31 Mart 2010 Çarşamba

Özgürüm!...

Yine buradayım...
Yanımda olan ve beni yanlız bırakmayan tüm dostlara teşekkürler. Yaşam paylaşıldıkça güzelleşir. Biz paylaştıkça büyürüz. Biz, biz oluruz...
oner.odemis@hotmail.com mail adresim ile masenger girşim, kapandı. Yeni bir mail adresi edineceğim en kısa sürede ve dostlarımla bir biçimde paylaşacağım. Aynı zamanda telefonlarım ve telefon numaralarım tamamen gitti. Hiç kimseye ulaşamıyorum... Tüm dostlara bir biçimde ulaşmaya çalışıyorum...
Yine birlikteyiz....

25 Mart 2010 Perşembe

YAŞAM BİZİ YENDİ!

Yaşam çok hızlı akıyor. Çoğu zaman yakalamakta güçlük çekiyoruz. Kimi zaman ise verdiğimiz kararlar yaşamın devinimi karşısında yetersiz kalabiliyor. İçinde yaşadığımız koşulları dikkate alarak olaylar karşısında duruş belirliyoruz. Köşeler çizip davranış kalıpları oluşturuyoruz. O an için, yaptıklarımız bize doğru gibi geliyor. Geçekte de, doğrudur. Ama bir süre sonra öyle bir zaman geliyor ki, çizdiğimiz çerçeveler, yaptığımız tanımlar, oluşturduğumuz kalıplar, süreci dolduramıyor. Bir eksiklik, bir yetersizlik olanca sancısıyla kendisini dayatıyor.

Bu değişime direniyoruz ilk başlarda. Önceki belirlemelerimize sadık kalmaya, daha değişim için uygun zemin olmadığını düşünmeye yöneliyoruz. Tutarlı olmak kendisini dayatıyor. Tutarlı olmak gerek ve ilk adımda hemen duruşu değiştirmemek gerek… Ama yaşam ayak diretiyor. Kendi kalıplarımız dar gelmeye, bizi boğmaya başlıyor. Yeni baştan her şeyi düşünmeye, yaşananları tartmaya koyuluyoruz. Sorgu üstüne sorgu yapıyoruz. İşin kolayına kaçmadan yeni baştan her şeyi didikliyoruz. Yaşama karşı kararlarımızın direnemediğini görüyoruz kimi zaman. Bazen ise biz direnememişizdir, yaşam karşısında.

Her iki sonuçta da, değişmesi gereken bir şeylerin olduğu ortaya çıkar. Ya kendimizi yada kararlarımızı değiştireceğiz. Artık arada başka çıkar yok kalmamıştır.

Özellikle insan ilişkilerinde böylesi kararsızlıklar yaşarız. Aldatılmak, yanıltılmak, harcanmak bizi kırar. Bunu biliriz ve fırsat vermemek için çaba gösteririz. Ama hep yeni baştan bunlara düşeriz. Yanıltılırız, kandırılır ve harcanırız. Öfke duyarız, tepki gösteririz kendi kendimize. Özensizliğimize ve dikkatsizliğimize kızarız. Hele de çok güvendiğimiz insanlardan gelirse bu tavır, çok daha yıpratıcı olur bizim için. En zayıf yerimizden hançerlenmiş gibi hissederiz kendimizi. Güvendiğimiz için zayıfladığımızı düşünürüz. Dikkati bırakmış, gardımızı gevşetmişizdir.

İşte böylesi dönemlerde, daha önce verdiğimiz kararlarımızı, ilke olarak kabul ettiğimiz doğrularımızı sorgulamaya başlarız. Yaşama karşı yenilmişlerdir. Diğer bir ifade ile yaşam, bizim kararlarımızı, doğrularımızı yenmiştir. Omuzlarım çökmüş halimizle, öfkemizi denetlemeye çalışırız. Yüreğimizin derinliklerine hançer gibi bir sızı saplanır. Döner dururuz, anlamsızca. Küfrederiz aklımıza gelen her şeye. Laneti kavramlara sığdıramayız. Taşıdığımızı sandığımız değerler, lime lime olur, dökülür. İnsanı ve insanın insan olarak taşıdığı değerleri sorgularız,işin içine kendimizi de çekerek. Savaşın orta yerinde silahını kaybetmiş asker telaşıyla savrulup dururuz, anlamsız alanlara.

Böylesi zamanlarda sorgulanır, yaşamlar. İlkeler, doğrular. Her şey toz duman içerisinde kalır. Önemli olan böylesi dönemlerde, kendini olayların dışına çıkartarak, bakabilmektir. Zor bir iştir ama başkaca da sağlıklı bir duruş belirleme olanağı yoktur. Sakinleşilemez, kişiler ve yaşanılanlar birbirlerinden ayrıştırılamaz…

İnsan harcayan kişi aslında kendinden tüketiyordur. Harcadığı değer, kendi değeridir. Farkında olmadan, kendi taşıdığı kimi şeylerden vazgeçiyordur aslında. Bir süre sonra, tümüyle değerlerini kaybetmiş olarak çırılçıplak kalacaktır. Yoksunlaşacak ve yoksullaşacaktır. Kendisine yönelen öfkelere zaman bırakmayacaktır, kendi kulvarında tükenip giderken.

Ben deniz yıldızlarını tek tek yeniden denize atmaya devam ederken, o, seyredemeyecektir bile. Algısı yitik, değerleri paramparça olarak sindiği kovuğunda, olanca zavallılığı ile başbaşa kalakalacaktır.

Silkinip yaşama yeni baştan dönmek gerek. Yarım kalmış günü ve tüketilmiş aşkları yarına ertelemeden, bu güne sarılmak gerek. Umudu öfkesinden ayırıp, güneşin önüne koymak gerek. Adam gibi yaşamak gerek…
Zoru başarmak gerek…

21 Mart 2010 Pazar

ESKİ, ANCAK ESKİSİ KADAR YENİ OLABİLİR!


Yaşamımızı alışkanlıklarımız yönetiyor. Bir türlü değiştirme cesareti gösteremediğimiz alışkanlıklarımız. Bağımlılık haline gelmiş, korkularımız…

Yeniye yatkın olmayan eskinin kolaylığına, bilindikliğine alışmış, yeninin nasıl olacağını bir türlü kestiremeyen insanlarız. Yeni devrimcidir, biliriz ama yine de uzak dururuz. Çünkü yeni de bilinmezlik çoktur. Ne kadarını biliyorsak, en az o kadarını da bilmiyoruzdur. Çoğu zaman, bildiklerimizi değil, bilmediklerimizi baz alırız. Oysa bilinenler, bilinmeyenlerden daha nettir, somuttur. Ve üzerine çok daha kesin şeyler söylenebilir durumdadır. Yine de tüm bilinenleri unuturuz.

Yeni bir ev bile eski olan evimizin üzerine kurguladığımız için bize ilk adımda itici gelir. Veya yeni bir araba, yeni bir arkadaş, yeni bir sevgili veya yeni bir eş… Hepsinde de kaygı, eskisinden çok daha fazladır. Eski eşi çoğu kişi için, ne kadar uyumsuz olursa olsun, bilindik olduğu için daha rahat olunandır ve değişiklik her zaman risk taşır. Yeni, alışılmadık olduğu için korkutur, ürkütür. Oysa yeni olan gerçekten yeni olacaktır ve yaşamı bütün olarak değiştirerek, değişikliği gerektiren tüm zorunlulukları ortadan kaldıracaktır.

Her değişiklik bir ihtiyaçtan doğar. Bu anlamıyla bir zorunluluktur. Eskide ısrar yani değiştirmeye karşı direnç, aslında yeniyi gerektiren koşullara karşı bir dirençtir. Her yeni, eski olanın yeniliğini koruyamadığı için, kendisine duyulan ihtiyacı artık karşılayamadığı için var olur. Yeninin ihtiyaç olarak ortaya çıktığı koşullarda, yerine var olduğu şey, artık var olma olanağını yitirmiş olan şeydir. Ki yeni, bundan dolayı kendini koyabilme koşulu elde etmiştir.

Yeni gelişen şey, yaşamın pratiğinde kendini dayatıyorsa ve içinden çıkıp geldiği koşul ve ilişkileri eski halinden öteye dönüştürmüş ise eski de direnmek artık anlamsızdır.

Eskiyen şey, tarihe ve zamana karşı direnme gücünü yitirmiş, günü yakalayamamış, geleceğe dönük umudu tüketmiş demektir. Revizyonların eskiye kalıcı bir yararı olmaz. Yalnızca eskiyi revize edenlerin kendilerini bir süre mutlu etmelerini sağlar. Eski, eskide kaldığı gibi güzeldir. Kendini var eden, denk düştüğü dönemin koşullarında, yeni olarak veya işlevleriyle var olduğu dönemde güzeldir. Eskileri yan yana getirerek, tek bir yeni oluşturmanın hiçbir olanağı yoktur.

Her yeni olan şeyde, zamanla sıradanlaşıp, alışkanlık haline gelebilme potansiyelini, daha yeni olarak var olmaya başladığı anda, kendi içinde barındırmaya başlar. Yeni, yeni olmaya başladığında, aslında eski olmaya da başlamıştır.

Yeniden korkmamak gerek. Bence korkulması gereken eski olandır. Her şeyini tüketmiş, verebileceği hiçbir şeyi kalmamış olandır. Hareketin olmadığı yerde çürüme vardır. Her hareket, yeniyi içerir. Yeniye direnenler, bilmeden çürümeye gidiyorlar demektir. Direnmek bu noktada, olumlu bir erdem olmaktan çıkıp, olumsuzluğun itici gücü halini alıyor. Bu anlamıyla direnmek diye çıktığımız yolda, teslim olmuş oluyoruz.

Her şey gibi eski ve yeni de, direnmek ve teslim olmakta, yaşam ve ölüm gibi, karşıtını ve varlık nedenini içinde taşıyor.

O zaman diyorum ki, cesaretle alışkanlıklarımızdan arınıp, yeni denilen bilinmeze kendimizi bırakalım. Olanca heyecanımızla yarını bu günden yakalayıp,, yaşamın önüne geçmekte, tereddüt etmeyelim.

Bilemeyiz ki, belki de mutluluk orada gizlidir…

18 Mart 2010 Perşembe

KENDİMDE KAYBOLUYORUM!

Gecenin karanlığı yüreğime çöküyor. Yüreğime çöken karanlık değil de bütün bir yaşam sanki. Gün yıkılıyor… Ezilip kalıyorum altında. Umutlarımı, özlemlerimi dürüp yarına bırakıyorum. Yarın ulaşılmaz artık. Bu günde tükenip gidiyor…. Bambaşka günler arıyorum, kendimden başlayarak, her şeyi değiştirebilecek…

Silkelendim. Kuş gibi hafifim. Kendimle başbaşayım. Kendime dönüp, dünü bir tarafa bırakıp, bu günü yeni baştan yakalamaya çalışıyorum. Sızılar var yüreğimde, yaralar. Düne ait. Yaralarımı sarıp, sızılarımı dindireceğim. Dünü bir bütün olarak aşacağım. Duvarlar öreceğim kendime, sımsıkı duvarlar. Bir daha asla yaralanmayacağım…


Hiçlikte var olmak mümkün mü?

Hiçlik..
Hiç olmak…
Hiçleşmek..

Yetememek. Kendine, doğrularına, zamana ve yaşama yetememek. Hiçlik bu olsa gerek. Kaybolup gitmek. İddiasız kalmak.. Direnememek. Sonuçta da teslim olmak. Yaşamın önüne düşmek, sürüklenmek…
Bir insanın kendisine yapabileceği en ağır hakaret bence hiçleştiğini kabul etmesidir. Direncini kaybetmesidir.

Geceye dönüyorum, sessizliği dinleyerek, kendime ulaşmaya çalışıyorum.. Kentin ışıkları tek tek sönüyor. Ben ve koca kent yalnızlıkta buluşuyoruz.
Kent sessizleşiyor ben hüzünleniyorum.
Ne yaşamlar gizliyor diye düşünüyorum, karanlığa bürünen kentin.

Gece kendini dayatıyor.

Ben gecede kaybolup, kendimi ıssız sokakların sessizliğine bırakıyorum.

Kendimden kaçıyorum….

12 Mart 2010 Cuma

KIŞLALAR SOKAKLARDA, SOKAKLAR KIŞLALARA TAŞINIYOR!

Karanlık bir eylül.
Komut sesleri sokaklarda yankılanıyor.
Sokaklar kışlalara taşınıyor.
Tutukevleri can pazarı...


Yüzlerce, binlerce insan atılmıştı içeriye. Çağdaş Bastiller yaratıldı ülkede. Askerlik çağına yeni adım atmış genç insanlar asker-gardiyan yapılıp komutan oldular. Yeni işkence yöntemleri denenip, sistemleştirildi. İnsandı malzeme, insan bilinci ve iradesi. Yirminci yüzyılın toplama kamplarında Hitler yoktu, ancak özentileri vardı ortalıkta. Bir de Gestapolaştırılmış genç askerler.


Her şey yasaktı...
Gazete, kitap, dergi okumak yasak, radyo televizyon izlemek yasak!.. Görüşlerde esas duruşu bozmak, el kol işareti yapmak, imalı sözcükler kullanmak yasak!.. Türkçe olmayan dil ve anlaşılmayan kavramlar kullanmak yasak!.. Kısık sesle konuşmak yasak!.. Havalandırmada birden fazla kişinin yan yana gelerek volta atması yasak!.. Volta atarken elleri başıboş bırakmak, tespih, ip vs. sallamak yasak!.. Tek sayfadan fazla mektup yazmak, yazılan mektuplarda içeriden bahsetmek yasak!.. Uykuda sayıklıyor numarası ile nöbetçi komutanlara anlaşılmaz sözcükler söylemek yasak!.. Tuvaletlerde gerekli zamandan fazla kalarak, komutanların gözünden uzaklaşmaya çalışmak yasak!..


Daha pek çok anlamsız yasak, içeri atılan binlerce insana dayatılarak kurallaştırıldı. Soluklanma dışında her şey talimatnamelerde vardı. Uymak, zorunluydu!..


İdam cezası alanlar, koğuşlardan alınıp, müşahede denilen yerlere konulurdu. Buralarda önleri demir şebekelerle çevrili tek kişilik hücreler bulunurdu. İnsan burada kendini, kafese kapatılmış hayvan gibi hisseder... Gözler sürekli üzerindedir. Her hücreye bir asker gardiyan düşer. Yirmi dört saat gözetlenir idamlık insanlar... Soluklanmaları bile izlenmeye çalışılır... Olur ya, karar infaz edilmeden, kendi canına kıyar da... Hücrelerin birbirleriyle konuşması, her türlü alış verişte bulunması yasaktı!.. Askerlere, imalı, tehditkâr bakmak, özel dostluk kurmaya çalışmak da yasaktı. Komutanım dışında bir hitapta bulunan ânında cezalandırılırdı.


Kimi zaman askerler, hücrelere kafalarını uzatıp, "Dün gece sizin adamlardan iki kişi daha sallandı, yakında sıra sizde" diye dalga geçerler ve iğrenççe gülerlerdi. Böylelikle bir- kaç kişinin daha idam edildiği öğrenilirdi. Bir burukluk yaşanırdı yüreklerde. Sessiz bir öfke yayılırdı, her yana... Bir gece vakti, daha yeni düşmüşken başlar yastığa, ansızın gürültüyle açılır, bir demir kapı. Sözcüklere gerek yoktur artık. Hep, baş dik olsun istenir. Günlerce, aylarca hep kafada dolaşır durur. Cellat kapıya dayandığında ölüm kaçınılmazsa artık, onurluca olmalı. Tıpkı yaşam gibi...Yapılacak daha pek çok şey varken, ölüm düşünülür hep. Ölmesini bilmek gerek denilir. Tasarımı yoktur yarının. Yarın "yaşanılandır", artık. Beklemek... Hücreye sızan gün ışığının bir gün sonrasını beklemek...


Bir gece...
Karanlığın olanca ağırlığıyla çöktüğü bir gece, tutukevinde müthiş bir sessizlik vardı. Koridorlardan her gece yayılan hayvani bağırtılar duyulmuyordu. Askerler özenliydi. Sessizlik çöktürüldü tutukevine. Emir vardı. Bu gece infaz var.


Hücrelerin önünde kalabalık postal sesleri duyuldu. İnsanlar gün ışığını düşündüler, yeniden... Soluklanmayı kestiler, kulak verdiler koridora. Yüreklerde hüzünlü bir telaş belirdi. Postal sesleri durdu. Rütbeli bir subayın tedirgin sesi duyuldu. "Hazırlan. Dosyan onaylandı". Hep bir gün kapıya dayanacakları beklenir, ancak geldiklerinde inanmaz insan. Dünyanın pek çok yerinde insanlar, evlerinde uyurken veya gece eğlencesinden dönmeye hazırlanırken, o, ölüme gidiyordur. Ölüme nasıl hazırlanılır, bilinmez... Az sonra yaşam bitecektir. Bir daha gün ışığını göremeyecek...


Bizler gün ışığı olacağız diye geçirdi içinden. Şaşkınlığını üzerinden atıp kendini toparladı. Hücrenin daracık köşelerinde kısa voltalar attı. Düşünmeye çalıştı, ancak düşünemiyordu. Düşünecek ne kalmıştı geride? Ellerini yokladı, sonra cebine soktu. Bedenini hissetti. Başını iki yana sallayarak anlamsızca gülümsedi. İnanmıyor gibiydi olacaklara. İnanmak istemiyordu. Bir düştü bu. Güneşe geçsin düşü. Hep demez miydik bir gün güneşe geçeceğiz, güneşi zaptedeceğiz diye. İşte düş günü gelip çatmıştı.


Subayın sesi yeniden duyuldu: "Mektup yazmak istersen yaz. Tıraş olmak istersen de, bekleriz." Mektup yazmak... İlk defa rahat bir mektup yazacağım diye düşünüp, gülümsedi. Kâğıt, kalem istedi. Ama önce tıraş olmaya karar verdi. Ağzı körelmiş jileti yüzüne sürerken hiçbir şey hissetmedi. Bedeni daha şimdiden kendini terk etmiş gibiydi. Aynada kendini anlamsızca seyretti. Uzun zamandır, her aynaya bakışında saçlı halini düşünmeye çalışıyordu. Ancak bir türlü gözünün önüne getiremiyordu. Yeniden düşündü... Olmuyordu. Çam ağaçlarını düşündü, ormanları. Sonra gözünün önünde kurumuş ağaçlar belirdi. Annesi geldi aklına. "O kadın onlarca kez ölecek" diye düşündü. Gözleri doldu. Ne yazmalıydı, nasıl anlatmalıydı durumu, bilemiyordu. Hiçbir zaman anlamayacaktı. Anlamak istemeyecekti. Bunu biliyordu. Kısa bir şeyler yazmalıyım diye geçirdi içinden. Mektubu hazırladı, altına da, "üzülmeyin, ben isteğimce yaşadım" demeyi ihmal etmedi.


Hazırdı. Artık hücreden çıkabilirdi. Diğer hücrede yatan arkadaşlarla vedalaşmak istedi. “Olmaz,” dedi subay. Slogan atmaya başladı. "Kahrolsun.........". Askerler atlayıp ağzını kapattılar. Karanlık duvarların arasında ilk kez bir karşı koyuş sloganlaşmıştı. Sürükleyerek koridora çıkarttılar. Koridorda sürüklenirken, yankılanan slogan seslerini duydu. Yüreği gülümsedi. Öfke dolu haykırışlar, duvarları titretiyordu. Askerlerin renkleri soldu. Gözlerine korku girdi. "Sorarız onlara," dediler.


On kadar askerin arasında tek başına yürüyordu. Ellerini bırakmışlar, etrafını çepeçevre sarmışlardı. Ansızın, birdenbire ölmek çok daha iyi diye düşündü. Hemencecik, fotoğraf çektirirken patlayan flaş gibi... Hemen... Sonuçta hepsi bir değil miydi? Ne fark ederdi, şöyle ya da böyle olması...


İdare binasının koridorunda, tutukevi müdürü yüzbaşı göründü. Ellerini arkasında birleştirmiş onu bekliyordu. İnce bir tebessüm vardı yüzünde. Sivil hiç kimseyi göremedi. Oysa avukatı bulunmalıydı.

"Avukatım nerede?" diye sordu, dik dik titreyen sesiyle.
"Gelmek istemedi. Belgeleri siz hazırlayın ben imzalarım," dedi.


Namussuz herif, gelmeye bile korkmuş diye geçirdi içinden.

Bir sandalye verdiler, oturdu. Son isteğini sordular. “Bir bardak çay ve sigara,” dedi. Getirdiler. Mektuplarını yüzbaşıya uzattı. "Size güvenmiyorum, ama vermek zorundayım," dedi. Yüzbaşı, "Siz kimseye güvenmezsiniz zaten," diyerek sırıttı ve mektupları aldı. Sonra uzun bir konuşmaya hazırlanır gibi derinden bir nefes aldı.

"Hiç pişmanlık duymuyor musun? Bak yaşamın gidecek. Değer mi ha?..”

Pişman mıydı? Bunu hiç düşünmemişti. Kuşkusuz yapmak isteyip de yapamadığı pek çok şey vardı. Ama yaptıkları da istedikleriydi. İnanarak yapmıştı.

"Sen kendi işine bak yüzbaşı, cellatsın, cellatlığını yap".

"Oysa önünde uzun bir yaşam vardı. Daha gençsin, evlenip çocuk sahibi olabilirdin. Allah bilir hâlâ bakirsindir ha?.. Hiç, bir kadınla yattın mı? İster misin, bir tane getireyim?"

"Sizler yalnızca bacak aranızı düşünürsünüz. Yaşama hep oradan bakarsınız..."

"Sen o güzelliği bir yaşasaydın...”

"Sen yaşa, boş ver".

"Bak sana ne göstereceğim. Elimdeki belge Genelkurmaydan geldi. Bir karar almışlar. Yaptıklarımdan pişmanım der bize yardımcı olursan, infazı engelleyebilirim. Buna yetkiliyim. Bir pişmanlık belgesi hazırlayacağız, sen imzalayacaksın, infazı hemen durduracağım... Anlaştık mı?”

Kendisini ölüme öylesine hazırlamıştı ki, böyle bir şeyi hiç beklemiyordu. Ne yanıt vereceğini şaşırdı. Yutkundu. "Onuruma karşılık yaşamım" diye düşündü.

"Hayır yüzbaşı, olmaz, öyle yaşamak istemiyorum..."

"Sen bilirsin. Ben bana gelen emri yerine getirdim. Görevimi yaptım. Biz seni yalnız bırakalım, iyice düşün. Kararından vazgeçtiğin zaman seslen yeter. Hemen durdururum infazı, tamam mı?”


Yanıt vermedi. Odada tek başına kaldı. Elleri arkasından kelepçeliydi. Adımladı. Ayaklarına yüklenen ağırlığını duydu. Sonra ağzında kalan sigara tadını hissetti. Canı sigara istedi. Önce askere seslenmeyi düşündü. Ama sonra vazgeçti. Benim için geride kalmış bir güzellik sadece dedi. O kadar çok güzelliği bırakmıştı ki geride... Pek çoğunu duyumsayarak yaşayamamıştı bile. Farkına varamadıkları da vardı kuşkusuz. Tanımaya zaman bile bulamadığı güzellikler... Askerler yanına geldiğinde, hâlâ düşünüyordu. Koluna girip yandaki boşluğa aldılar. Üzerindeki giysileri çıkartmasını istediler. Çıkarttı. Yedi bin lirasını imza karşılığı teslim aldılar. Üzerine beyaz bir giysi giydirdiler. Ellerini arkadan tekrar kelepçelediler. Her şey bir rüyaydı sanki.


İdam sehpasının altına getirildiğinde, sehpanın demirden olduğunu gördü. Aklından hep tahtadan yapılmış bir sehpa geçirmişti. Hani Amerikan filmlerinde olur ya... Artık çok az zamanı vardı. Kısa süre sonra düşünemeyecekti. Düşünüyor olmak da güzel şey diye geçirdi içinden... Dostları geldi gözlerinin önüne. Gülümseyen, canlı, coşkulu bakışlarıyla dostları... Yüreği ısındı. Gülümseyişle karşılık verdi, dostlarına. "Bensiz kucaklayacaksınız baharı. " diye seslendi. Sanki yanı başındaymış gibi dostları...


Sandalyenin üzerine çıkardılar. Yüzbaşı diğer subaylarla birlikte tekrar geldi. Yüzünde garip bir ifade vardı. Kızgınlık, öfke ve belki de saygı... Gülümsedi. "Demek ölmeye karar verdin, öyle mi? Üzüldüm, takın ipi..." Askerler telaşla ipi taktılar. Şaşkın ve gergindiler... "Bunların hesabını halkımıza vereceksiniz. Kahrolsun fa...." sözlerini bitiremeden, yüzbaşının öfkeli bağırtısı karanlıkta yankılandı.

"Tekmeleyin sandalyeyi, asın ibneyi!"

Bu iş için seçilmiş askerler sandalyeyi tekmeledi. Sandalye gürültüyle yuvarlandı.

Her şey bundan sonra oldu. Bir acı hissetti.
Kalbi hızlıca çarpıyordu. "Sallanıyorum" diye düşündü. Ayağını oynattı. Yeri kavrıyordu. "Olamaz" diye geçirdi içinden. Yüzü sapsarıydı. Şaşkındı. Gözlerini açmak nice sonra aklına geldi. Her yan bembeyazdı. Hiçbir şeyi seçemiyordu. Hayvanca atılan kahkahaları duydu. Sesin geldiği yöne doğru kafasını çevirdi. Yüzbaşıyı gördü. Gülmekten iki büklüm, sağa sola yıkılıp duruyordu. Sonra askerler de anladılar işi. Onlar da başladılar gülmeye...


İdam cezası belki de ilk kez bir işkence yöntemi olarak kullanılıyordu. Karanlık eylülde, karanlık yerlerde, insanlık için karanlık işler yapıldı. Ortaçağ karanlığını aratmadı yapılanlar. Engizisyoncuların kemikleri keyifle oynaştı. İnsanlık tüm bunları yaşadı. Suçlar işlendi, suçlular kimlik edindi. Salınır oldular sokaklarda. Sokaklar boğdu onları.

Geride yalnızca suçlu kimlikleri kaldı.

10 Mart 2010 Çarşamba

GERÇEK YAŞAMDA YALANLAR!

Yaşamda kurgu ile gerçekliği nasıl ayırabiliriz? Kurguladığımız şeylerin içerisinde gerçeğin hiç mi payı yok veya gerçek diye tanımladığımız pek çok şey kurguyu içermiyor mu? Bizim dışımızda ki yaşamın kendisi bir gerçeklik. Biz bu gerçekliğe müdahale ettiğimiz de, gerçeklik kurgu içermeye başlar. Yaşama müdahale etmeye başladığımız süreçte , aynı zamanda kurgulamaya başlarız da.

Kurgularımızı çoğu zaman gerçek sanırız. Neyin gerçek olduğunu anlamakta güçlük çekeriz. Nasıl yaşamak istiyorum sorusuna verdiğimiz yanıt, ne derece gerçek. İstediğimizi sandığımız şeyi, gerçekten istediğimizi nereden bileceğiz? İstenilen başlangıçta kurgusaldır, gerçekleşmeye doğru yöneldiğinde, isteklerimizin kendimizin gerçeği olmadığını da görebiliriz. Her istem bir yanılsamada içerebilir. İyiyi, gerçeği istediğimizi bilmemiz mümkün değil. En azından istemlerimizin istem boyutunda kaldığı sürece bunu bilemeyiz.

İstemlerimizden kaygılıyız diye hiçbir şey istemeyecek miyiz? İstemsiz, kararsız, biçimsiz ve kurgusuz mu yaşayacağız? Böylesi bir yaşamdan tat almak mümkün mü? Her istemde her kurguda umut yok mudur? Biz istemlerimizi ve kurgularımızı bir tarafa bırakırken, umudu da bırakmıyor muyuz?

Her istem bir ayıklamadır. İstenilmeyeni ayırıp bir tarafa bırakmaktır. İstenilmediğini düşündüğümüz şeyin gerçekte istenilen şey olabileceği durumlar yok mudur? İstemek bir iç tutarlılık gerektirir. İstenmeyenleri ayıklayarak istenilene ulaşmak, karar verebilme bilinci taşımayı gerektirir. Bilincimizi bu işin dışında tutarak belirlemelere yöneldiğimiz de, istemlerimiz değişken olur. İstenileni belirlediğimiz de, istenilmeyeni kaybediyoruzdur da. İstenilmeyenin aslında istenilen olduğunu fark ettiğimiz de, onu çoktan kaybetmiş oluruz.

Birbirine denk düşmeyen pek çok şeyi birlikte istediğimiz de ne olacak? Yaşamı bir yazar titizliğiyle kurguladığımız da, birbirlerine ters istemleri kendinde toplayan insanlardan birkaç perdelik çok güzel oyunlar çıkabilir. Ancak yaşamın içerisindeki bu çatışmalı varoluşta kurguyu mutluluğa kurmak oldukça zor olacaktır.

Sevginin her zaman istenilen olduğu düşünülür. Sevdiklerimizi isteriz veya istediklerimizi severiz. Bir başka bakış açısı; sevdiğimizi düşündüklerimiz gerçekten istediklerimiz mi? İstem boyutunda düşünemediğimiz sevdiklerimiz yok mudur? İşimi seviyorum diyen bir çalışan başarılı olmak zorunda değil midir? Kişi işini sevdiğini düşünüyor ve istemleriyle bütünleştiriyorsa, başarı kaçınılmaz olarak olmak zorunda. Aksi halde çok daha ciddi bir problem var demektir.

İnsan sevmeden de isteyebilir. Güdüsel isteklerimizi sevmek zorunda olmayabiliriz. Güzel bir kadının cinsel çekiciliği, bizi onu istemeye yöneltebilir. Ama bireysel olarak o kişi sevmek zorunda olduğumuzu düşünmeyiz. Sevmiyor olmak nefret ediyor olmak demek değildir. Sıfır noktası durumları, tanımsız, biçimsiz, üzerine hiç düşünülmemiş yaklaşımlarda mümkündür.


Kutsal aile de sevgide kutsallaştırılmıştır. Tartışılmaz, sorgulanmaz, yalnızca yaşanır. Biraz deşeleyerek, kutsallaştırılan sevginin, gerçekte bir kabulleniş dışında bir şey olmadığının açığa çıkması istenmez.

Yaprakları dökülmüş bir çınar ağacının gölgesizliği gibi, kabule dayanır, sorgulanmayan kutsal sevgiler... Çınar ağacı olanca heybetiyle görünür de vardır, ancak zamana karşı direnememiş, yapraklarını kaybetmiş ve içten içe çürümeye yüz tutmuştur. Bir iki sarsıntının, koca çınarı yerle bir edeceği korkusu hep vardır. Bu korkuyla toprağın daha bir derinliklerine ulaşmaya çalışır, koca çınarın yıllanmış kökleri...

İnsan ilk yalanı kendisine söyler. Bakar ki gerçeğin açıklanmasından yalanın hafifliği daha bir rahatlatıcıdır. Sonra çevresine de yalan söylemeye başlar. Sevgi konusunda da ilk kendimize yalan söyleriz, istemlerimiz konusunda devam ederiz yalanlarımıza. Ve kimimiz bir adım daha öteye gider, yalanlarımızı yazmaya başlarız. Baktık iyi gidiyor, yalanlarımızı bir mantığa oturturuz. Artık meslekten bir yalancıyızdır. Adına öyküleme dediğimiz şey gerçeğin yalanla kurgulanması değil midir? Alırız bir olguyu önümüze, onu, yalan denizimiz kadar kurgular, öyküleştirir ve alıcısına sunarız.

Yalan gerçeğin çarpıtılması ise bizler her gün binlerce kez çarpıtıyoruz... İnsanın ilk yalanı kendisine, ikincisini ise mutlaka bir kadına söylediğini düşünüyorum. Muhtemelen annesine, sevgilisine veya karısına. Seni seviyorumlu yalanlar çoğunlukla söylenilen ilk yalanlardır. Seni hala seviyorum demek ikinci boyutu, seni ömür boyu seveceğim demek yalancılıkta artık yazar boyutuna gelindiğinin işaretidir. Yalancının mumunun hiç sönmediği zamanlar böylesi zamanlardır.

Eğer amaç mutlu olmaksa ve yalanlarda insanları mutlu ediyorsa fazlaca sorgulamanın ne anlamı var ki?...

Ö.ÖDEMİŞ

1 Mart 2010 Pazartesi

KENDİNE İYİ BAK!

Kendine iyi bak…
Çok şey gizler bu üç kelime…
Yoksun ama var olacaksın… Yoksun ama hep varsın… Ayrıyız ama hep birlikteyiz. Ayrıyız ama biriz…Sen yokken bile varsın… Kendine iyi bak… Ben yanında olmasam bile, ben iyi olmasam bile sen iyi olmalısın..
Kendine iyi bak, çünkü bundan sonra kendinden başkası olmayacak yanında. Ben olmayacağım yanında. Beni düşünme, sen kendinlesin artık.
Kendine iyi bak, seni kendinle bırakıp gidiyorum. Senin hep iyi olacağını düşüneceğim… Kendini bırakma, sımsıkı sarıl kendine ve kendini hep var et…

Kendine iyi bak derler ve giderler… Elinden umutlarını, sevgilerini, düşlerini alıp giderler. Bu kısacık sözcüklerin içine gizlenir, söylenmeyen duygular, özlemler, yaşanmamışlıklar. Tam ihtiyaç duyduğun bir zamanda, seni parçalara ayırıp sonrasında, kendine iyi bak derler. Derler, ancak bilirler ki insan deprem sonrasında asla kendine bakamaz. Kendisi yoktur artık, yaşadığı yıkımlar ertesinde kalan enkaz vardır.

Kendine iyi bak…
Bir suçlama yoktur ama kahır yüklüdür kimi zaman. Yenilgi içerir, teslimiyet… Başaramamanın, becerememenin beklide var olamamanın kahredici sancısı.. Belki bir kırgınlık, kızgınlık.. Yokum artık yanında, sen bensizsin, bensiz de olsan, ben olmasam da yaşamında, sen yinede kendine iyi bakmalısın…

Kendine iyi bak denir ve çoğu zaman bir nokta konur. Sonrası yoktur artık. Kendine iyi bakmalısın. Yaşanmışlıklardan öte sen iyi olmalısın…Parçalansa da yüreğin, öfken seni soluksuz bıraksa da sen kendine iyi bakmalısın… Dökülmüş halinle,enkaz yığını yüreğini bir tarafa bırakıp, güzel olan anıları söküp çıkartıp zamandan, kendine iyi bakmalısın…

Kendine iyi bak…. Keşkeler taşır içerisinde… Bitip tükenmez özlemleri , umutları,heyecanları derdest edip alır içine keşkeler.. Sıralanır yaşanmamışlıklar ardı sıra. Ağızlardan ürkekçe dökülen “olmasaydı, olmasaydı…” sözcükleri keşkeler ile bütünleşir… Son kez söylenmeden önce çok kez söylenmiştir, kendine iyi bak sözü. Her söyleyişte yürek bin kez parçalanır, acı çekilir. Sonrasında azalan heyecan, yıpranan umutlarla dönülmüştür hep.. Her dönüşte hızla bir sona yaklaşıldığı oturur beyinlere. Sonrası mezar sessizliğine bürünür… Kendine iyi bak denir ve artık gecedir…

Kendine iyi bak…
Keşke böyle yaşanmasaydı, keşke döndürebilsek zamanı, keşke bu günkü aklımızla yaşasak her şeyi baştan, keşke affedebilsek….

Nafile, artık son sözcük dökülmüştür…. Kendine iyi bak… Ama yine de, belki…. Gitmesen, bitmesek, eksik kalmasak….Savaşsak…
Sahiden, gitmesen…
Peki…
Peki o zaman..
Bildiğin gibi olsun…
Öyleyse;
Sende kendine iyi bak…