Marksizm’den siyasal İslam’a:
Kürt Hareketi
AKP’nin “açılım” girişimiyle başlayan çözüm süreci
Kürt sorununu yeniden gündeme taşıdı. PKK’nın Genel Sekreteri Abdullah Öcal ile
İmralı da yapılan görüşmeler ve tutanaklarının kamuoyuna sızmasıyla, sorun daha
bir yakıcı halde kendisini dayatmaya başladı.
Öcalan’ın Nevroz kutlamalarına gönderdiği
mesajın içeriğinde ki din vurgusu ise, solu yeni bir tartışmaya yöneltti.
Öcalan ve PKK Markizimden gelip İslami bir çizgiye mi kaymışlardı? Öcalan’ın
İslami vurgusu, yıllardır islamın birleştirici rolüne dikkat çekmesi, AKP’nin
islamı referansları kullanan bir parti olması kafaları karıştırdı.
Kamuoyuna
sızan tartışma tutanaklarında, Öcalan’ın “Başkanlık sistemine geçişte AKP’yi
destekleyebiliriz” söylemi, AKP ile PKK
arasında başkanlık sistemini de kapsayan ciddi bir pazarlık olduğu vurgusunu
güçlendirdi. Başbakan Erdoğan’ın “pazarlık etmedik” ısrarına rağmen, kamuoyuna
yansıyan gelişmeler, İmralı’dan ve Kandilden yapılan açıklamalar, bir
pazarlığın yapıldığını gösteriyor.
Kuşkusuz
her sorun karşılıklı bulunan noktalardan, geri adımlar atılması, tavizler
verilmesi ve her iki tarafından kendi tercihleri dışında farklı noktalarda
uzlaşmayı gerektirir. Ancak karşılıklı verilen bu tavizler, adına hareket
edilen gerçekliğin ötesi geçmesi durumunda yeni sorunların, yeni çatışmaların
yaratılmasına neden oluşturur. Tehlikeli olan ve dikkat edilmesi gereken, çözün
diye yola çıkılan süreçte, yeni sorunlar yaratmamak, halkların geleceklerini
tahdit altına alacak adımlardan uzak durmaktır. Tartışmalar bu noktada
odaklaşmaktadır.
Marksist
bir hareket olarak PKK
PKK
(Kürdistan İşçi Partisi) ulusal nitelikte bir devrimci hareket olarak ortaya
çıkmıştır. İlk yıllarda siyasal olarak devleti kapitalist olarak nitelemiş ve
“Kapitalist devlet, Türk ve Kürt halkını ayırt etmeden sömürmekte, baskı ve
şiddete dayalı olarak siyasal iktidarını sürdürmektedir,” tespitini yapmıştı.
Sömürgeci tek devlete karşı tek devrim yapılmalıydı ve Türk ve Kürt halkının
tek kurtuluşu sosyalizmdi.
PKK
uzunca yıllar bu siyasal eksende mücadelesini sürdürdü. Kendisini Kürt solu ya da, Kürdistan sosyalist
hareketi olarak tanımladı. Sol,
Sosyalist ve devrimci hareketler içerisinde yer aldı. 12 Eylül öncesi dönemde,
özellikle doğu illerinde ki etkinliği ve diğer Kürt örgütlerine karşı
kullandığı şiddet ile öne çıktı. Kısa sürede, diğer Kürt hareketleri
içerisinden sıyrılarak, ciddi bir etkinliğe kavuştu. Kendisinden çok önce
bölgede var olan hareketleri ve örgütleri tasfiye ederek, bölgede belirleyici
güç konumuna yükseldi.
Bölgede
yaygın olarak gerçekleştirdiği şiddet eylemleri ve aşiretlerle girdiği silahlı
çatışmalar kısa sürede PKK’yı bölgede etkin bir güç durumuna getirdi.
12
Eylül darbesi ile diğer sol örgütler gibi PKK da ciddi darbeler alarak,
gerileme sürecine girdi. Yönetici kadrolarının önemli bir kısmı cezaevlerine
tıkılırken Öcalan yurtdışına çıkmayı başardı.
Diyarbakır
cezaevinde yaşanan insanlık dışı işkencelere karşı direnen PKK hareketi bu
süreçte pek çok önder kadrosunu kaybetti. Mazlum Doğan, Kemal Bir ve Mehmet
Hayri Durmuş gibi önemli kadrolarını ölüm oruçlarında ve işkencelerde kaybetti.
Diyarbakır direnişi ile yeniden mücadeleye tutunan PKK kısa toparlanarak askeri
darbeye karşı mücadelenin hazırlıklarına başladı.
12
Eylül askeri darbesi sonrasında, 1982 yılın kurulan ve birlikte mücadeleyi –tek
devlete tek devrimi- savunan FKBDC (Faşizme karşı birleşik direniş cephesi)
içerisinde yer aldı. Bu yapıda PKK dışında DEV-YOL, DEVSOL, PAZRTİZAN, ACİL,
VATAN PARTİSİ, TKEP vb. gibi örgütler de yer almaktaydı. Diğer bir ifadeyle PKK
bu dönemde, ayrı bir devrimden ve ayrılmaktan yana değil, ortak devrimden yana
olan, kendisini sosyalist olarak tanımlayan, bayrağında orak-çekiç olan bir
örgüttü. 1984 eylemlerine kalkıştığında da bu siyasal biçimlenişten farklı değildi.
PKK
Yurtdışında ağırlıklı olarak Lübnan da bulunan Filistin kamplarında uzun süre
kalmış ve burada askeri ve teorik eğitim çalışmaları yaparak kadrolarını
dinamik tutmayı başarmıştı. Türkiyeli diğer örgütler gibi Filistinlilere sağlanan
barınma ve maddi olanaklardan faydalanan PKK, ilk eylemlerinde kullandığı silah
ve teçhizatı da buradan edinmişti. Filistinli örgütler kendileri ile birlikte
kalan siyasal örgütlere benzer yardımlarda bulunarak, dayanışma gösterirlerdi.
Bu yardımlar kimi zaman silah, kimi zaman barınma olur iken bazen de maaş ödeme
şeklinde olabiliyordu.
Sayıları
400-500 civarında olan PKK’lılar açık askeri mücadeleye, Filistin kamplarında
sıkı bir şekilde hazırlanarak girdiler. İlk Türkiye sızma ve eylem girişiminde
başarısız olan ve sınırda çıkan çatışma sonrasında kayıplarla geri dönmek
zorunda kalan PKK, kısa bir süre sonra Eruh ve Şemdinli baskınlarını
gerçekleştirdi.
1984
Ağustos ayında yaptığı Eruh Şemdinli baskınlarıyla açık açık askeri mücadeleyi
başlattığını tüm dünyaya deklare etti. Askeri yönetimin tüm ülkeyi baştan sona
denetlediği bir süreçte silahlı bir grup, iki ayrı kasabayı basarak, saatlerce
propaganda yaparak, geri çekiliyordu.
Eruh
Şemdinli baskını öncesinde, FKBDC üyelerine çağrıda bulunarak, faşizme karşı
birlikte askeri eylemlerde bulunma talebini iletmiş ancak, cephe üyesi
örgütlerden, ”hazır olmadıkları” yanıtını almıştı. Bunun özerine, kendisinin
hazır olduğunu ve eylemelere başlayacağını, diğer örgütlerinde hazır olmaları
durumunda kendilerine katılabileceklerini” söyleyerek, eylemleri başlatmıştı.
1984 de
Marksist olarak başladığı eylem sürecinde ciddi kayıplar vermiş ancak yine de
eylemlerine devam etmişti. Kürt bölgelerinde yeteri kadar güçlenemiyor ve
kitlesel katılımları sağlayamıyordu. Dinsel ve ulusal dokuları güçlü olan Kürt
halkına Marksizm vurgusu ile ulaşmak oldukça zor oluyordu. Daha ulusalcı bir kimliğe dayanma ihtiyacı
kendisini dayatıyordu.
1989
sonrasında bayrağından orak çekiç amblemini çıkartarak kendisini Kürt hareketi
olarak tanımlamış, silahlı mücadelesinin hedefini de özgür Kürdistan olarak
belirlemiştir. Ancak 2000’li yıllar da ayrılma talebi yerine özgürlükçü,
demokratik cumhuriyet ve anayasal vatandaşlık talebini seslendirmeye
başlamıştır. Ayrılıktan yana olmadığını her fırsatta belirterek, mücadelesinin
amacının, Türkiye de yaşayan Kürt halkına anayasal vatandaşlık hakkının tanınması,
bölgesel özerklik verilmesi, kültürel hakların tanınması olduğunu ifade
etmiştir. Yani birlikte yaşam koşullarının sağlanması üzerine formüle ettiği
taleplerinin yerine getirilmesini istemektedir.
Türk sorunu
mu Kürt sorunu mu?
Gelinen
noktada Türk ve Kürt halkı arasında ki öncelikli sorun “şiddet”tir. Kaynağını tarihten alan bu şiddet bir an önce
durdurulmalı ve sorun siyasal olarak, demokratik zeminde çözülmelidir. 1984
yılından bu yana 50 000 kişi yaşamını kaybetti. Her yıl 1500 Kürt genci dağa
çıkarak çatışmalarda yer alıyor. Bu kirli savaşta harcanan toplam para 300
milyar dolar. 30 yıla yakın bir süredir bir yöntem olarak kullanılan şiddetin
bedeli ağır olmuştur. Artık bu acıya son verilmelidir. Şiddetin dozu çözüm
değildir. Sorunun tarihsel sürecinde, şiddetin her boyutu kullanılmış, acı ve
gözyaşı dışında hiçbir sonuca ulaşılamadığı görülmüştür.
Sorunun
tarafları var ise çözümünde tarafları vardır. Bu taraflar sorunun çözümü için
demokratik zeminde yan yana gelmeli ve birlikte yaşam koşullarını oluşturmalıdır.
Kürt sorunu yalnızca Kürtlerin sorunu değildir. Kürt sorunu aynı zamanda bir
Türk sorunudur. Bir demokrasi sorunudur.
BARIŞ yada ÇÖZÜM süreci
Toplumsal
barış yada çözüm süreci kavramı son dönemlerde oldukça sık kullanılmaya,
tıkanan sürecin aşılmasında önemli bir argüman olarak seslendirilmeye başlandı.
Çatışmaların yoğunlaştığı her süreçte, toplumsal barış ve demokratik çözüm adı
altında yine barış talebi gündeme gelmektedir. Uzunca yılları bulan,
taraflardan hiç birinin diğeri üzerinde tam bir etkinlik oluşturamadığı bir
süreçte, barış talebinin yükselmesi olağan bir durumdur.
Barış
çatışmanın var olduğu koşullarda ancak söz konusu olabilir. Çatışan taraflar
vardır ve bu çatışma, tüm toplumsal yaşamı olumsuz olarak etkilemektedir. Barış
bu anlamda, çatışmanın sonlandırılması amacıyla kullanılmaktadır.
Çatışan
güçlerden hiç birisi, bir diğerinin üzerinde, çatışmaları sonlandırılacak
boyutta bir etkinlik ve üstünlük sağlayamaması durumunda barış koşulu
olgunlaşır.
Barış
durumu aslında bir denge durumudur. Çatışan güçler, değişik çatışma
evrelerinde, birbirlerinin üzerinde tam bir tahakküm sağlayamaması, bir gücün
karşıt gücü, güç olmaktan çıkartamaması durumu, barış durumudur.
Çatışma,
karşıt güçlerin, kendi doğrularını, birbirilerinin üzerinde etkin kılma adına
yaptıkları bir eylemdir. Çatışma, çatışan güçlerin, çatışabilecek denklikte,
karşılıklı bir güç savaşını belli bir süre götürebilecek bir etkinlikte
olmaları durumunda ancak var olabilir.
Toplumsal
barıştan bahsedildiği noktada, toplumsal bir çatışma vardır demektir. Toplumun
bütününü etkileyen, kendi standardında varlığını sürdüremiyor olma durumunda
bir toplumsal çatışmadan bahsedilir. Toplumsal çatışmadan bahsedildiğinde,
toplumun her kesiminin birbirisiyle çatışması demek değildir. Toplumun tamamını
etkileyen, nitelik olarak toplumsal olan çatışma demektir.
Toplumsal
barış, toplumsal çatışmanın sonlandırılması ve toplumun tamamının çatışmasız
bir biçimde, yaşamını sürdürebilme koşullarına sahip olması demektir.
Çatışan
güçlerden birisi, diğerinin üzerinde tam tahakküm kurması, veya çatıştığı gücü
yok etmesi dudumu başka bir durumdur. Böylesi bir durumda barışa ihtiyaç
yoktur. Zaten çatışan güçlerden birisi, bir diğerini hareketsiz kılmış,
çatışmayı sürdüremez duruma getirmiş ise, çatışmayı var eden sorunu başka bir
yöntemle çözmüş olur. Böylesi bir koşulda da barışa artık ihtiyaç kalmamıştır.
Barış,
çatışan güçlerden birisinin diğer güçler üzerinde belirleyici bir etkinliği var
ise, güçlü olan, çatışan ve güçsüz olan diğer güçleri hırpaladığı, ezdiği,
soluksuz bıraktığı koşullarda söz konusu olamaz. Böylesi koşullarda barış
talebi bile seslendirilemez. Çatışan her iki tarafta barışı seslendirme
durumunda olamaz. Güçlü olan zaten süreci belirlediği için, barışa ihtiyaç
duymaz, kendi doğrularını kabullendirme yoluna gider, Zayıf olan ve hırpalanan
kesim ise, barış isteyecek psikolojik gücü bile kendisinde bulamaz. Böylesi bir
durumda barış talebinin seslendirmesi, teslimiyet olacağı için, çatışan ve
güçlü olanın yaptırımını kabullenmiş olacaktır.
Her iki
durumda da olacak şey barış değildir. Barış, ancak ve ancak, çatışan tarafların
birbirileri üzerinde üstünlük sağlayamaması durumunda ortaya çıkar. Bir denge
durumudur. Çatışan taraflar, pek çok yöntem kullanarak birbirlerinin üzerinde
etkinlik sağlamaya, birbirlerini hareketsiz bırakmaya çalışmışlar, ancak bunda
başarılı olamamışlardır. Çatışmayı sürdürmek artık bir kazanım sağlamayacak
noktaya gelmiştir. Çatışma, çatışan tüm tarafları yok etmeye, tüketmeye
başlamıştır. Süreç tıkanmış ve çatışma bir yöntem olarak yaşanılan konjonktürde
tıkanmayı aşacak bir yöntem olmaktan çıkmış ise artık barış zamanıdır.
Toplumsal
barış ancak böyle sağlanabilir. Çatışan toplumsal güçlerden biri, diğerini yok
ederken, barıştan söz edilemez. Güçlü olan belirleyicidir ve kuralları kendisi
koymak isteyecektir. Güçsüz olan, çatışmayı sürdüremeyeceğinin kısa sürede
farkına varacak ve güçlü olan bir biçimde süreci belirleyecektir.
Barış
demek, barışmak demek değildir. Çatışan, karşıt güçlerin, birbirlerinin
varlığını ve yaptırım gücünü kabul etmesi demektir. Karşıtların çatışılan
noktada, birbirlerini kabul etmesi demektir.
Türkiye de Kürtler tek bir bölgede
yaşamıyor
Türkiye
de yaşayan Kürt nüfus, diğer ülkelerde yaşanan Kürtlerden ciddi anlamda değişik
konumdadırlar. Özellikle Kuzey Irak da yaşayan sayıları 3 milyon 250 bin kadar
olduğu söylenen Kürt nüfus ağırlıklı olarak Kuzey bölgesinde, Erbil,
Süleymaniye, Musul ve kısmen de Kerkük de yaşamaktadır. Bağdat ve diğer pek çok
kentte ise yok denecek kadar ancak Kürt nüfus mevcuttur. Yaşadıkları bölgede
önemli ölçüde iktisadi yaşam birlikteliği sağlamış ve ortak davranış kabiliyeti
geliştirebilmişlerdir. Şu an ise özerk bir yapıda kendi ekonomileri, siyaseti
ve yerel güvenlik güçleriyle bölgesel devlet konumundadırlar.
Suriye de
yaşan Kürtler ise, ağırlıklı olarak Afrin, Kamışlı ve Haseki kentlerinde, Arap
aşiretleriyle birlikte yaşamaktadırlar. Birkaç belde ve köy dışında, yalnızca
Kürt nüfusun yaşadığı bölge yoktur. Ortak yaşam alışkanlıkları gelişmiş ve
siyaseten de Kürt nüfusun yaklaşık % 50
ye yakın kısmı BAAS partisi içerisinde siyaset yapmakta, mecliste yer almakta ve bazı dönemler
Bakanlık görevi üstlenmektedirler. (Kimliksiz olduğu söylenen Kürtler ağırlıklı
olarak Türkiye’den göç eden ve Kürt nüfus içerisinde ki oranı %1.5 geçmeyen
kesimdir. 1962 yılında yapılan düzenlemeler ile bu kesimlere de vatandaşlık
hakkı verilmiştir.)
Türkiye
de ise durum çok daha farklıdır. Yaklaşık
20 milyon nüfusa sahip oldukları ifade edilen Kürt yurttaşların ağırlıklı
kısmı, Kürt bölgelerinin dışında yaşamakta ve yaşadıkları alanlarda ekonomik ve
sosyal entegrasyonu sağlamış durumdadırlar. Yalnızca İstanbul da yaşayan Kürt
nüfusun 4 milyon civarında olduğu, diğer büyük kentlerle birlikte bu rakamın 15
milyon civarında olduğu belirtilmektedir. Bu tarihsel birliktelik Türkiye de
yaşanan Kürt sorununu demokratik bir sorun olarak dayatmaktadır. Ayrılık talebi
hem istem düzeyinde hem de reel anlamda karşılığı olmayan bir taleptir.
Türkiye
de yaşayan Kürt halkını kategorize ettiğimizde;
* Sisteme
entegre olanlar,
*Sistem
dışına itilmiş olanlar,
*Ve
sistemden beslenenler olarak ayrıştırmak mümkündür.
Ağırlıklı
olarak metropol kentlerde, diğer etnik yapıdan insanlarla birlikte yaşayan,
sistemin bir halkasında yerleşik ve kalıcı bir yaşam olanağı edinen kesim,
siyasal tercihlerini de bu eksende kullanmaktadırlar. Sistemle doğrudan
çatışmaya girmeyen, komşusunun etnik kimliği ile çok fazla ilgili olmayan, kamuda
veya metropol kentin yarattığı olanaklarda iş edinen bu Kürt nüfus, sınıfsal
yapısına göre siyasal olarak biçimlenmektedir. Önemli bir kesimi muhafazakâr
–İslami- ve merkeze yakın siyasal yapılar içerisinde yer alırken, diğer bir
kesimi ise siyaseten daha muhalif yapılarda yer alırlar. Metropol kentlerde
yaşayıp da, yerleşik bir yaşam olanağı yaratamamış veya sistemin ekonomik
yıkımından kurtulamamış bir kesim ise geldiği yerelliğin ve etnik yapının
siyasal ekseninde yer almaktadırlar.
Kürt
kentlerinde yaşayan Kürt halkının önemli bir kısmı, PKK’nın eylemliliği ile
kazandığı siyasal perspektifi doğru olarak kabul etmekte ve çözümü aynı siyasal
iradenin etkinliğinde görmektedir. Bu kesim her geçen gün daha politize olarak
süreçte aktif rol üstlenmektedir. PKK’nın silahlı gücü ve askeri eylemliliği bu
kesimlerce meşru görülmekte ve bir çözüm yöntemi olarak algılanmaktadırlar.
Burada yaşayan halkın siyasal iradesini ağırlıklı olarak PKK ve benzeri siyasal
eksendeki diğer yapılar temsil etmektedirler. Bunu açıkça görmek ve kabul etmek
gerekmektedir. Bu bölgede yaşayan Kürt halkı, 25 yılı aşkın süredir devam eden
şiddetten en fazla etkilenen, en fazla kayıp veren, en fazla acı çeken ve
yaptırma maruz kalan kesimdir. Bu anlamıyla daha dinamik, daha aktif ve daha
radikal olarak süreçte yer almaktadırlar. Etnik bilinç anlamında daha belirgin
olan bu bölge insanları, aynı zamanda çözümü en fazla isteyen kesimlerdir de…
En yakınlarını bu şiddet ortamında kayıp etmiş bu insanlar, sorunda öncelikli
taraftır.
Sistemden
beslenenler şiddet ortamının devamından yana olanlardır. Çatışma ortamı
sürdükçe sistemden beslenmeye, siyasal ve ekonomik güçlerine, güç katmaya devam
edeceklerdir. İktidar partilerinde görevler alıp, etnik kimliklerini inkar
ederek, rant ilişkileri içerisinde yer almaktadırlar. İşbirlikçi ve
rantiyecidirler. Bu anlamıyla da sorunda, iktidardan taraftırlar.
Ya dilimden ya dinimden
Kürt
siyasetini tarihsel olarak bu iki temel öğe belirlemiştir. Din ve dil üzerine
oluşturulan siyasal etkinliklerle biçimlenen Kürt halkının tercihleri hep bu
noktada olmuştur. Şafi mezhebinden olan Kürt halkının tercihinde İslamcı
siyasal hareketler uzunca süre etkin olmuşlardır. Tarikatların ve dinsel
motiflerin belirlediği sosyal ve siyasal ve yapılarda yer alan Kürt nüfusun
ağırlıklı bir oranı bu gün AKP seçmeni durumundadır. AKP oylarının yarıya
yakınını Kürtlerden almaktadır. Aynı mezhebe sahip olmak tercih nedeni olarak
öne çıkarken, tarikatların örgütlenmelerinin de bu süreçte belirleyici olduğu
rahatlıkla söylenebilir.
Ortak dil
temelinde yani etnik yapı üzerinde biçimlenen siyasal hareketlerinde son
yıllarda ciddi oranda ağırlığının arttığı görülmektedir. Özellikle PKK’nın
Marksizm sonrası süreçte öne çıkarttığı bu oldu örgütlenmesinde önemli bir adım
olmuştur. Sol ve sosyalist yapıların üzerine siyaset yaptıkları değerlerle
örgütlenmelerinin zayıf olduğu bu coğrafyada, gericilik baskın bir öğe olarak
belirleyici olmuştur.
Bu durum
karşıtını da beslemekle birlikte Kürt sorununu demokratik çerçeveden
çıkartarak, adeta bir etnik savaş noktasına taşınmasında etkin olmuştur. Türk
milliyetçiliği bu eksende sürekli güçlenmiş, karşının eyleminden yaşam bulmuştur.
Toplumu bölen, karşıtlar olarak birbirilerine yönelten, milliyetçiliği besleyen
bu yanlış biçimleniş sorunun çözümünde önemli bir engel ola gelmiştir.
Marksizm’den İslamiyet’e: PKK
Öcalan’ın
nevruz mesajı ciddi bir sorunu da gün ışığına çıkarttı. Öcalan mesajının bir
yerinde;
“Bugün
kadim Anadolu'yu Türkiye olarak yaşayan Türk halkı bilmeli ki Kürtlerle bin
yıla yakın İslam bayrağı altındaki ortak yaşamları kardeşlik ve dayanışma
hukukuna dayandığını” söyleyerek, Türk ve Kürt halkının tarihsel birlikteliğini
‘İslam’a’ bağlıyordu. Ayrı bayrağın altında yeniden birleşilebileceğine vurgu
yaparak, İslamcı güçlere ciddi mesajlar veriyordu. AKP’nin bölgede yürüttüğü
Sünni politikaya denk düşecek bir biçimde yapılan bu açıklama, başta
sosyalistleri ve devrimcileri olmak üzere ciddi bir kaygı yarattı.
Yıllardır
mücadelede Kürt halkının bir biçimde yanında olan sol ve sosyalist kesim, emek
ve demokrasi ekseninde halkların yan yana gelmesi gerektiğini, ağır bedellerle
yürütülen mücadele de kazanımın bu eksende olabileceğini vurgularken, PKK
lideri, İslam bayrağını işaret ediyordu.
Tarihte
de mevcut iktidarlarla işbirliği içerisinde, isyanları ve ayaklanmaları
bastırma görevi üstlenen, katliamlar yapan Hamidiye alayları mevcut iken,
gelinen bu nokta “acaba” sorusunu tekrar gündeme taşıdı. AKP gibi gerici faşist
bir partinin, kendi amaçlarına ulaşmak için Kürt halkını ve önderliğini “ikinci
Hamidiye alaylarına” dönüştürmek istemesi normal ve beklenilen bir şeydi. Ancak
mücadele sürecinde sol ve devrimci eksende ilişkilerde var olan Kürt
hareketinin böylesi gerici ve tehlikeli bir noktada uzlaşması endişe verici
olarak algılandı.
Öcalan’ın;
“Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed'in mesajlarındaki hakikatler, bugün yeni
müjdelerle hayata geçiyor, insanoğlu kaybettiklerini geri kazanmaya çalıştığı”
açıklaması ise, referans kaynaklarının değiştiği, Marksizm dışında dinsel verileri
referans olarak almaya başladığı olarak değerlendirilmektedir.
Özellikle
de “Demokratik Modernite” olarak adlandırdığı önermesinin kapsamına “ezilen mezhepleri, tarikatları ve diğer
kültürel varlık sahiplerini” de alması, mezhepleri, tarikatları ve Cemaaatları
modern yaşamın bir kaçınılmazlığı olarak algılaması, demokrasi mücadelesinin
dışına çıktığı şeklinde yorumlanmaktadır.
Öcalan Nevroz mesajında; “Tüm ezilen halkları,
sınıf ve kültür temsilcilerini; en eski sömürge ve ezilen sınıf olan kadınları,
ezilen mezhepleri, tarikatları ve diğer kültürel varlık sahiplerini, işçi
sınıfının temsilcilerini ve sistemden dışlanan herkesi çıkışın yeni seçeneği
olan Demokratik Modernite Sistemi'nde yer tutmaya, zihniyet ve formunu
kazanmaya çağırıyorum,” demişti.
Ayrıca
mesajda yer alan; “Ortadoğu'nun temel iki stratejik gücü olarak kendi öz kültür
ve uygarlıklarına uygun şekilde demokratik modernitemizi inşa etmeye
çağırıyorum,” belirlemesi, AKP’nin bölgeye dönük hedeflerini içermesi anlamına
gelmektedir ki, buda tüm bölge ülkeleri açısından ciddi bir sıkıntı
oluşturmaktadır.
Irak,
İran, Suriye Türkiye de yaşayan Şii ve alevi kimliklerin dışında, Türk ve Kürt
stratejik ortaklığı ile Sünni bir hat oluşturmayı hedeflemesi Orta doğu bölgesi
açısından ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Öcalan’ın var olan bu kaygıyı daha
da samuta taşıyan bu açıklamaları, AKP’nin çözüm süreci diye adlandırdığı
süreçte ki kazanımını açıkça yansıtmaktadır.
Öcalan din ve tarikatlar konusunda
daha önce ne demişti?
Öcalan
1991 yılında yayınlanan “Din sorununa devrimci yaklaşım” isimli kitap da,
islama, tarikatlara, Şii ve Alevilere nasıl baktığını özetle şöyle ortaya
koyuyordu;
(…) hem
Musa hem de İsa Filistin de ortaya çıkar. Bir peygamber geleneği vardır. 124
bin peygamberden bahsediliyor. Öyle anlaşılıyor ki irili ufaklı her kabile
nerdeyse bir peygamberde ortaya çıkmıştır. O zaman ki gelenek, peygambersel
gelenektir. Peygambersiz bir yaşam düşünülemiyor. Dinsiz yaşam düşünülemiyor.
Ortaya çıkan her öncü kendisini peygamber olarak gösteriyor. (sy:26)
Muhammed
de bunların içinde yetişiyor ve bu çelişkileri görüyor. Hıristiyanlık ve
Musevilik tarafından tam bir çember içine alınmıştır ve orada ortaya çıkan her
öncü kendisini peygamber ilan ediyor. O zaman ne yapacaktır? Bu koşullar
altında ticaret hayatına atılıyor. Bir güç olma gereğine inanıyor ama Arap
kabileleri ve kabile tanrıları geliştirmek istedikleri otoriteye, düzene son derece
karşıdırlar.
(…)
Devletin resmi dinine karşı çıkar imparatorluğun ezdiği kesimlere sahip çıkar;
yine kabilelerin, o içinden çıkılmaz dinlerine, tanrılarına, putlara karşı
hepsinin çıkarlarını dile getiren tek tanrılı dine ihtiyaç vardır. Musa ve İsa
yalnız Yahudilerin ve Hristiyanların peygamberidir. Ama Muhammed “ben yalnız
Arapların peygamberiyim” demez; çünkü bu, o zamanki koşullara denk gelmez. Yine
İsa “tanrıyım” diyor. Bu nedenle Muhammed kendisini tanrı ilan etmez. Yapması
gereken en uygun şey nedir? Geleneklere de dayanarak, kendisini tanrının
elçisi, bütün insanlığın peygamberi ilan eder. Hem de son peygamberdir. (sy:27)
(...)Muhammedin
yakınlarından olan ve gerçekten tamamen militanca İslam’a hizmet etmiş, bu
konuda büyük özveri ve cesaret göstermiş, aynı zamanda çok bilinçli, islamın
özüne ve onun eşitlikçi adil özüne inanmış, mal ve mülke göz dikmeyen,
otoriteyle başı dönmeyen İmam Ali’nin başını çektiği kesim vardır. (…) Yani
Alevilik diyebileceğimiz, Ali’nin tutumundan yana olma temelinde bir kesim
gelişir. Fakat bu bölünmede Emevi sülalesi baskın çıkar. Bu baskın çıkışın
kaynağında iktidara sahip oluş vardır. İktidar Emevilerin elindedir. Emeviler o
dönem Şam’da kurumlaşmışlardır. İktidar ve para ellerindedir, olanakları
geniştir. (…) Diğer kesim olan Aleviler, yani Ali
yanlıları, daha çok ideolojik saflığa-arılığa bağlı kaldıkları, kimseye para ve
mülk dağıtmadıkları, özellikle imanla, islamın militan özüyle yaşamak
istedikleri için, yaman savaşır, etkili savaşır ama hakim olamazlar. (Sy:31-32)
Görülüyor
ki Şiiler islamın, imam Ali yandaşlığının en militan kesimidir. (…) İrani
kavimlerin uğradığı katliamlara karşı bir tepki özelliği taşır. Ve kendisini
sürekli savunmada bulur. Bu anlamda belli bir haklılık yönü vardır. Zulme ve
haksızlığa karşıdır. Sürekli savaşım içindedir ve dolayısıyla militancadır.
(Sy:33)
(…) Türk
ve İslam ilişkilerini önemle ele alıyoruz. Bunlar islamın en sağcı, en
ganimetçi, en gaddar özelliklerini esas alıyorlar. Bu ne demek? İslamın gerçek
devrimcileştirici, uygarlaştırıcı yönüne karşı en sağcı, gerici, katliamcı
özelliklerini esas alıyorlar. ( Sy:37)
O halde
görevimiz, özellikle tehlikeli bir hal almış bulunan en çok ideolojik olarak
teşhir ve tecrit etmemiz gereken bu tarikatların maskelerini düşürmek, bunların
islamla ilgisinin olmadığını, islamı sömürücü amaçlar için alet olarak
kullandıklarını (…) göstermek ve bunları etkisizleştirmektir. Çünkü çığ gibi
gelişen bu tarikatlar ülkemizde ajan çeteleri durumuna gelmişlerdir. (Sy:85)