeyi zorla dikte ettiremezsin. Türkiye’deki bütün insanların ne olursa olsun özgür düşünce ve özgürce yaşama biçimine saygı göstermesi lazım. Ne olursa olsun, hangi inançtan olursa olsun yasa budur, yasa herkesin istediği gibi yaşaması özgürlüğüdür. Bir grup adına konuşursan, vatan birliğine saygısızlık etmiş olursun. Din partilerinin sorunu bu, vatan birliğine saygıları yok. Dolayısıyla bu partiler halkın sevgisini istiyorsa, o zaman din adına giydiği o kutsallık kıyafetini giymekten vazgeçmek zorunda. Tek bir kıyafet giymesi gerekiyor, insanlara hizmet. O zaman görecekler, herkes onları sevecek.

Türkiye’de ekonomi gelişirse, fakir yoksa herkes istediği eğitimi alıyorsa o zaman bütün mezhepler, bütün etnik gruplar herkes mutlu bir şekilde yaşayabilir. İşte o toplumu yaratan bir partiyi ben bile gidip seçerim. Bana saygı gösteren, onuruma saygı gösteren insanı herkes sever. Biz bütün alemlerin rabbi diyoruz, Müslümanların rabbi demiyoruz. Bütün dünyanın, bütün insanlığın rabbidir. Düşünün şimdi bütün dünya ne kadar küçüldü, bir tuşa basmasıyla bütün dünyayı görüyor insanlar. Önemli olan vatan sevgisidir, Allah sevgisidir, insanın kendi özgürlüğüne saygısıdır.”

Şam Müftüsü Ahmet Hassun konuştukça gerçek din, olması gerektiği şekli alıyor. Din ile devleti, siyaseti tamamen ayırıyor. Şeriat devleti kurmak isteyenlere, ‘Peygamberimiz bile devlet kurmadı, topluluk oluşturdu’ diyerek sert bir tokat vuruyor. Engin bilgisi ile insanı, doğayı ve yaşamı net bir şekilde kavramış olduğu güvenini veriyor bana.

Ben ilk kez bu kadar yaşamın içinde olan bir din adamı ile sohbet ediyordum. İlk kez İslam dini karşıma insan odaklı olarak çıkıyordu. Etkilemişti beni. Keşke dedim kendi kendime, ülkemde de Ahmet Hassun gibi din alimi ortaya çıkarsa da, din bezirganlarının gerçekte ne kadar sahtekar olduğunu herkese açık seçik olarak anlatsa…

24 Ekim 2013 Perşembe

Marksizimden siyasal islama; Kürt Hareketi





              Marksizm’den siyasal İslam’a: Kürt Hareketi


AKP’nin  “açılım” girişimiyle başlayan çözüm süreci Kürt sorununu yeniden gündeme taşıdı. PKK’nın Genel Sekreteri Abdullah Öcal ile İmralı da yapılan görüşmeler ve tutanaklarının kamuoyuna sızmasıyla, sorun daha bir yakıcı halde kendisini dayatmaya başladı.

Öcalan’ın Nevroz kutlamalarına gönderdiği mesajın içeriğinde ki din vurgusu ise, solu yeni bir tartışmaya yöneltti. Öcalan ve PKK Markizimden gelip İslami bir çizgiye mi kaymışlardı? Öcalan’ın İslami vurgusu, yıllardır islamın birleştirici rolüne dikkat çekmesi, AKP’nin islamı referansları kullanan bir parti olması kafaları karıştırdı.

Kamuoyuna sızan tartışma tutanaklarında, Öcalan’ın “Başkanlık sistemine geçişte AKP’yi destekleyebiliriz” söylemi,  AKP ile PKK arasında başkanlık sistemini de kapsayan ciddi bir pazarlık olduğu vurgusunu güçlendirdi. Başbakan Erdoğan’ın “pazarlık etmedik” ısrarına rağmen, kamuoyuna yansıyan gelişmeler, İmralı’dan ve Kandilden yapılan açıklamalar, bir pazarlığın yapıldığını gösteriyor.

Kuşkusuz her sorun karşılıklı bulunan noktalardan, geri adımlar atılması, tavizler verilmesi ve her iki tarafından kendi tercihleri dışında farklı noktalarda uzlaşmayı gerektirir. Ancak karşılıklı verilen bu tavizler, adına hareket edilen gerçekliğin ötesi geçmesi durumunda yeni sorunların, yeni çatışmaların yaratılmasına neden oluşturur. Tehlikeli olan ve dikkat edilmesi gereken, çözün diye yola çıkılan süreçte, yeni sorunlar yaratmamak, halkların geleceklerini tahdit altına alacak adımlardan uzak durmaktır. Tartışmalar bu noktada odaklaşmaktadır.

Marksist bir hareket olarak PKK

PKK (Kürdistan İşçi Partisi) ulusal nitelikte bir devrimci hareket olarak ortaya çıkmıştır. İlk yıllarda siyasal olarak devleti kapitalist olarak nitelemiş ve “Kapitalist devlet, Türk ve Kürt halkını ayırt etmeden sömürmekte, baskı ve şiddete dayalı olarak siyasal iktidarını sürdürmektedir,” tespitini yapmıştı. Sömürgeci tek devlete karşı tek devrim yapılmalıydı ve Türk ve Kürt halkının tek kurtuluşu sosyalizmdi.

PKK uzunca yıllar bu siyasal eksende mücadelesini sürdürdü.  Kendisini Kürt solu ya da, Kürdistan sosyalist hareketi olarak tanımladı.  Sol, Sosyalist ve devrimci hareketler içerisinde yer aldı. 12 Eylül öncesi dönemde, özellikle doğu illerinde ki etkinliği ve diğer Kürt örgütlerine karşı kullandığı şiddet ile öne çıktı. Kısa sürede, diğer Kürt hareketleri içerisinden sıyrılarak, ciddi bir etkinliğe kavuştu. Kendisinden çok önce bölgede var olan hareketleri ve örgütleri tasfiye ederek, bölgede belirleyici güç konumuna yükseldi.
Bölgede yaygın olarak gerçekleştirdiği şiddet eylemleri ve aşiretlerle girdiği silahlı çatışmalar kısa sürede PKK’yı bölgede etkin bir güç durumuna getirdi.

12 Eylül darbesi ile diğer sol örgütler gibi PKK da ciddi darbeler alarak, gerileme sürecine girdi. Yönetici kadrolarının önemli bir kısmı cezaevlerine tıkılırken Öcalan yurtdışına çıkmayı başardı.

Diyarbakır cezaevinde yaşanan insanlık dışı işkencelere karşı direnen PKK hareketi bu süreçte pek çok önder kadrosunu kaybetti. Mazlum Doğan, Kemal Bir ve Mehmet Hayri Durmuş gibi önemli kadrolarını ölüm oruçlarında ve işkencelerde kaybetti. Diyarbakır direnişi ile yeniden mücadeleye tutunan PKK kısa toparlanarak askeri darbeye karşı mücadelenin hazırlıklarına başladı.

12 Eylül askeri darbesi sonrasında, 1982 yılın kurulan ve birlikte mücadeleyi –tek devlete tek devrimi- savunan FKBDC (Faşizme karşı birleşik direniş cephesi) içerisinde yer aldı. Bu yapıda PKK dışında DEV-YOL, DEVSOL, PAZRTİZAN, ACİL, VATAN PARTİSİ, TKEP vb. gibi örgütler de yer almaktaydı. Diğer bir ifadeyle PKK bu dönemde, ayrı bir devrimden ve ayrılmaktan yana değil, ortak devrimden yana olan, kendisini sosyalist olarak tanımlayan, bayrağında orak-çekiç olan bir örgüttü. 1984 eylemlerine kalkıştığında da bu siyasal biçimlenişten farklı değildi.

PKK Yurtdışında ağırlıklı olarak Lübnan da bulunan Filistin kamplarında uzun süre kalmış ve burada askeri ve teorik eğitim çalışmaları yaparak kadrolarını dinamik tutmayı başarmıştı. Türkiyeli diğer örgütler gibi Filistinlilere sağlanan barınma ve maddi olanaklardan faydalanan PKK, ilk eylemlerinde kullandığı silah ve teçhizatı da buradan edinmişti. Filistinli örgütler kendileri ile birlikte kalan siyasal örgütlere benzer yardımlarda bulunarak, dayanışma gösterirlerdi. Bu yardımlar kimi zaman silah, kimi zaman barınma olur iken bazen de maaş ödeme şeklinde olabiliyordu.
Sayıları 400-500 civarında olan PKK’lılar açık askeri mücadeleye, Filistin kamplarında sıkı bir şekilde hazırlanarak girdiler. İlk Türkiye sızma ve eylem girişiminde başarısız olan ve sınırda çıkan çatışma sonrasında kayıplarla geri dönmek zorunda kalan PKK, kısa bir süre sonra Eruh ve Şemdinli baskınlarını gerçekleştirdi.

1984 Ağustos ayında yaptığı Eruh Şemdinli baskınlarıyla açık açık askeri mücadeleyi başlattığını tüm dünyaya deklare etti. Askeri yönetimin tüm ülkeyi baştan sona denetlediği bir süreçte silahlı bir grup, iki ayrı kasabayı basarak, saatlerce propaganda yaparak, geri çekiliyordu.

Eruh Şemdinli baskını öncesinde, FKBDC üyelerine çağrıda bulunarak, faşizme karşı birlikte askeri eylemlerde bulunma talebini iletmiş ancak, cephe üyesi örgütlerden, ”hazır olmadıkları” yanıtını almıştı. Bunun özerine, kendisinin hazır olduğunu ve eylemelere başlayacağını, diğer örgütlerinde hazır olmaları durumunda kendilerine katılabileceklerini” söyleyerek, eylemleri başlatmıştı.

1984 de Marksist olarak başladığı eylem sürecinde ciddi kayıplar vermiş ancak yine de eylemlerine devam etmişti. Kürt bölgelerinde yeteri kadar güçlenemiyor ve kitlesel katılımları sağlayamıyordu. Dinsel ve ulusal dokuları güçlü olan Kürt halkına Marksizm vurgusu ile ulaşmak oldukça zor oluyordu.  Daha ulusalcı bir kimliğe dayanma ihtiyacı kendisini dayatıyordu.

1989 sonrasında bayrağından orak çekiç amblemini çıkartarak kendisini Kürt hareketi olarak tanımlamış, silahlı mücadelesinin hedefini de özgür Kürdistan olarak belirlemiştir. Ancak 2000’li yıllar da ayrılma talebi yerine özgürlükçü, demokratik cumhuriyet ve anayasal vatandaşlık talebini seslendirmeye başlamıştır. Ayrılıktan yana olmadığını her fırsatta belirterek, mücadelesinin amacının, Türkiye de yaşayan Kürt halkına anayasal vatandaşlık hakkının tanınması, bölgesel özerklik verilmesi, kültürel hakların tanınması olduğunu ifade etmiştir. Yani birlikte yaşam koşullarının sağlanması üzerine formüle ettiği taleplerinin yerine getirilmesini istemektedir.

Türk sorunu mu Kürt sorunu mu?

Gelinen noktada Türk ve Kürt halkı arasında ki öncelikli sorun “şiddet”tir. Kaynağını tarihten alan bu şiddet bir an önce durdurulmalı ve sorun siyasal olarak, demokratik zeminde çözülmelidir. 1984 yılından bu yana 50 000 kişi yaşamını kaybetti. Her yıl 1500 Kürt genci dağa çıkarak çatışmalarda yer alıyor. Bu kirli savaşta harcanan toplam para 300 milyar dolar. 30 yıla yakın bir süredir bir yöntem olarak kullanılan şiddetin bedeli ağır olmuştur. Artık bu acıya son verilmelidir. Şiddetin dozu çözüm değildir. Sorunun tarihsel sürecinde, şiddetin her boyutu kullanılmış, acı ve gözyaşı dışında hiçbir sonuca ulaşılamadığı görülmüştür.

Sorunun tarafları var ise çözümünde tarafları vardır. Bu taraflar sorunun çözümü için demokratik zeminde yan yana gelmeli ve birlikte yaşam koşullarını oluşturmalıdır. Kürt sorunu yalnızca Kürtlerin sorunu değildir. Kürt sorunu aynı zamanda bir Türk sorunudur. Bir demokrasi sorunudur.

BARIŞ yada ÇÖZÜM süreci

Toplumsal barış yada çözüm süreci kavramı son dönemlerde oldukça sık kullanılmaya, tıkanan sürecin aşılmasında önemli bir argüman olarak seslendirilmeye başlandı. Çatışmaların yoğunlaştığı her süreçte, toplumsal barış ve demokratik çözüm adı altında yine barış talebi gündeme gelmektedir. Uzunca yılları bulan, taraflardan hiç birinin diğeri üzerinde tam bir etkinlik oluşturamadığı bir süreçte, barış talebinin yükselmesi olağan bir durumdur.

Barış çatışmanın var olduğu koşullarda ancak söz konusu olabilir. Çatışan taraflar vardır ve bu çatışma, tüm toplumsal yaşamı olumsuz olarak etkilemektedir. Barış bu anlamda, çatışmanın sonlandırılması amacıyla kullanılmaktadır.

Çatışan güçlerden hiç birisi, bir diğerinin üzerinde, çatışmaları sonlandırılacak boyutta bir etkinlik ve üstünlük sağlayamaması durumunda barış koşulu olgunlaşır.

Barış durumu aslında bir denge durumudur. Çatışan güçler, değişik çatışma evrelerinde, birbirlerinin üzerinde tam bir tahakküm sağlayamaması, bir gücün karşıt gücü, güç olmaktan çıkartamaması durumu, barış durumudur.

Çatışma, karşıt güçlerin, kendi doğrularını, birbirilerinin üzerinde etkin kılma adına yaptıkları bir eylemdir. Çatışma, çatışan güçlerin, çatışabilecek denklikte, karşılıklı bir güç savaşını belli bir süre götürebilecek bir etkinlikte olmaları durumunda ancak var olabilir.

Toplumsal barıştan bahsedildiği noktada, toplumsal bir çatışma vardır demektir. Toplumun bütününü etkileyen, kendi standardında varlığını sürdüremiyor olma durumunda bir toplumsal çatışmadan bahsedilir. Toplumsal çatışmadan bahsedildiğinde, toplumun her kesiminin birbirisiyle çatışması demek değildir. Toplumun tamamını etkileyen, nitelik olarak toplumsal olan çatışma demektir.

Toplumsal barış, toplumsal çatışmanın sonlandırılması ve toplumun tamamının çatışmasız bir biçimde, yaşamını sürdürebilme koşullarına sahip olması demektir.

Çatışan güçlerden birisi, diğerinin üzerinde tam tahakküm kurması, veya çatıştığı gücü yok etmesi dudumu başka bir durumdur. Böylesi bir durumda barışa ihtiyaç yoktur. Zaten çatışan güçlerden birisi, bir diğerini hareketsiz kılmış, çatışmayı sürdüremez duruma getirmiş ise, çatışmayı var eden sorunu başka bir yöntemle çözmüş olur. Böylesi bir koşulda da barışa artık ihtiyaç kalmamıştır.

Barış, çatışan güçlerden birisinin diğer güçler üzerinde belirleyici bir etkinliği var ise, güçlü olan, çatışan ve güçsüz olan diğer güçleri hırpaladığı, ezdiği, soluksuz bıraktığı koşullarda söz konusu olamaz. Böylesi koşullarda barış talebi bile seslendirilemez. Çatışan her iki tarafta barışı seslendirme durumunda olamaz. Güçlü olan zaten süreci belirlediği için, barışa ihtiyaç duymaz, kendi doğrularını kabullendirme yoluna gider, Zayıf olan ve hırpalanan kesim ise, barış isteyecek psikolojik gücü bile kendisinde bulamaz. Böylesi bir durumda barış talebinin seslendirmesi, teslimiyet olacağı için, çatışan ve güçlü olanın yaptırımını kabullenmiş olacaktır.

Her iki durumda da olacak şey barış değildir. Barış, ancak ve ancak, çatışan tarafların birbirileri üzerinde üstünlük sağlayamaması durumunda ortaya çıkar. Bir denge durumudur. Çatışan taraflar, pek çok yöntem kullanarak birbirlerinin üzerinde etkinlik sağlamaya, birbirlerini hareketsiz bırakmaya çalışmışlar, ancak bunda başarılı olamamışlardır. Çatışmayı sürdürmek artık bir kazanım sağlamayacak noktaya gelmiştir. Çatışma, çatışan tüm tarafları yok etmeye, tüketmeye başlamıştır. Süreç tıkanmış ve çatışma bir yöntem olarak yaşanılan konjonktürde tıkanmayı aşacak bir yöntem olmaktan çıkmış ise artık barış zamanıdır.

Toplumsal barış ancak böyle sağlanabilir. Çatışan toplumsal güçlerden biri, diğerini yok ederken, barıştan söz edilemez. Güçlü olan belirleyicidir ve kuralları kendisi koymak isteyecektir. Güçsüz olan, çatışmayı sürdüremeyeceğinin kısa sürede farkına varacak ve güçlü olan bir biçimde süreci belirleyecektir.

Barış demek, barışmak demek değildir. Çatışan, karşıt güçlerin, birbirlerinin varlığını ve yaptırım gücünü kabul etmesi demektir. Karşıtların çatışılan noktada, birbirlerini kabul etmesi demektir.

Türkiye de Kürtler tek bir bölgede yaşamıyor

Türkiye de yaşayan Kürt nüfus, diğer ülkelerde yaşanan Kürtlerden ciddi anlamda değişik konumdadırlar. Özellikle Kuzey Irak da yaşayan sayıları 3 milyon 250 bin kadar olduğu söylenen Kürt nüfus ağırlıklı olarak Kuzey bölgesinde, Erbil, Süleymaniye, Musul ve kısmen de Kerkük de yaşamaktadır. Bağdat ve diğer pek çok kentte ise yok denecek kadar ancak Kürt nüfus mevcuttur. Yaşadıkları bölgede önemli ölçüde iktisadi yaşam birlikteliği sağlamış ve ortak davranış kabiliyeti geliştirebilmişlerdir. Şu an ise özerk bir yapıda kendi ekonomileri, siyaseti ve yerel güvenlik güçleriyle bölgesel devlet konumundadırlar.

Suriye de yaşan Kürtler ise, ağırlıklı olarak Afrin, Kamışlı ve Haseki kentlerinde, Arap aşiretleriyle birlikte yaşamaktadırlar. Birkaç belde ve köy dışında, yalnızca Kürt nüfusun yaşadığı bölge yoktur. Ortak yaşam alışkanlıkları gelişmiş ve siyaseten de Kürt nüfusun yaklaşık  % 50 ye yakın kısmı BAAS partisi içerisinde siyaset yapmakta,  mecliste yer almakta ve bazı dönemler Bakanlık görevi üstlenmektedirler. (Kimliksiz olduğu söylenen Kürtler ağırlıklı olarak Türkiye’den göç eden ve Kürt nüfus içerisinde ki oranı %1.5 geçmeyen kesimdir. 1962 yılında yapılan düzenlemeler ile bu kesimlere de vatandaşlık hakkı verilmiştir.)

Türkiye de ise durum çok daha farklıdır.  Yaklaşık 20 milyon nüfusa sahip oldukları ifade edilen Kürt yurttaşların ağırlıklı kısmı, Kürt bölgelerinin dışında yaşamakta ve yaşadıkları alanlarda ekonomik ve sosyal entegrasyonu sağlamış durumdadırlar. Yalnızca İstanbul da yaşayan Kürt nüfusun 4 milyon civarında olduğu, diğer büyük kentlerle birlikte bu rakamın 15 milyon civarında olduğu belirtilmektedir. Bu tarihsel birliktelik Türkiye de yaşanan Kürt sorununu demokratik bir sorun olarak dayatmaktadır. Ayrılık talebi hem istem düzeyinde hem de reel anlamda karşılığı olmayan bir taleptir.

Türkiye de yaşayan Kürt halkını kategorize ettiğimizde;
* Sisteme entegre olanlar,
*Sistem dışına itilmiş olanlar,
*Ve sistemden beslenenler olarak ayrıştırmak mümkündür.

Ağırlıklı olarak metropol kentlerde, diğer etnik yapıdan insanlarla birlikte yaşayan, sistemin bir halkasında yerleşik ve kalıcı bir yaşam olanağı edinen kesim, siyasal tercihlerini de bu eksende kullanmaktadırlar. Sistemle doğrudan çatışmaya girmeyen, komşusunun etnik kimliği ile çok fazla ilgili olmayan, kamuda veya metropol kentin yarattığı olanaklarda iş edinen bu Kürt nüfus, sınıfsal yapısına göre siyasal olarak biçimlenmektedir. Önemli bir kesimi muhafazakâr –İslami- ve merkeze yakın siyasal yapılar içerisinde yer alırken, diğer bir kesimi ise siyaseten daha muhalif yapılarda yer alırlar. Metropol kentlerde yaşayıp da, yerleşik bir yaşam olanağı yaratamamış veya sistemin ekonomik yıkımından kurtulamamış bir kesim ise geldiği yerelliğin ve etnik yapının siyasal ekseninde yer almaktadırlar.

Kürt kentlerinde yaşayan Kürt halkının önemli bir kısmı, PKK’nın eylemliliği ile kazandığı siyasal perspektifi doğru olarak kabul etmekte ve çözümü aynı siyasal iradenin etkinliğinde görmektedir. Bu kesim her geçen gün daha politize olarak süreçte aktif rol üstlenmektedir. PKK’nın silahlı gücü ve askeri eylemliliği bu kesimlerce meşru görülmekte ve bir çözüm yöntemi olarak algılanmaktadırlar. Burada yaşayan halkın siyasal iradesini ağırlıklı olarak PKK ve benzeri siyasal eksendeki diğer yapılar temsil etmektedirler. Bunu açıkça görmek ve kabul etmek gerekmektedir. Bu bölgede yaşayan Kürt halkı, 25 yılı aşkın süredir devam eden şiddetten en fazla etkilenen, en fazla kayıp veren, en fazla acı çeken ve yaptırma maruz kalan kesimdir. Bu anlamıyla daha dinamik, daha aktif ve daha radikal olarak süreçte yer almaktadırlar. Etnik bilinç anlamında daha belirgin olan bu bölge insanları, aynı zamanda çözümü en fazla isteyen kesimlerdir de… En yakınlarını bu şiddet ortamında kayıp etmiş bu insanlar, sorunda öncelikli taraftır.

Sistemden beslenenler şiddet ortamının devamından yana olanlardır. Çatışma ortamı sürdükçe sistemden beslenmeye, siyasal ve ekonomik güçlerine, güç katmaya devam edeceklerdir. İktidar partilerinde görevler alıp, etnik kimliklerini inkar ederek, rant ilişkileri içerisinde yer almaktadırlar. İşbirlikçi ve rantiyecidirler. Bu anlamıyla da sorunda, iktidardan taraftırlar.

Ya dilimden ya dinimden

Kürt siyasetini tarihsel olarak bu iki temel öğe belirlemiştir. Din ve dil üzerine oluşturulan siyasal etkinliklerle biçimlenen Kürt halkının tercihleri hep bu noktada olmuştur. Şafi mezhebinden olan Kürt halkının tercihinde İslamcı siyasal hareketler uzunca süre etkin olmuşlardır. Tarikatların ve dinsel motiflerin belirlediği sosyal ve siyasal ve yapılarda yer alan Kürt nüfusun ağırlıklı bir oranı bu gün AKP seçmeni durumundadır. AKP oylarının yarıya yakınını Kürtlerden almaktadır. Aynı mezhebe sahip olmak tercih nedeni olarak öne çıkarken, tarikatların örgütlenmelerinin de bu süreçte belirleyici olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Ortak dil temelinde yani etnik yapı üzerinde biçimlenen siyasal hareketlerinde son yıllarda ciddi oranda ağırlığının arttığı görülmektedir. Özellikle PKK’nın Marksizm sonrası süreçte öne çıkarttığı bu oldu örgütlenmesinde önemli bir adım olmuştur. Sol ve sosyalist yapıların üzerine siyaset yaptıkları değerlerle örgütlenmelerinin zayıf olduğu bu coğrafyada, gericilik baskın bir öğe olarak belirleyici olmuştur.

Bu durum karşıtını da beslemekle birlikte Kürt sorununu demokratik çerçeveden çıkartarak, adeta bir etnik savaş noktasına taşınmasında etkin olmuştur. Türk milliyetçiliği bu eksende sürekli güçlenmiş, karşının eyleminden yaşam bulmuştur. Toplumu bölen, karşıtlar olarak birbirilerine yönelten, milliyetçiliği besleyen bu yanlış biçimleniş sorunun çözümünde önemli bir engel ola gelmiştir.

Marksizm’den İslamiyet’e: PKK

Öcalan’ın nevruz mesajı ciddi bir sorunu da gün ışığına çıkarttı. Öcalan mesajının bir yerinde;

“Bugün kadim Anadolu'yu Türkiye olarak yaşayan Türk halkı bilmeli ki Kürtlerle bin yıla yakın İslam bayrağı altındaki ortak yaşamları kardeşlik ve dayanışma hukukuna dayandığını” söyleyerek, Türk ve Kürt halkının tarihsel birlikteliğini ‘İslam’a’ bağlıyordu. Ayrı bayrağın altında yeniden birleşilebileceğine vurgu yaparak, İslamcı güçlere ciddi mesajlar veriyordu. AKP’nin bölgede yürüttüğü Sünni politikaya denk düşecek bir biçimde yapılan bu açıklama, başta sosyalistleri ve devrimcileri olmak üzere ciddi bir kaygı yarattı.

Yıllardır mücadelede Kürt halkının bir biçimde yanında olan sol ve sosyalist kesim, emek ve demokrasi ekseninde halkların yan yana gelmesi gerektiğini, ağır bedellerle yürütülen mücadele de kazanımın bu eksende olabileceğini vurgularken, PKK lideri, İslam bayrağını işaret ediyordu.

Tarihte de mevcut iktidarlarla işbirliği içerisinde, isyanları ve ayaklanmaları bastırma görevi üstlenen, katliamlar yapan Hamidiye alayları mevcut iken, gelinen bu nokta “acaba” sorusunu tekrar gündeme taşıdı. AKP gibi gerici faşist bir partinin, kendi amaçlarına ulaşmak için Kürt halkını ve önderliğini “ikinci Hamidiye alaylarına” dönüştürmek istemesi normal ve beklenilen bir şeydi. Ancak mücadele sürecinde sol ve devrimci eksende ilişkilerde var olan Kürt hareketinin böylesi gerici ve tehlikeli bir noktada uzlaşması endişe verici olarak algılandı.

Öcalan’ın; “Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed'in mesajlarındaki hakikatler, bugün yeni müjdelerle hayata geçiyor, insanoğlu kaybettiklerini geri kazanmaya çalıştığı” açıklaması ise, referans kaynaklarının değiştiği, Marksizm dışında dinsel verileri referans olarak almaya başladığı olarak değerlendirilmektedir.

Özellikle de “Demokratik Modernite” olarak adlandırdığı önermesinin kapsamına  “ezilen mezhepleri, tarikatları ve diğer kültürel varlık sahiplerini” de alması, mezhepleri, tarikatları ve Cemaaatları modern yaşamın bir kaçınılmazlığı olarak algılaması, demokrasi mücadelesinin dışına çıktığı şeklinde yorumlanmaktadır.

Öcalan Nevroz mesajında; “Tüm ezilen halkları, sınıf ve kültür temsilcilerini; en eski sömürge ve ezilen sınıf olan kadınları, ezilen mezhepleri, tarikatları ve diğer kültürel varlık sahiplerini, işçi sınıfının temsilcilerini ve sistemden dışlanan herkesi çıkışın yeni seçeneği olan Demokratik Modernite Sistemi'nde yer tutmaya, zihniyet ve formunu kazanmaya çağırıyorum,” demişti.

Ayrıca mesajda yer alan; “Ortadoğu'nun temel iki stratejik gücü olarak kendi öz kültür ve uygarlıklarına uygun şekilde demokratik modernitemizi inşa etmeye çağırıyorum,” belirlemesi, AKP’nin bölgeye dönük hedeflerini içermesi anlamına gelmektedir ki, buda tüm bölge ülkeleri açısından ciddi bir sıkıntı oluşturmaktadır.

Irak, İran, Suriye Türkiye de yaşayan Şii ve alevi kimliklerin dışında, Türk ve Kürt stratejik ortaklığı ile Sünni bir hat oluşturmayı hedeflemesi Orta doğu bölgesi açısından ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Öcalan’ın var olan bu kaygıyı daha da samuta taşıyan bu açıklamaları, AKP’nin çözüm süreci diye adlandırdığı süreçte ki kazanımını açıkça yansıtmaktadır.


Öcalan din ve tarikatlar konusunda daha önce ne demişti?

Öcalan 1991 yılında yayınlanan “Din sorununa devrimci yaklaşım” isimli kitap da, islama, tarikatlara, Şii ve Alevilere nasıl baktığını özetle şöyle ortaya koyuyordu;

(…) hem Musa hem de İsa Filistin de ortaya çıkar. Bir peygamber geleneği vardır. 124 bin peygamberden bahsediliyor. Öyle anlaşılıyor ki irili ufaklı her kabile nerdeyse bir peygamberde ortaya çıkmıştır. O zaman ki gelenek, peygambersel gelenektir. Peygambersiz bir yaşam düşünülemiyor. Dinsiz yaşam düşünülemiyor. Ortaya çıkan her öncü kendisini peygamber olarak gösteriyor. (sy:26)

Muhammed de bunların içinde yetişiyor ve bu çelişkileri görüyor. Hıristiyanlık ve Musevilik tarafından tam bir çember içine alınmıştır ve orada ortaya çıkan her öncü kendisini peygamber ilan ediyor. O zaman ne yapacaktır? Bu koşullar altında ticaret hayatına atılıyor. Bir güç olma gereğine inanıyor ama Arap kabileleri ve kabile tanrıları geliştirmek istedikleri otoriteye, düzene son derece karşıdırlar.

(…) Devletin resmi dinine karşı çıkar imparatorluğun ezdiği kesimlere sahip çıkar; yine kabilelerin, o içinden çıkılmaz dinlerine, tanrılarına, putlara karşı hepsinin çıkarlarını dile getiren tek tanrılı dine ihtiyaç vardır. Musa ve İsa yalnız Yahudilerin ve Hristiyanların peygamberidir. Ama Muhammed “ben yalnız Arapların peygamberiyim” demez; çünkü bu, o zamanki koşullara denk gelmez. Yine İsa “tanrıyım” diyor. Bu nedenle Muhammed kendisini tanrı ilan etmez. Yapması gereken en uygun şey nedir? Geleneklere de dayanarak, kendisini tanrının elçisi, bütün insanlığın peygamberi ilan eder. Hem de son peygamberdir. (sy:27)

(...)Muhammedin yakınlarından olan ve gerçekten tamamen militanca İslam’a hizmet etmiş, bu konuda büyük özveri ve cesaret göstermiş, aynı zamanda çok bilinçli, islamın özüne ve onun eşitlikçi adil özüne inanmış, mal ve mülke göz dikmeyen, otoriteyle başı dönmeyen İmam Ali’nin başını çektiği kesim vardır. (…) Yani Alevilik diyebileceğimiz, Ali’nin tutumundan yana olma temelinde bir kesim gelişir. Fakat bu bölünmede Emevi sülalesi baskın çıkar. Bu baskın çıkışın kaynağında iktidara sahip oluş vardır. İktidar Emevilerin elindedir. Emeviler o dönem Şam’da kurumlaşmışlardır. İktidar ve para ellerindedir, olanakları geniştir.  (…)  Diğer kesim olan Aleviler, yani Ali yanlıları, daha çok ideolojik saflığa-arılığa bağlı kaldıkları, kimseye para ve mülk dağıtmadıkları, özellikle imanla, islamın militan özüyle yaşamak istedikleri için, yaman savaşır, etkili savaşır ama hakim olamazlar. (Sy:31-32)

Görülüyor ki Şiiler islamın, imam Ali yandaşlığının en militan kesimidir. (…) İrani kavimlerin uğradığı katliamlara karşı bir tepki özelliği taşır. Ve kendisini sürekli savunmada bulur. Bu anlamda belli bir haklılık yönü vardır. Zulme ve haksızlığa karşıdır. Sürekli savaşım içindedir ve dolayısıyla militancadır. (Sy:33)

(…) Türk ve İslam ilişkilerini önemle ele alıyoruz. Bunlar islamın en sağcı, en ganimetçi, en gaddar özelliklerini esas alıyorlar. Bu ne demek? İslamın gerçek devrimcileştirici, uygarlaştırıcı yönüne karşı en sağcı, gerici, katliamcı özelliklerini esas alıyorlar. ( Sy:37)

O halde görevimiz, özellikle tehlikeli bir hal almış bulunan en çok ideolojik olarak teşhir ve tecrit etmemiz gereken bu tarikatların maskelerini düşürmek, bunların islamla ilgisinin olmadığını, islamı sömürücü amaçlar için alet olarak kullandıklarını (…) göstermek ve bunları etkisizleştirmektir. Çünkü çığ gibi gelişen bu tarikatlar ülkemizde ajan çeteleri durumuna gelmişlerdir. (Sy:85)