8 Şubat 2011 Salı

KONTROL

Kontrol.

"Haciz" diyorlar burada adına. Şehre ulaşan yolda, askerler, yaptıkları siperlerde ve yol kenarlarında mevzilenmiş, gelip geçen araçları durdurup kimlik ve güvenlik kon¬trolü yapıyorlar. Yol kenarlarında haki renkli büyükçe bir çadır görülü¬yor. Burası olağan kontrol noktalarından yalnızca birisi.

Şehrin hemen her varoşunda sıkça kontrolden geçmek günlük yaşamın kaçınılmaz bir parçası olmuştu artık. Birkaç asker ve sivil yol ortasında, ellerindeki silahları kaldırarak, geçen araçları durdurup kenara çekiyorlar. Otobüsümüz kontrol nokta¬sına geldiğinde, askerlerin bir kısmı hızla içeri girerken diğerleri et¬rafımızı çeviriyorlar.

Eller tetikte!

Askerlerin olağan dışı gerginliği hemen anlaşılıyor. Alışılmış kontrol¬lerde bu kadar ciddi olmazlar, aramayı geçiştirmeye çalışır¬lar. Kimlikleri isteyen askerler bile ellerini silahlarının tetiğinden kaldırmıyorlar. Otobüsteki diğer yolcularla birlikte ben de kimliğimi göstermek için hazırlıyorum. Ağır süren kontrol bir süre sonra bana geldiğinde, sivil giyimli olana kimliğimi uzatıyorum. Daha önce ıs¬lanmış olan kimlikte yazılar yer yer okunmaz halde! Sivil giyimli asker bir süre ona baktıktan sonra gözlerini gözlerime dikip, soluk kimlikten anlayamadığını gözlerimden anlamak istercesine sert sert bakıyor. Yorgun, bıkkın bir sesi var:

“Kimsin sen?”

“Kimlikte yazıyor ya...”

Konuşur konuşmaz yabancı olduğumu hemen anlıyor. Suratı asılıyor. Kimliğimle birlikte söylene söylene yol kenarındaki çadıra gidiyor. Çadırı pencereden görebiliyorum. Masada oturan şişmanca adama kim¬liğimi gösterip, bana ilişkin bir şeyler anlatıyor. Biraz tedirginim. Neler olacak bilmiyorum. Ancak rahat görünmeye çalışıyorum. En ufak bir telaş onları kuşkulandırabilir. Sivil giyimli adam tekrar ya¬nıma geliyor.

“Aşağıya in, bizimle geleceksin.”

“Neden?”

“Kimliğinde sorun var. Yabancısın da...”

“Yabancı olmam neyi belirler? Sorun yabancı olmam mı?”

İtirazlarım işe yaramıyor, aşağıya iniyorum. Kimliğimi elinde taşıyan adamla birlikte çadıra giriyoruz. Yıpranmış tahta bir masanın arka¬sında kalın bıyıklı, şişmanca bir adam oturuyor. Sol tarafta küçük bir çay ocağının üzerinde çay suyu kaynıyor. Askerlerden birisi, kirli bar¬dakları yıkarken; diğeri suyun kaynamasını bekliyor.
Sorumlu olduğunu her halinden belli etmek isteyen kısa boylu şişman adam bir süre yüzüme baktıktan sonra soruyor:

“Nerelisin?”

“Türkiyeliyim.”

“Türksün ha?”

“Evet.”

“Dilimizi biliyor musun?”

“Evet, biraz.”

“Bu kimlikte hiçbir şey belli değil. Kimsin sen? Nereye gidiyorsun? Ne işin var burada?”

“Adım Kemal Altun. Cephenin adamıyım. Kamptan şehre iniyorum. Tanıdıklarımı ziyaret edeceğim.”

“Hem yabancısın, hem de cephenin kimliğini taşıyorsun. Bu kimliği sana nasıl verdiler, ne işin var burada?”

“Burada yaşıyorum. Cephede kalıyorum ve onların kimliğini taşıyorum. Bu normal bir şey. Pek çok yabancı var cephede.”

“Kimliği satın da almış olabilirsin. Onların hiç Türk askeri yok.”

“Hayır, yanılıyorsun! Ben onlarla kalıyorum.”

“Sana inanmayı isterdim ama tedbirli olmak zorundayız. Kimin ne ol¬duğunu anlamak çok zor.”

“Evet, haklısınız, ama başka türlü size nasıl yardımcı olabilirim?”

“Bu sabah askeri akademinin aracını kurşunladılar. On üç genç insanı¬mız öldü. Saldırganlar kaçtı.”

“Evet, sizi anlıyorum; üzgünüm, ama ben sabah kamptaydım. Benden şüphelenmeniz çok anlamsız. Kampa sorun isterseniz.”

“Askerlerimize kurşun sıkanları senin ülken de destekliyor. Biliyor musun?”

“Ülkem de şu an yönetimde olan askerlere ben de muhalifim zaten. Onun için buradayım, ülkemde aranıyorum.”

“Üzgünüm, araştırmak zorundayız. Emin olmak zorundayız.”

“Ben sizin düşmanınız değilim. Kaldığım Cephe de sizin dostunuz. Size kamp komutanının telefonunu vereyim, arayın emin olun.”

Sorumlu, yanıt vermiyor. Kafası karışmış gibi. Beni çadırın dışına alı¬yorlar. Sorumlu telefon ederek, kendi sorumlusunu arıyor. Çadırın önünde aramaya katılan diğer askerler etrafıma toplanıyorlar. Hep beraber telefonun sonucunu bekliyoruz. Otobüste bekletilen yolcular sinirli ve bıkkın bir halde bana bakıyorlar. Askerler benimle sohbete koyuluyor. Bozuk Arapçam hoşlarına gidiyor.
“Ben devrimciyim. Ülkemde aranıyorum. Siyonizme, emperyalizme ve gericiliğe ben de karşıyım. Onlar benim ve halkımın düşmanı...” diyorum.

Bu onları sevindiriyor. Bana daha yakın davranıyorlar. Sigara ikram edip, oturmamı istiyorlar. Az sonra konuşmasını bitiren so¬rumlu, yanıma geliyor:

“Üzgünüm, seni merkezden istiyorlar. Ama meraklanacak bir şey yok. Yalnızca seni tanımak istiyorlar.”

İtiraz ediyorum. Beni bekleyenlerin merak edeceğini söyleyerek, mer¬keze götürülmemi engellemeye çalışıyorum. Ancak çabalarım sonuç vermiyor. "Emre uymak zorundayız," diyor, sorumlu. Eliyle işaret ederek saatlerdir bekletilen otobüsün gitmesini söylüyor. Beklemekten sıkı¬lan yolcular, yeniden yola çıkmanın rahatlığını yaşarken, beni bir te¬dirginliktir sarıyor. Ne olacak merkez denilen yerde!
Yoksa gerçekten benden şüpheleniyorlar mı?

Merkez!

Beni tanımada kullanacakları yöntem, nasıl bir yöntem!..
Bu sözcük beynimi tırmalıyor. Kendi ülkemin "merkezleri” geliyor ak¬lıma. Birkaç kez götürülmüştüm. İlkinde daha bıyığım bile çıkmamıştı. Lise öğrencisiydim. Bırakıldığımda, günlerce gözlerime uyku girme¬mişti. Yaşadıklarımı kafamdan bir türlü söküp atamamıştım. Etkisi üzerimden uzunca bir süre gitmedi.

İkinci defa merkeze götürülüşümde liseyi yeni sonlamıştım. İlkinden daha acımasız geçmişti bu kez. Aylarca sürmüştü işkence. Artık "mer¬kez" ve "işkence" bütünleşmişti belleğimde. İşkenceyi tekrar yaşamak ürküntüsüyle her yanım titriyor... Yıllar sonra başka bir ülkenin, he¬sapsız bir bölgesinde yine bir "merkez"e götürülüyorum. Aklımda hep işkence... "Neden bana işkence yapsınlar" diye düşünüyorum. Ben hiçbir şey yapmamıştım onlara. Düşmanları da değildim. Yine de onlara gü¬venmiyorum. Biliyorum ki, yaşamak zorunda olduğum bu karmaşada, hiçbir şey tam anlamıyla güvenli değil. Burada günübirliktir güvenler, de¬ğerler... Belki de en kalıcı değerler, güvensizlik ve değersizlik... Her de¬ğer, iğrenç bir değersizliği içinde taşıyor. Tam bir kaos ve dejeneras¬yon yaşanıyor burada.

İki asker ve sivil giyimli sorumlu ile birlikte yola çıkıyoruz. Bindiğimiz askeri araç hızla ilerleyerek, uzun bir yolu kısa sürede alı¬yor. Üç katlı, duvarlarında renkli afişler asılı, bayraklarla donatılmış bir binanın önünde duruyoruz. İçeri girerken kapıdaki nöbetçinin me¬raklı bakışlarını üzerimde hissediyorum. Genç bir subay beni teslim alıyor. Yanı başımızdaki odaya geçiyoruz. Oturmamı söylüyor. Masanın yanındaki koltuğa ilişiyorum. Kapıdaki görevli askere çay söyleyen su¬bay, sonra bana dönerek konuşmaya başlıyor. Oldukça hızlı konuşuyor. Anlamakta zorlanıyorum. Genç subay bir ara durup, gözlerimin içini yoklayarak;

“Beni anlıyor musun?” diye soruyor.

“Biraz. Ama şiveniz yabancı, anlamakta zorlanıyorum. Zaten Arapçam iyi değil.”

Gülüyor. "O kadar şeyi boşuna anlattım" dercesine söylenerek dışarı çıkıyor.

Genç subayın davranışları beni biraz olsun rahatlatıyor. En azından şimdilik işkenceye niyetli değiller. Burası insan pazarı gibi bir yer. İnsanlar diğer pek çok şey gibi, alınıp satılabiliyor. Takası yapılıyor. Kurşuna diziliyor veya denenmemiş yeni bir yöntemle öldürülüyor... Tüm bunları insanlar, insanlara yapıyor... Hem de kimi zaman insanlık adına... İnsanlığın yalnızca adı kalıyor geriye... Bu tür şeyler o kadar sıradanlaşmış ki burada, insanlar yadırgamıyor bile. Çok doğalmış, ya¬şamın bir parçasıymış gibi, kabullenilmiş...

Kafam, belirsizlik içinde boğuşmaktan yorgun düşüyor. ellerimle şa¬kaklarımı ovuşturuyorum, rahatlamaya çalışıyorum. Kapı açılıyor. Genç subay, yanında orta yaşlı, sarışın, ince yapılı biriyle birlikte odaya gi¬riyor.

“İşte sana Türkçe bilen birisini getirdim. Senin için daha rahat olur. Arkadaş bizden.”

Tercümanım, elini bana uzatıyor; tokalaşıyoruz.

“Merhaba, adım Ali. Türkmenim. Sana yardımcı olmaya çalışacağım. Ya senin adın ne?”

“Kemal.”

“Bak Kemal, bizden korkmana gerek yok. Bilgi için kimi sorular sor¬mamız gerekiyor. Anlıyorsun değil mi? Nerelisin?”

“İskenderun.”

“Arapsın o zaman?”

Bu soru şaşırtıyor beni. Arap değilim. Kaldı ki böyle şeylerin benim için önemi bile yok. Ama Türklerden öylesine nefret ediyorlar ki... Osmanlı’dan kalma dört yüz yıllık nefret duygusunu bilinçsizce taşıyor gibiler.

“Arabım, annem Arap.”

“Arapçan biraz bozuk...”

“Evet, bizim evde pek Arapça konuşulmazdı, çevremde de öyleydi.”

Benden öğrendiklerini, konuşmaya ara verip, bizi dikkatlice dinle¬yen subaya anlatıyor. Subay elindeki kâğıtlara bir şeyler yazdıktan sonra, Ali'den bazı şeyleri daha sormasını istiyor. Ali soruları not alı¬yor. Odadaki havayı iyiden iyiye yumuşatıyor. Ben de yetersiz, bozuk Arapçamla konuşmalara katılıp, gülerek şakalar yapmaya başlıyorum. Yüreğimdeki tedirginlik biraz hafifliyor. Ali tekrar sorular sormaya koyuluyor:

“Ülkenden neden kaçtın?”

“Aranıyordum.”

“Neyle suçladılar seni, neden aranıyordun?”

“Siyasiyim, muhalifim.”

“Ülkenden nasıl çıktın, buraya nasıl geldin?”

“........”

“Ne zaman geldin?”

“Altı ay kadar oluyor.”

“Hep aynı cephede mi kaldın?”

“Evet.”

“Başka bir ülkeye gitmeyip neden ülkemizde kalıyorsun?”

“Ülkeme yakın. Her solukta kokusunu duyabiliyorum. Olabildiğince ül¬keme yakın olmak istiyorum. Ayrıca Filistin davasına saygı duyuyorum. Onların yanında olmak beni mutlu ediyor.”

Tercüman Ali bir süre daha sorular sormaya devam ediyor. Tüm soru¬lara mantıklı ancak pek doğru olmayan yanıtlar veriyorum. Kimi genel şeyler dışında, gerçekle ilgili olmayan şeyler söylüyorum. Kimi soru¬ları da, anlattıklarım inandırıcı diye yanıtlamıyorum.

Bu ülke kimseye güvenmemeyi öğretmişti bana. Ben de iyi bir öğrenci gibi davranmıştım. Şimdilik hiçbir sorun çıkmıyor, ama ya sonra? Tekrar aynı şeyleri sorarlarsa ve ben bocalarsam... Her şeyi ezberle¬meliyim.

Ben verdiğim yanıtları içimden tekrar ederek ezberlemeye çalışırken, tercüman Ali de subaya benden edindiği bilgileri aktarıyor. Bu arada odanın kapısı hızla açılıyor; içeriye önce, zayıf, uzun boylu, gözlüklü, rütbeli genç bir subay giriyor. Arkasından birkaç asker. Genç subay ve tercüman Ali ayağa kalkıp toparlanıyorlar. Yeni gelen subay sorgu tutanağını eline alıp, göz gezdiriyor. Okuduklarına inan¬madığını göstermek istercesine suratını asarak, sert bir tonla;

“Bunlar hikâye,” diyor. “Bizi kandırmaya çalışıyor. Tek sorguda her şeyi an¬lattı ha!.. Üzerini arayıp yan odaya götürün.”

Askerlerden birkaçı hareketlenerek üzerimi aramaya koyuluyor. O âna kadar üzerim aranmamıştı. Silahım da belimdeydi. Arayan asker sila¬hımı aldı, diğer eşyalarımı da. Sorumlu subay silahı eline alıp şaşkınca soruyor:

“Bu silah ne?”

“Ben cephede askerim. Sizlerin de silahı var, benim de. Taşımak zorun¬dayım.”

“Üzerinde silahın var ve her sorduğumuza yanıt veriyorsun. Üstelik hiç kullanmayı düşünmeden, hemen bize teslim ettin. Yerinde başkası olsa çok şey yapabilirdi. Ancak verdiğin yanıtlar da doğru değil. Sana inan¬malı mı bilmiyorum.”

“Ben size karşı neden silah kullanayım, siz benim düşman olarak kabul ettiklerimden değilsiniz ki... Aklıma dahi gelmedi.”

Yan odaya geçiriyorlar beni. Burası ufacık bir oda. Duvarlarında kuru¬muş kan lekeleri görünüyor. Köşede bir ranza var, birkaç tane de koltuk duruyor. Yan yana iki koltukta, elleri birbirine kelepçeli, gözleri siyah bir bantla bağlanmış iki kişi, sessizce oturuyorlar. Ben onlara göre ra¬hat sayılırım. Odadan çıkmadan önce beni uyarıyorlar:

“Konuşma!..”

Askerler çıktıktan sonra karşımdaki koltukta oturanları incelemeye koyuluyorum: İki genç adam. Giyimleri temiz. Biri diğerine göre daha ince. Yüzleri sapsarı. Yürekleri korku yüklü. Bunu hissediyorum. İçimden bir ses bunlar Türkiyeli diyor. Ülkemden bir sıcaklık geliyor, yanı başıma. Ayağa kalkıp yanlarına gidiyorum.

“Merhaba.”

“ ........”

“Beni anlıyor musunuz?”

“........”i.

“Nereden geliyorsunuz, neden gözleriniz bağladılar?”

“........”

Yanıtsız kalıyor sorularım. Beni anlamıyorlar mı yoksa konuşmaktan mı korkuyorlar? Anlamamış olsalar, kendi dillerinde bir şeyler söyler¬ler... Korkuyorlar. Onları konuşmaya zorlamaktan vazgeçip, hırsla ye¬rime dönüyorum. Cebimden sigaramı çıkarıp, yakıyorum. Gözlerim ta¬vanı yokluyor. Gelecekleri belirsiz insanların, ürküntü dolu yüzlerine bakamıyorum. Sigaramdan birkaç nefes çekmiştim ki, içle¬rinden biri usulca sesleniyor:

“Sizi anlıyoruz. Biz de Türkiyeliyiz. Konuşmamamız için bizi tehdit ettiler. Kusura bakma.”

“Siyasi misiniz?”

“Evet.”

“Hangi örgütten?”

“........”

“Nereden geliyorsunuz?”

“Almanya'dan. Arkadaşlarımızın yanına geldik. Pasaportumuz dışında kimliğimiz yoktu. O da sahteydi. Bizi apar topar buraya getirdiler. Ne yapacaklar, bilmiyoruz.”

“Arkadaşlarınızın haberi var mı?”

“Sanırım. Bizi bekliyorlardı.”

Yanılmamışım. Ülkemin insanları bunlar. Katıksız bir Türkçe konu¬şuyorlar. Kendi ülkemizden kilometrelerce uzakta, başka bir ülkenin, parsellenmiş bir bölgesinde, daracık, kan lekeleriyle kaplı bir odada karşılaşıyoruz. Oysa daha başka nerelerde karşılaşamazdık ki!.. İstanbul'da, Galata köprüsünün altında biramızı yudumlarken, Adana Sular’da volta atarken... En olumsuz halde, İstanbul, Ankara veya başka bir şehrin emniyetinde... Veya bir cezaevinin nemli bir köşesinde karşılaşabilirdik. Ama yaşam bizi burada karşılaştırmıştı.

Hiçbir hukuksal dayanağımızın olmadığı bu ülkede, bir grup insanın ellerindeyiz. Belki "hangi örgüttensin", "hangi eylemlere katıldın" sor¬gusuyla işkence görmeyeceğiz. Yine de tutsağız!.. Ülkemizden kaçıp ülkelerine gelmiştik. Üstelik gelirken, onlara sormamıştık bile. Ateş hattından kaçan sığınmacılardık. Bizler sağanaktan kurtul¬maya çalışırken, önümüze çıkan ilk kovuğa sığınır gibi sığınmıştık, ül¬kelerine. Belki de bu yüzden bizleri sorgulama hakkını kendilerinde görüyorlar. Bizden önce kim bilir kaç kişi gelip geçmiştir buradan! Haksız olan bizler miydik? Yoksa, kendi ülkemizde bize yaşam hakkı tanımayanlar mı? Başka ne yapabilirdik ki? Sonu hiç gelmeyecek bir tutsaklığa, "yaşasın ölüm" dedirten işkencelere, uykusuz firar gece¬lere ve insanlık onurunu yadsıyan pek çok şeye karşın, ülkemizde kal¬makta ayak mı diretmeliydik? Yıldızsız karanlık bir gecede, insansız bir sokağın köşe başında, cansız yatmak da vardı göze almamız gereken. Tüm bunları göze alamayan bizler, birer korkak mıydık? Her şeye rağ¬men ülkemizde mi kalmalıydık? Babaların, öz evlatlarını ihbar edip yakalattığı bir kaosta, daha ne kadar dayanabilirdik? Ülkemin sınırla¬rını arkamda bıraktığım ilk gece, bir hüzün, bir burukluk vardı yüre¬ğimde. Son kez arkama dönüp baktığımda, kafamda tek bir soru takılı kalmıştı: Bir daha geri dönebilecek miyim?.. Zor olanı göze alamayıp, rahat olanı mı seçmiştik? İşkencelerde, çatışmalarda, idam sehpala¬rında katledilen insanların haberleri kulaktan ku¬lağa yayılırken, bizler sırtımızı dönüp, kaçıyor muyduk? Can telaşı ¬mıydı bizimkisi? Utanılacak, hesabı verilemeyecek bir şey miydi, yaptığımız?..

Yeni bir sigara yakmaya koyuluyorum. Kapı açılıyor. Sorgucular odaya doluşuyor. Sertlikleri biraz kaybolmuş gibi. Bana inanıp inanmamakta kararsız olan sorumlu yanıma gelip, eliyle, gözleri bağlı olan diğer ar¬kadaşları göstererek soruyor:

“Bunları tanıyor musun Kemal?”
“Hayır tanımıyorum.”

“Bugün yakalandılar. Üzerlerinde sahte pasaport çıktı. Bunlar da senin ülkenden. Avrupa’yı bırakıp buraya gelmişler. Burada kalmak istiyor¬larmış. ‘Biz devrimciyiz,’ diyorlar ve bizim, her söylediklerine hemen inanmamızı bekliyorlar. Bizim ülkemiz bu duruma nasıl geldi sanıyor¬sun. Sınırlarımız han kapısına döndü. Devlet diye bir şey kalmadı. Her çeşit insan cirit atıyor topraklarımızda. Her gün onlarca insanımız öl¬dürülüyor. Bizim kendi sınırlarımızı, halkımızı korumaya hakkımız yok mu? Daha ne yapmamızı bekliyorsunuz?”

“Bizim size zararımız dokunmaz.”

“Bunu ben de biliyorum.”

“O zaman bizimle neden uğraşıyorsunuz?”

“Anlayın bizi, kendi güvenliğimizi sağlamak zorundayız.”

Tercüman Ali ile yardımlaşarak uzunca bir süre tartışıyorum. Sorumluyu anlayamadığım zaman o bana yardım ediyor. Ben de anlat¬makta zorlandığımda ona kendi dilimle anlatıyorum. Çoğu zaman öyle¬sine zorlanıyorum ki, dilimi oynatmak dahi içimden gelmiyor. Beynim müthiş yoruluyor, bitkin düşüyor. Sorgu sorumlusu subay, odadan çık¬tıktan sonra, tercüman Ali yanımda kalıp, ellerini omzuma koyarak üzüldüğünü göstermeye çalışıyor:

“Üzülme, birkaç gün sonra bırakırlar.”

Türkiyeli dostlarla kalıyorum. Az önceki tartışmada seslerini çıkartmadılar. Yalnızca dinlediler. Oysa tartışma kendileriyle de ilgiliydi. Durumu kabullenmiş gibiler. Kaçağız ya, sığınmacı!.. Her şey doğal...

Genç subay odaya girip hazırlanmamı söylüyor. Anlaşılan, kalacağım birkaç günü de burada geçirmeyeceğim. Odadan çıkmadan önce dost¬lara bakıyorum, son kez. Onlar bana bakamıyorlar. Şeytanın bile aklının karıştığı bu ülkede, bir daha karşılaşabilmemiz imkânsız gibi...

“Hoşça kalın dostlar...”

Ana kapıdan çıkmazdan önce gözlerimi bağlıyorlar. Hem de "bu seni ür¬kütmesin" demeyi ihmal etmeden. Arabaya biniyoruz. Sarsılarak ilerliyor, trafik gürültüsünü geride bırakıyoruz. Arabanın her savruluşunda, kendimi karanlık bir boşlukta yuvarlanır gibi hissediyo¬rum. Sonu belirsiz, derin bir boşluk.

Belleğimde, yıllar öncesinde bir haziran gecesi, gözlerim bağlı emni¬yete götürülüşüm canlanıyor. Mevsimin son yağmuru toprağı delerce¬sine bir hışımla yağarken, geride talan edilmiş bir ev ve korku dolu acılı yürekler bırakarak tıkılmıştım, karanlığa... Patlamış dudaklarım¬dan akan kan, olacakların habercisiydi sanki... Aylarca sürmüştü ka¬ranlık. Aylarca sürmüştü işkence. Gün ışığı belleğimden silinip git¬mişti. Bir dünyadan başka bir dünyaya çekilmiştim ansızın. Ölümün bile özlendiği, insanca değerlere yer olmayan karanlık bir dünya... Aylar sonra güneşe yüz dönüp gülümsediğimde, yeni bir yaşamdı artık, yüreğimde ulaştığım.

Gözlerim yine bağlı. Karanlıktayım. Gözlerim karanlığı kabullenmiyor, direniyor. Ağırlaşıyor tonlarca. Ellerimle göz bağının üzerinden bastı¬rıp, karanlığı irademle sınırlandırmaya çalışıyorum. Ben kapatıyorum gözlerimi, başkası değil... Görmek istemiyorum ve görmüyorum. Gözlerimin sancısı hafifliyor, rahatlıyorum.

Hiç konuşmuyorum. Bana sorulan soruları yanıtsız bırakıyorum. Sohbet etmeyi deniyorlar. Yine susuyorum. İçimden konuşmak gelmiyor. Konuşmak hiçbir şeyi değiştirmiyor. Ne söylenirse söylensin yine bildiklerini yapıyorlar. Sürekli susmam, onları rahatsız ediyor. Genç subay dayanamayıp göz bağımı açıyor. Diğerlerine dönüp bir küfür sallıyor:

“Bize hiçbir zararı dokunmayan insana neden böyle yapıyoruz? Hem emperyalizme ve Siyonizm’e karşı birlikte dövüşmüyor muyuz? Birlikte kurşun sıkıp, yan yana ölmüyor muyuz?”

Sonra bana dönüp devam ediyor:

“Sana hiçbir şey olmayacak. Hiç korkma. Bir şey yapmaya kalkan olursa adımı ver. Adım Ebu Emin.
Onun dostuyum de. Oldu mu Kemal?”

“Bana neden bunları yapıyorsunuz?”

“Bilmiyorum ama senin şahsınla ilgili değil.”

“Başka ne ile ilgili o zaman?”

“Tam bilmiyorum.”

“Dostlarınızı ve düşmanlarınızı mı değiştirdiniz?”

“Hayır, hayır böyle bir şey olamaz. Düşünme bunu.”

Ebu Emin'le konuşmamız sürerken, araba duruyor. Yüksek duvarlı bir binanın önündeyiz. Nöbetçi arabayı tanıyor, aralanan kapıdan yavaşça geçiyoruz. Tek katlı uzunca bir binanın arka kapısından bod¬rum katına iniyoruz. İçeride üç-beş asker oturuyor. Bir masa, köşede küçük bir dolap ve birkaç sandalye göze çarpıyor. Askerler, Ebu Emin'i görünce ayağa kalkıyorlar ve kendilerine çekidüzen veriyorlar. Kapının yanı başında, konuşmalarını dinliyorum. Ebu Emin, "Misafir o, iyi davranın," diyor ve çekip gidiyorlar.

Artık yeni insanların elindeyim!..
Ayaktayım!

Bu kez "otur" demiyorlar. Yüzümü duvara çevirip üzerimi arıyorlar. Sigara ve kibritimi arıyorlar. "Yasak" diyorlar. "Ama" diye itiraz ede¬cek oluyorum, sesim çıkmıyor. İtirazım hiç bir şeyi değiştirmez, bili¬yorum. Saatimi istiyorlar. Ben nedenini öğrenmeye çalışırken, söküp alıyorlar. Tüm bunlar olurken "misafir" olduğumu düşünüyorum.

Ya misafir olmasaydım?

İtirazın fayda etmeyeceğini anlıyorum. Birkaç gün nasıl olsa diyerek, eşyalarımın alınmasının üzerinde durmuyorum. Gardiyan askerlerden iri kıyım olanı, masanın üzerindeki anahtar yığınını eline alıp "Benimle gel," diyor. Peşine takılıyorum. Sol yandaki koridorun şebekesini geçip, hücrelerin bulunduğu yere varıyoruz. Koridorda tek bir lamba yanıyor. Hücrelerin mazgalları kapalı. Karşılıklı on kadar hücre sayıyorum. Sağdan üçüncü hücrenin önünde duruyoruz. Gardiyan asker elindeki anahtarları tek tek yoklayarak, hücrenin anahtarını buluyor. Kapı gü¬rültüyle açılıyor. El içi kadar bir boşluktan sonra, bir kapı daha var. Kapı boşluğunda, kendini zor aydınlatan soluk bir ampul yanıyor. İkinci kapı açıldığında, ürkütücü bir ses koridora yayılıyor. Gardiyan eliyle işaret ederek, beni içeri "buyur" ediyor. Sinsi sinsi sırıttığını hissedi¬yorum. İçeri giriyorum. Misafirhane burası!..

Karanlıkta görmekte zorlanıyorum. Çevremde kımıltılar hissediyorum. Benim dışımda iki kişi daha var. Zorla seçebiliyorum yüzlerini. Diz çö¬küp, kıvrıldığım yerden onları seyrediyorum. Hiçbir şey düşünemiyo¬rum. Beynim yorgunluktan dökülüyor. Ağrıyor da üstelik. Gözlerim ka¬ranlığa alışıyor, hücre ortaklarımı seçebiliyorum artık. Öyle ya ortak sayılırız... Birisinin gözaklarından ve dişlerinden başka her yanı simsi¬yah. Saçları kıvır kıvır; iki büklüm haliyle bile boyu uzunca görünüyor. Gözleri karanlıkta parlıyor. Sudanlı olduğunu söylüyor,

"Ben Ahmet," diyor.

Diğeri Mısırlı, Cemal. Kısa boylu, tıknaz. Saçları önden dökük. Kırk yaşlarında gösteriyor. Güven verici bir yüz ifadesi yok. Daha ilk bakışta, uyanık geçinen, üçkâğıtçı bir tip izlenimi uyandırıyor bende.

Diğeri Merdan. Kürt. O da Türkiyeli. Ürkek bakışlarıyla beni süzüyor. Sudanlı Ahmet, daha bir girişken. Yarı Arapça, yarı İngilizce, sohbet etmeye başlıyoruz. Ben kısaca durumumu anlatıyorum.

"Bırakırlar seni," diyor.

“Ben tam kırk altı gündür buradayım. Sürekli işkence yapıyorlar. Ajansın diyorlar. Irak ajanı. Bunun için birkaç kez Irak'a gitmiş olmam yetiyor... Bizim oralarda insanlar çok yoksuldur... Bizler de yoksuluz, iş bulmak çok zor. Pek çok insan çalışmak için ülkesini terk edip, başka ülkelere gider. Ben de Irak'a çalışmaya gitmiştim, orada iş bulabilece¬ğimi sanıyordum. Birkaç Iraklı tanıdığım vardı... Sonra, sonra olan oldu. Buradayım işte. Daha ne kadar tutarlar, bilmiyorum. Deli olaca¬ğım. ‘Öldüreceğiz,’ diyorlar. Korkuyorum. İsterlerse çok rahat öldüre¬bilirler beni... Suçsuz olduğuma bir türlü inanmıyorlar. Ben neden Irak'a ajanlık yapayım? Saddam, tüm Araplara ihanet etmedi mi? Hain o!”

Sudanlı Ahmet konuşurken, sanki gözleri yerinden fırlıyor. Yüreğinde ölümüne bir korku taşıyor gibi...

Başımı Mısırlıya çeviriyorum. Köşede sessizce büzülmüş, konuşmalarımızı anlamaya çalışıyor.

“Ya seni neden getirdiler?”

Mısırlı uzunca bir süredir bu sorunun sorulmasını bekliyor gibi hızlı hızlı anlatmaya başlıyor. Beni inandırmak gibi bir çabası var. Oysa benim inanıp inanmamam neyi değiştirecek...

“Kaldığım otelden aldılar beni. Tüccarım ben. Ticaret için geldim bu¬raya. Pasaportum, izin belgem her şeyim tamam. Yine de getirip buraya attılar beni. Saddam’ın ajanı olduğumu söylüyorlar. Sürekli buradaki tanıdıklarımı soruyorlar. Allah şahit benim hiçbir şeyle ilgim yok. Bıraksalar hemen ülkeme döneceğim. Bir daha buraya gelmek mi... Tövbeler olsun. Sorumlu, ‘Seni yasal olarak, ülkeden çıktı gösterdik, ölene kadar buradasın,’ diyor. İlk geldiğimde çok dövdüler, ‘gene ala¬cağız’ dediler... Beni öldürecekler...”

Daha çok şey anlatıyor Mısırlı. Arapça beynimi yoruyor. Her Arapça ke¬limeyi Türkçeye çevirerek anlamaya çalıştığımdan olsa gerek, beynime bir ağırlık çöküyor. Kimi zaman bildiğim kavramları bile anlamakta zorluk çekiyorum. Mısırlı belki başka şeyler de anlattı. Ama ben, ton¬larca ağırlaşan beynimle ancak bu kadarını anlayabildim...

Merdan kendinden söz etmeyi istemez gibi görünüyor. Kararsız. Bana güvenmeli mi yoksa güvenmemeli mi! “Bu adamı bilinçli olarak benim yanıma koydular” diye düşünüyor olmalı. Sonra hikâyesini kısa kesik cümlelerle ve bozuk bir Türkçeyle anlatıyor:

“Üç ay oldu ben buraya geleli. Örgütten ayrıldım. Ne olduğunu anlamadan beni yakalayıp buraya getirdiler. ‘Türkiye’ye vereceğiz’ diyorlar. Verirlerse beni yaşatmazlar.”

Yaşı daha genç. On sekizine yeni girmiş gibi. Korkuyor. Merdan korkmasın da ben mi korkayım. Daha hayata yeni adım atmışken örgütü tanımış ve yaşamına bağlanmış. Ancak bir süre sonra kaçmak zorunda kalmış. Örgüt de yaptığına ihanet demiş ve onu, düşman saflarına koymuş. Merdan’ın umutları yaşama yeni başlamışken tükenmiş. Ne yapacağını bilmiyor. Herkesten, her şeyden korkuyor. Yaşamı dar etmişler ona. Diyarbakırlı. İlkokuldan sonra okumamış. Köyde toprakla uğraşıp yarı aç yarı tok yaşayıp gidiyormuş. Umutsuzmuş ama çaresiz değilmiş.

“İstanbul’a çalışmaya gidecektim, köye geldiler. Aralarında ilkokuldan arkadaşım Baran da vardı. ‘Böyle ezilerek, aç sefil yaşamak, yaşamak değil’ dedi. ‘Eziliyoruz, horlanıyoruz, aç kalıyoruz’ dedi. ‘Bu devletin bize reva gördüğü bu. Mücadele etmeliyiz’ dedi. Birkaç gün köyde kaldılar. Sonra ben de onlara katılıp dağa çıktım... Olanlar ondan sonra oldu. Bir yıl dağda kaldım, köyleri dolaşıyor, eylem yapıyorduk. Sonra Baran örgütle çatışma yaşadı. Benim köylümdü. Ben de ona katıldım. Sonuçta buradayım.”

Merdan tükenmiş gibi, konuşmakta bile zorlanıyor. Yaşamı kavrayabilecek bilince sahip değilken, onu değiştirmeye yönelmiş. Yaşam da onu savurup atmış. Tutunacak hiçbir dalı kalmamış. Yaşam artık ağır bir yük onun için. Altından kalkmaya çalıştıkça daha bir batmış...

Öylesine yorgunum ki... Uyumak istiyorum. Ölesiye bir uyku çöküyor. Göz kapaklarım kendiliğinden düşüyor. Uyumakla her şey bitecekmiş gibi gelir, bana. Daracık hücrede leş gibi kokan tek bir yatak var. Çömeldiğim yere kıvrılıyorum, hemen dalmışım...

Sabahın erken saatlerinde kulağıma gelen gürültüyle uyandım. Askerler... Sabah sporuna çıkmışlar. Hep bir ağızdan olanca nefeslerini kullanarak bağırıyorlar, slogan atıyorlar:

"Tüm Araplar tek bir ulustur ve tek kurtuluş yolları sosyalizmdir!"

Aklım takılıyor slogana. Düşünüyorum... Hem Arapları tek bir devlette toplayacaklar hem de sosyalizmi kuracaklar. Yani Araplar için sosya¬lizm. Bu topraklarda yaşayan diğer halklara hiçbir şey yok... Hem Arap milliyetçiliği hem de sosyalizm... Nasıl becereceklerse bunu? Her şey bir yana, eğer kurtuluşun tek yolunun sosyalizm olduğuna gerçekten inanıyorlarsa, benim burada ne işim var?.. Beni buraya apar topar tıkı¬verdiler... Oysa ben sosyalistim diye haykırmıştım. Demek ki onlara kabul ettirecek kadar haykıramamıştım!.. Sonra, "Kahrolsun emperya¬lizm ve siyonizm!" sloganı yükseliyor. Ardından diğer sloganlar. Düşmanlarımız hep ortak. Bağıran askerlerle, kapımda nöbet tutan gardiyanlarla aynı saflardayız. Bırakmak isteselerdi bir telefon etmeleri yeterdi. Her şeyi öğrenirlerdi. Neden etmediler acaba? Kaldığım cepheyle yeni ve yakın zamanda sorunları mı çıktı? Düşman mı saymaya başladılar? Böyle bir şey olsa söylemeleri gerekirdi. Ben de az çok duyardım. Ama yine de belli olmaz. Burada kimi zaman dostlukların ömrü, saatini bile doldurmuyor. Bir gün önce rahatlıkla geçilebilen bir sokaktan ikinci gün geçilemeyebiliyor. Anlık bir gelişmede el değiştirmiştir sokak. Ya da yeni bir olayla dost bilinen sokaklar düşman olmuştur. Basıyorlar kurşunu. Hiçbir şeyin, ama hiçbir şeyin kalıcılığı yok bu¬rada.

Kafamdaki karmakarışık düşüncelerden kendimi sıyırıp hücreye dönü¬yorum. İki sıra briket örgüsüyle, yatılan yerden ayrılmış tuvalette yüzümü yıkıyorum. Ufacık bir delikten sızan gün ışığı hücreyi aydın¬latıyor. Şimdi daha iyi görebiliyorum...

Sudanlı, geceden daha zayıf. Simsiyah. Köşeye çömelmiş, elleriyle il¬ginç hareketler yapıyor. Kolunu kısa, kesik hareketlerle aşağıya doğru fırlatarak uzun parmaklarını birbirine çarptırıyor. Ve müzik ritmini andıran bir ses çıkarıyor. Yüzünde tebessümün belirtisi yok. Merdan gözlerini tavana dikmiş anlamsızca bakıyor. Mısırlı diz çökmüş, vücudunu öne arkaya sallayarak bir şeyler mırıldanıyor. Kendini bu işe kaptırmış gibi...

“Ne yapıyor bu?”

“Dua ediyor. Birazdan sorguya alacaklar. Allahtan başka yardım edecek kimi var ki?..”

Ayağa kalkıp ayaklarımı rahatlatıyorum. İlk kez açlığı hissediyorum. Uzun bir süredir tek bir lokma yemedim. Midem kazınıyor. Heyecandan olsa gerek, daha önce hiç aklıma gelmemişti.

“Burada sabah yemeğini ne zaman veriyorlar?”

“Ne yemeği?”
“Sabah için kahvaltı.”

“Sabah yemeği yok burada.”

“Neden?”

“Vermiyorlar. Sadece tek öğün veriyorlar. Akşama yakın geliyor o da.”

“Peki, doyuruyor mu?”

“Onlar doyurduğunu söylüyor. Ben alıştım. Yakında sen de alışırsın. Bazı akşamlar haşlanmış patates dağıtıyorlar.”

Sudanlı Ahmet'in patates dağıtımından söz ederken gözleri parlıyor. Seviniyor. Bense şaşkınım. Ülkemi düşünüyorum. İstemeden ülkemdeki ‘merkezler’ geliyor aklıma. Yemek sorunumuz pek olmazdı. Her türden yemeğimiz bulunurdu. Dayağımızı da, aşımızı da yerdik. Kimi yerlerde çay ve sigara bile satılırdı... Kıyaslamanın kendisi bile beni iğrendiri¬yor... Kendime kızıyorum. Neyi kıyaslıyorum. İnsan onuruna yönelik, çağdışı saldırıların detayda gizlenmiş kimi farklılıkları önemli mi? "Bizim işkencemiz daha insancıl" diyen polisler gibi hissediyorum kendimi. Kendimden utanıyorum.

İşkence her yerde aynıdır. İşkenceci de... Tüm işkenceciler aynı ruhla, aynı amaçla insana saldırı¬yorlar. İnsanın iradesini zayıflatıp, parçalamak... Bilinç bütünlüğünü yok edip, kişiliksizleştirmek... İnsan eylemini biçimlendiren amaç her zaman önemli ancak, burada değersizleşiyor. Karşıtının eylemine denk düşen her türden düşünce, farklılığını kaybediyor. İşkence nerede ve nasıl yapılırsa yapılsın amaç ortak değil mi? Horlanan, eziyet edilip parçalanmaya, çözülmeye çalışılan insan onuru değil mi?.. İnsan değil mi?.. Demokratik amaçlı işkence... Nedir? Çoğunluğun çıkarını korumak için azınlığa ya da bireye eziyet etmek. Çoğunluğa zarar veren ya da kendini çoğunluğun temsilcisi görenlere yönelen kişiyi -insanı- zararsız hale getirmeye çalışmak. Çözmek... Çözebilmek için her türlü yöntemi olur saymak... İnsan; insani değerler harcanarak, insanlık onuru hiçe sayılarak, insana eziyet etmeyi meslek haline getirecek insanlar yetiştirilerek korunacak... Yani insancıl amaçlı işkence!.. Veya insanlık adına görev yapan işkenceci!..

Koridordan ayak sesleri geliyor. Mısırlıya çevriliyor gözlerim. Köşede büzülmüş, titriyor. Eriyip, küçülmüş; duvarda sığabileceği küçük bir delik bulsa, içine girip kaybolacak sanki... Yüzü, donuk bir sarıya kes¬miş. Sarı değil, kirli bir beyaz... Koridordaki ayak sesleri biraz daha yaklaşıyor. Mısırlı Allahı hücreye taşıyor. Merdan donuklaşmış bakışlarını kapıya yöneltiyor. Sudanlı Ahmet kulağını ka¬pıya dayamış, soluksuz bekliyor. Yüzü bir parça soluk. Sürekli görünen dişlerinin parlaklığından eser yok... Gözleri siyaha çalıp, derisiyle bü¬tünleşmiş... Ayak sesleri kesiliyor. Ancak açılan bizim kapı değil. Yan hücreden, bağırıp küfrederek birini çıkartıyorlar. Tiksindirici bir yal¬varış sesi koridora yayılıyor.

“İnanın bana, benim onlarla bir ilişkim yok. Onlar benim halkımın düşmanı.”

Sesi öylesine yakarış yüklü ki, sözleri ağlama nağmeleri gibi anlamsız geliyor. Atılan tekme ve yumruk sesleri, kesik kesik acılı feryatlar kulağımı parçalıyor. Tüylerim ayağa kalkıyor. Yüreğim nefretle çarpı¬yor, bir ürperti, bir korku her yanımı sarıyor. "Bunlar resmen işken¬ceci" diyorum içimden. Sorguculardan biri bizim hücrenin mazgalını açarak hayvani bir tonla sesleniyor:

“Sen de hazırlan Mısırlı. Namussuz. Saddam köpeği. Seni mahvedece¬ğim. Her şeyi anlatacaksın bize.”

Mısırlı yalvarmak için mazgala fırlıyor. Ancak yetişemiyor. Sorgucu hızla mazgalı kapatıp, uzaklaşıyor. Mısırlı ona anlatacaklarını bize anlatmaya koyuluyor. Gözlerinden inen yaşlar, burnunu aşıp ayaklarının dibinde birleşiyor. Sesi boğuk...

“Ne desem inanmıyorlar. Yukarıda Allah var, hiçbir ilişkim yok on¬larla.”
Yeniden büzülüyor köşeye... Elleriyle yüzünü kapatıp, sallanmaya koyu¬luyor. Merdan ile Sudanlı Ahmet rahatlamış gibiler. Sudanlı Ahmet biraz sakin bir tonla;

“Bugün almayacaklar onu. Bu kesin,” diyor. Dişleri yine meydana çıkıyor, gözleri parlıyor.

Derinden gelen bir bağırtı tüm koridora yayılıyor. Ciğerleri söken acı yüklü, anlık haykırış... Hemen kesiliyor. Arkasından rast gele bağırtılar. Sille, tokat, tekmeler... Tekrar, tekrar bağırtılar, yine bir haykırış, soluğu tüketen cinsten... Küfürler, bağırtılar... İlk anda elektrik geli¬yor aklıma. Akımı yükledikçe bağırttırıyorlar çocuğu. Onu göremedim, ancak haykırışı gencecik. Beyni ânında felç eden elektrik... Kesik ke¬sik bağırtılar ondan olmalı. Aniden beyne yüklenen şok, bedenin tüm hücrelerini yerinden koparıyor. Kaslar son sınırını zorlarcasına gerili¬yor. Eklem yerleri hareketsizleşerek işlevini yitiriyor... Yorgun, acılı haykırışlar, küfürler, bağırtılar yarım saat kadar sürüyor. Her yanım¬dan ter boşanıyor. Sorular, yanıtlar... Tekrar sorular, tekrar yanıtlar... Saatlerce devam ediyor. Artık bağırtılar seyrek geliyor. Konuşmalardan anladıklarım ürkütüyor beni. Filistinli genç, birkaç kampın planını yüz bin lira karşılığında nasıl sattığını anlatıyor. Yüz bin lira ve bir pasaport karşılığında... Korkunç bir şey!

Alçaklık!
Küfrediyorum, Filistinliye...
Kızgınım...

Düşünce sistemim alt üst oluyor. Aklımdan işkenceyi hak ettiğini bile geçiriyorum. Belki de işkenceye direnemeyip, boyun eğmesine sinirle¬niyorum. Hayır, hayır... Her ikisi de iğrenç... Düşünemiyorum ar¬tık, düşünmek istemiyorum... Düşünecek ne kaldı ki?

Oturduğum yerden ayağa kalkarak, havalandırma deliğinden dışarıyı seyretmeye koyuluyorum. Gökyüzünü görebilmek mümkün değil... Yaşadıklarımdan utanıyorum. Hiçbir şeyi görmek, duymak, düşünmek istemiyorum.

Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Saatim yok. Aldılar. Bana günlerce, belki de yıllarca gibi geldi. Çatışmalarda insanların birbirini öldürmesi, ölmek veya öldürmek bu kadar ürkütücü gelmiyor bana. İşkence kadar, ihanet kadar iğrenç başka ne olabilir ki yaşamda... İğrençlik son sınıra dayanıyor. Her şey karşı¬tıyla gelişip güçleniyor.

Koridor yine kalabalık, ayak sesleri geliyor. Mısırlının yüzü yine sa¬rıya kesti. Sudanlının her zaman görünen dişleri kayboldu, Merdan dondu. Benim de kulağım ve gözlerim kapıda. Filistinliyi hallettiler hücresine götürüyorlar diye düşünüyorum. Ama değil. Bizim kapıya sokuyorlar anahtarı. Gürültüyle ilk kapı aralanıyor. İkinci kapının mazgalından sarıya çalan saçlarıyla bir baş uzanıyor. İçeriyi yorgun gözleriyle süzüyor. Kapı açılıyor. Sarışın sorgucu Mısırlıyı çağırıyor, diğerleri dış kapının önünde bekliyor. Mısırlı Allah kitap karıştırarak ağlamaya yalvarmaya başlıyor. Sorgucunun ayağına kapanıyor. Sorgucu küfrederek kurtardığı ayağıyla tekmeyi karın boş¬luğuna patlatıyor. Bir inilti çıkıyor Mısırlıdan. Gözlerini bağlayıp dı¬şarı çekiyorlar. Mısırlının haykırışı koridora yayılıyor. Kapının kapan¬masını beklerken tanıdık biri geliyor. Beni buraya getirenlerden.

“Nasılsın Kemal, sen rahatsın değil mi?”

Kızgınlığımı, ürpertimi yüz hatlarımdan ve bakışlarımdan anlamış ola¬cak ki, misafir olduğumu hatırlatma gereği duyuyor. Yanıt vermemi beklemeden konuşmasını sürdürüyor:

“Bunlar insan değil, hain. Az önceki Filistinli MOSSAD'a çalışıyordu. Halkının, tüm Arap halkının düşmanına bilgi satmış. Örgütünün bildiği tüm yöneticilerinin, kaldıkları tüm özel yerlere kadar olabilecekleri her yeri vermiş. Gizli kamp yerlerinin planlarını satmış. Bir de hâlâ onları koruyor. Ayaklarından asmak gerek böylelerini, hem de ölene ka¬dar hiç indirmeden. Sen üzülme, bak, senin ülkenden biri de var yanında, keyfine bak. Yakında bırakırlar seni...”

Kapı tekrar kapanıyor.

Mısırlının sorgusu başlıyor. Bu kez hemen haykırma, bağırtı, çığlık gelmiyor. Mısırlı yalvarıp, ağlıyor. Çocuklarının adlarını sıralıyor, başlarına yeminler ediyor. Bırakırlarsa hemen ülkesine gideceğini, bir daha buralara gelmeyeceğini söylüyor. Acınası ses tonuyla, daha pek çok şey anlatıyor.

Dinleyemiyorum!.. Yatağın kir tutmuş pamuğundan bir parça kopartıp, kulaklarıma tıkıyorum. Gömleğimi çıkartıp gözlerime sarıyorum. Sesler kesiliyor ve hiçbir şey görmüyorum. Köşeye uzanı¬yorum. Başım ellerimin arasında, sıkıca bastırıyorum. Duyma yetimden nefret ediyorum. Uyumak istiyorum. Bir boşluktayım sanki karanlık, sessiz ve derin bir boşluk. İnsansız, havasız!..

Sudanlı Ahmet'in dürtüklemesiyle uyandım. Gömleğimi kafamdan çö¬züp, kulağımdaki pamuk tıkacı çıkarttım. Hava kararmış ve akşam ol¬muştu. Mazgaldan yemeği veriyorlar. Bir ekmek, bir tabak nohut ve pilav. Kaşık arıyor gözlerim. Kaşık yok. Sudanlıya soruyorum. "Ne gezer," diye yanıt veriyor. O da yasak. Sulu yemeği ellerimizle yemek zorundayız. Yemekleri bırakıp, ekmekten bir parça koparıyorum. Açlığım bitiyor. Aklıma Mısırlı geliyor.

“Ne oldu Mısırlıya, daha getirmediler mi?”

“Başka yere koydular. Onunla işleri bitti. Her şeyi kabul edip, sorgucu¬larla anlaştı. Onlar için de çalışacağını söyledi. ‘Mısır'da bilgi alabile¬ceğim çok insan var, sizlere aktarırım’ diyordu.”

“Yani?”

“Evet, o Saddam ajanı. Kabul etti. Birkaç kez elektrik vermeleri yetti. Birçok isim verdi. Sorgucular da sevinçle beni unutup gittiler.”

“Vay be!”

Ağustos eylüle dönüyor, yazı sonlayıp sonbahara giriyoruz. Boğucu sı¬caklar biraz olsun hafifliyor. On yedi gündür buradayım, yalnızca iş¬kence seslerini dinliyorum. Kadın, erkek, genç ve yaşlı çığlıklar, ba¬ğırtılar... Sudanlıyı birkaç kez daha aldılar. Biraz hırpalayıp, yokladılar. Artık pek şüpheleri kalmadı gibi. Bırakılmayı bekliyor. Bense ülkemi düşünüyorum... İnsanlarımı... Issız sokaklarında akşam dolaşmalarını. Altın sarısı kumsalıyla kasabamı. Sonra sevdamı...

Eylül bir yıl dönümüne daha giriyor, ülkemde. İşkence tezgâhları, ceza¬evleri, devrimci demokrat, aydın dolu. Kışlalar sokaklara inmiş. Sokaklar kışlalara taşınıyor. Ölüm köşe başlarında pusuda. İnsanlar ür¬kek, tedirgin, acılı. Komutlar yönetiyor yaşamı... Ülkemin insanları, acılı tarihini yaşarken, ben, kilometrelerce uzakta, daracık bir hücrede soluklanmaya çalışıyorum. Kimbilir, belki bir daha göremem kasabamı; denizinde kulaç atıp, olta sallayamam. Anneme, sevdalıma "bakın, ben döndüm" diyemem... Belki de, o sıcak dostluğuyla insanla¬rımı kucaklayamam. Oysa bu insanlardı benim yaşamım. Ülkemde acı çeken insanlar için değil miydi tüm çırpınışlarımız... Bizleri ayağa kaldıran, kuytu bir sokakta kurşuna dizilen liseli gencin öfkesi değil ¬miydi? Yıllarca amansız bir başkaldırının dolaştığı sokaklarda, şimdi ürkek bakışlarıyla gezinen insanlar ve her yanı kana bulanmış postal¬lar var. Kanımızla "her şey senin için özgürlük" sloganını yazdığımız o heybetli duvarı kurşundan geçirmişler. "Yazı hâlâ direniyor," diyorlar. Yağmur sonrasının sonbaharında, hafifçe çıkarıp başını, hüzünlü bir tebessümle selamlıyor insanları. Sanki "hiçbir şey boşa değil" der gibi.

Yitik insanlar diyarı oldu sokaklar. Genç insanlar güpegündüz so¬kaklarda yitiyorlar. Yitiriliyorlar. Analar evlatlarını arıyor, ağıtlar yakarak. Ağıtlar gökyüzünde yitiklere ulaşıyor. Darağaçları... Asılan insanların gözlerindeki parıltı ve haykırışlarındaki kararlılık, yayılı¬yor sokaklarda, fısıltılarla... Tüm halkın yüreğine taşınıyor, sonba¬hardaki "kan çiçekleri"... Yeni bebeler doğuyor, karanlık eylülünde ül¬kemin! Kan çiçeği koyuyorlar adlarını, nüfusa götürmeden. Ülkemde yeni bir yaşam filizleniyor, sokakların gizemli köşelerinde...

Ülkemden uzakta da olsam, acıları acımdır diyorum, kederleri kederim. Paylaşmalıyım. Aklıma ilk gelen şey, açlık grevi. Üç günlük açlık grevi de olsa, tüm direnenlerle birlikte ol¬malıyım. Böylesi bir şey, düşüncede bile beni rahatlatıyor. Ülkemle aramdaki uzaklık hızla kayboluyor. Yüreğimde hüzünlü bir coşku...

İlk gelen yemeği almıyorum. Gardiyan anlam veremeyip çekip gidiyor. İkinci gün yine reddediyorum. Gardiyana gerekçesini anlatmak beni fazlasıyla yoracağından, yalnızca "almıyorum" diyorum. Akşamın geç saatlerinde, beni, ilk geldiğimde girdiğim odaya götürüyorlar. Genç subay masada oturuyor. Yanında tercüman Ali var. Adını hatırlıyorum. Ebu Emin;

“Neden yemek yemiyorsun Kemal? Bize mi kızgınsın?” diyor, şaşkınca.

Tercüman Ali yanıma gelip ellerini omzuma koyuyor.

“Neden yemiyorsun Kemal? Yakında çıkacaksın. Bir iki pürüz var, o ka¬dar. Seni burada unutmuş değiliz. Ölmek mi istiyorsun? Bizi anlamalı¬sın.”

“Doğrudan neden, siz değilsiniz.”

“Neden yemiyorsun o zaman?”

“Bugün ülkemde darbenin üçüncü yıl dönümü. İnsanlarım acı çekiyor. Arkadaşlarım cezaevinde, işkence tezgâhlarında. Acılarını paylaşmak istiyorum. Ama buradayım. Yapabileceğim tek şey bu. Protesto ediyo¬rum. Nefretimi haykırıyorum, onurumu sahipleniyorum!..”

“Bu nedenle mi yemiyorsun?”

Kafa sallıyorum. Tercüman Ali şaşkın, dayanamayıp gülüyor... Diğerleri de ona katılıyor. Gülüşmeler tepemi attırıyor, kızıyorum. Aşağılanmış gibi hissediyorum kendimi. Bağırıyorum:

“Bunda gülecek bir şey yok. Ne sanıyorsunuz siz?”

“Kusura bakma Kemal, biz bu tür şeylerden anlamayız. Bizim bildiği¬miz düşmanla savaşılır, ona zarar vermeye çalışılır. Sen kendine zarar vererek savaştığını sanıyorsun. Ama arkadaşlarına ve ülkene bağlılığın çok güzel, onur verici.”

Önce anlatmayı düşünüyorum, mücadelenin yalnızca bomba ve silahla olmadığını, başka yöntemlerin de kaçınılmaz olduğunu. Ancak anlama¬yacaklar, biliyorum. Kendimi boş yere yormak gelmiyor içimden. Vazgeçiyorum. İçlerinden biri sigara uzatıyor. Alıyorum. Günlerdir ilk kez sigara içiyorum. Başım hafif dönüyor, müthiş bir tat alıyorum. Sohbete geçiyoruz. Bozuk Arapçama ilgi duyuyorlar.

Daha bir saygılı davranıyorlar...

“Sigara ve çay veriyorlar değil mi?”

“Hayır. İlk gece üzerimdekini de aldılar.”

Yanıtım Ebu Emin'i kızdırıyor. Gardiyanların kıdemlisine dönüp, öfkeyle bana sigara vermelerini söylüyor. Misafir olduğumu tekrar hatırlatıp, kendi sigara paketini bana uzatıyor. Beni hâlâ neden tuttuklarını soru¬yorum. Kendilerinin üstünde bir sorun olduğunu söylüyor. Ardından da, yakında bırakılacağımı ekliyor.

Hücreye geri döndüğümde olanları anlatıyorum. Sudanlı şaşkın. Merdan’ın yüreğindeki telaşa hiçbir şey fayda etmiyor. Sigaramı onlarla payla¬şıyorum. İlk kez sohbetimiz neşeli geçiyor. Türkü söylüyorum, ilk kez...

"Yıkılma bunları gördüğün zaman
Umudu kesip de incinme sakın..."

Dizeler gözlerimi yaşartıyor. İçimden ağlamak geliyor. Kendimi tuta¬mıyorum. Köşeme çekilip, ellerimle gözyaşlarımı gizliyorum. Sudanlı ve Merdan günün rahatlığıyla uykuya dalıyorlar. Ben bir süre daha uyanık kalıp, otur¬duğum yerden dışarıyı görmeye çalışıyorum. Pencereden sızan ay ışı¬ğının maviliğini seyrediyorum. Akdeniz'deyim sanki...

Sahilde küçük bir kasabada yaşadım, uzun yıllar. Yaşamı sırtladığım bu yerde, gençliğimin sevdasını, aşkını ve hüznünü yaşadım. Sevda türkü¬leri dinledim, sokaklarında. Mücadeleyi tanıdım, dostluğu ve ihaneti... Bir avuç genç insandık. Dostluğumuz biraz da gençliktendi. Damarlarımızdaki devinim, bilincimizi zorluyordu. Pervasızdık; ancak yaşamdaki yığınla sorunu görüp, sorumluluk duyabildik. Şafağı tıkayan sis aralanmalıydı. Bunu biliyorduk. Aydınlık bir akşamda kurşunlanan liselinin gözlerindeki sönmeyen parıltıyı yakalayıp, sahiplendik. Özlemlerini özlemlerimize kattık, umudunu umudumuz belledik, sım¬sıkı sarıldık. Gençtik. Kitap sayfalarına yeni varmıştık. Sabırsız ve deneyimsizdik. Yaşam bir anlamıyla, oyundu gözlerimizde. Bizlerse amatör oyunculardık. Limanın açık denize bakan yakasında, "topamarosları" okurduk, gıptayla, heyecanla. Kapılarımız gece yarıları tekmelenmeye başlandığında, uzaklaştık tanıdık yerlerden. Kaçıyorduk artık...

Bir belirsizlik denizinde çırpınıp duruyordum. Geceler... Çoğunlukla uy¬kusuz ve ürkek geçen geceler... Tasarımsız yarınlar... Yaşam bir adım önümdeydi. Sarının öldüğünü öğrendiğimde, ilk kez derinden sarsıldım. Gözyaşlarımı dalgalara yükleyip, ona gönderdim... Üç dal karanfil bı¬raktım denize. Ona ulaşsın istedim... Artık ülkemin sokaklarına sığmaz olmuştum. Bir gece... Soğuk bir kış gecesi, özlemle¬rimi ve sevdamı yanıma alıp, terk ettim ülkemin sokaklarını... Özgürlüğümdü benim deniz; belki de yaşamım... Artık sığınmacıydım...

Hücrede geçirdiğim yirmi sekizinci günün sabahı, yan hücrede kim var, merak ediyorum. Duvara üç kez üst üste vuruyorum. Yanıt gelmiyor. Tekrar tekrar deniyorum. Tek vuruşluk yanıt aldığımda birilerinin ol¬duğunu anlıyorum. Duvarı gözlerimle yoklarken, tavana yakın bir çatlak gözüme ilişiyor. Tuvalet briketlerinin üzerine çıkıp, sesleniyorum. Beni duyup duymadıklarını soruyorum. Yan taraftan ses geliyor, dilini anlayamıyorum. Tekrar seslenmeye hazırlandığım bir sırada, hücrenin kapıları açılıyor. Hemen aşağıya atlıyorum. Daha önce hiç görmediğim gardiyanlar, küfrederek, beni koridora çekiyorlar. Tekme, tokat, yum¬ruk... Rast gele vuruyorlar. Ellerindeki kırbaçları indirmeye başlıyorlar. Acı beynimi parçalıyor. Arapça bildiğim tüm küfürleri sıralıyorum. Daha fazla saldırıyorlar. Her kırbaç darbesini doğrudan beynimde duyu¬yorum. Vurmak için birbirleriyle yarışıyorlar. En fazla göğüs boşlu¬ğuma vurmaya çalışıyorlar. İki büklüm oluyorum. Ellerimle yüzümü ve kafamı koruyorum. Dizlerimi karnıma çekiyorum. Uğraşıyorlar, açamı¬yorlar. Sırtım harabeye dönüyor. Kırbaç darbesinin her inişinde sancı ile kıvranıyorum.

Nice sonra yorulup bırakıyorlar. İçlerinden biri tatmin olmuş değil, "Elektriğe bağlayalım," diyor. Diğeri, "Birazdan sorumlu gelir," diyerek itiraz ediyor. Her yanım acı içinde, yanıyor. Sinirden dudaklarımı ısırıyorum. "Akşama görüşürüz," diyerek yeniden hücreye kapatıp gidiyorlar.

Köşeye çekilip, yığılıyorum. Tüm bedenim acıdan ve sinirden titriyor. Sancı beynimi parçalıyor. Bedenimin her hücresi kor bir ateşin içeri¬sine düşmüşçesine, yanıyor. Merdan duvarın bir köşesine büzülmüş kendini kaybetmeye çalışıyor. Sudanlı, korku ve şaşkınlığını bastırıp yanıma geliyor. Üstümdeki gömleği soymayı deniyor. Gömlek, kanlı be¬denime yapışmış çıkmıyor, zorladıkça katlanılmaz bir acı, her yanımı sarıyor. Sudanlı,

"Çıkartmak gerek, sonra daha kötü olur," diyor.

"Tamam" anlamında başımı sallıyorum.

Bardağa su doldurup, gömleği¬min yapışan yerlerini ıslatıyor. Bağırmamak için elimin etli kısmını ısırıyorum. Bağırmak korkunç, aşağılık bir şey gibi geliyor. Dişlerim elime geçiyor. Her yanım ter ve ateş. Gömlek çıktığında bedenim tü¬keniyor, beynim acıdan bitkin düşüyor. Yarı baygın uzanıyo¬rum. Her şeyi unutmak istiyorum. Düşünmemeye çalışıyorum, işken¬ceyi, beynimi saran acıları. Denizi düşünüyorum; martıları, kumsala baskın yapan dalgaları. Olmuyor. Acıyı söküp atamıyorum. Sudanlı yı¬kadığı gömleğimin ıslaklığıyla kırbaç yerlerinin üstünü, hafifçe sili¬yor. Su rahatlatıyor. Ancak anlık bir rahatlama. Sonra, tüm katlanıl¬mazlığıyla yeniden saplanıyor acılar...

Yıllar sona yeniden yaşadım işkenceyi. Hem de çok farklı bir alanda. Sorgusuz, sualsiz. Ülkemdeki gibi zevk alarak yaptılar işlerini. Sadist bir haz aldılar. Beyinsizler sürüsü hepsi de. İnsan olmanın bilincine varamamış kara beyinliler... İşkence, ulus, ülke, sınır farkı tanımıyor. Biçim değişse de öz her yerde aynı. Beyne acı yükleyip, bilincin bütün¬lüğünü zayıflatıp, parçalamak. İnsanın kişiliğini elinden almak... Yer yer cop, yerini kalasa bırakabiliyor veya falakaya, askıya. Elektriğin voltajı, manyetosu farklı olabiliyor. Belki sorgu tekniği de... Ancak iş¬kencenin kendisi hiç değişmiyor. Uluslararası ortak bir dil gibi... Hece kalıpları, kadına, erkeğe göre değişse de, hitap biçimleri veya cümle yapısı farklılık gösterse de, dil hep aynı kalıyor. İŞKENCE... İnsana en zayıf yerinden acı yüklemek, iradeyi sıfırlayıp, insanı aşağılamak, kişiliksiz¬leştirip, silikleştirmek...

Sorgusuz yapıldı, işkence. Adice... Ama işkenceciler uzman ve deneyimli. Acıya daha az dayanıklı yerleri kolaylıkla saptayabiliyorlar ve dünya ile tüm bağlarını kesip, önceden saptanan bu yerlere ulaşmak için tüm yeteneklerini kullanıyorlar. Kara beyinlerinden salyalar akı¬yor. Bağır, yalvar istiyorlar. Bağırmak onları zevkten çılgına çeviriyor. Hele yalvarmak... İnsan olduğum için utanıyorum. Tüm insanlar adına utanç duyuyorum. Aslında zavallı olan ben değilim. Bunu biliyorum. Zavallı olan, beyninde insanlık adına hiçbir şey taşımayan¬lar. Gecenin karanlığında kendini bulanlar... İşkenceciler…

Aklıma, "akşam görüşürüz" demeleri geliyor. Yüreğim ürperiyor. Yeni baştan her şeyi tekrar yaşamak... Akşam daha rahat olacaklar. Gündüz biraz telaşlıydılar, tam zevkine varamadılar, işin. Ama ya gece...

Ölüm geliyor aklıma. İşkencede ölmek. Hem de sımsıkı sarıldığın değer¬leri sahiplenmek, dostlarımı, onurumu korumak için değil, meslekten işkencecilerin elinde, nedensiz, gerekçesiz, yabancı olmanın faturası bir işkenceyle... Evet sığınmacı olmak... Bunlar yabancıları sevmiyor¬lar. Hiçbir şeyin bilincinde değiller. Nefretlerini bastıramayıp, saldı¬rıyorlar. Ben bu türden saldırılarda, kendi ülkemden, insanlarımdan sınırlarca ötede ölmek istemiyorum. Böylesi bir ölüm korkutuyor beni.

Birkaç ay önce şaşkınca, üç insanın asılmasını izlemiştim. Bir başka ülkede, yasaların ölümle cezalandırdıkları üç kişi, şehrin ünlü bir meydanında seyirlik asılmıştı. Sabahın erken saatlerinde tesadüfen geçiyordum. Trafik önce yavaşlamış sonra tamamen durmuştu. Araçlardan birer ikişer insanlar iniyordu. Ben de inmiştim. Burası şeh¬rin Merci Meydanı denilen tarihi bir kavşağıydı. Osmanlı'dan kalma bir meydan. Merakla, kavşağa doğru kalabalıkla birlikte yürümeye koyuldum. Kavşağa yaklaştığımda, kırmızı bereli askerlerin etrafı sardıklarını fark ettim. Biraz daha ilerlediğimde tam bir şok yaşadım. Alanın or¬tasındaki, dairemsi çimenli yere, birer adım arayla askerler dizilmiş, ortalarına üç sivil adam oturtulmuştu. Üzerine uzun beyaz elbiseler giydirilmiş, elleri arkadan kelepçelenmişti. Yüzlerinde renk diye bir şey kalmamıştı. Bir köşede korkuyla bekleşiyorlardı. Subaylardan biri, oturduğu sandalyenin üzerine çıkarak, bu üç insanın suçlarını oku¬muştu. Asacaklardı... Hem de yaşayan insanlara seyrettire seyrettire asacaklardı. İbret-i âlem için cezalandırılacaklardı.

Subayın konuş¬ması bittiğinde, ilk ismi okunanı, askerler sürükleyerek getirdiler. Alana kurulan darağacı falan değildi, iki dikey demir ortasına su bo¬rusu şeklinde yuvarlak bir metal atmışlar ve üç ipi, birer metre ara¬lıklarla hazırlamışlardı. Belki de böylesi daha pratik bulunmuştur, kim bilir... Fazla zahmete bile gerek duymamışlardır. İplerin altına, eski, boyasız, büyükçe bir sebze sandığını andıran bir çıkıntı koymuş¬lardı.

Bu tahta yükseltinin yanına getirilen adam, ağlayarak yalvar¬maya başlamıştı. Yüzlerce insan, askerlerin oluşturduğu kordonun dı¬şında olanları izliyordu. Az sonra ölecek adamın son çırpınışlarını, af dilemelerini izleyen insanlardan çıt çıkmıyordu. Adamın ayakları tut¬maz olmuştu. Gözaltları torbalaşmış, gözbebeği kaybolmuştu. Otuz yaşlarında ancak vardı. Son isteği sorulduğunda, yarı ölü haldeydi, hiçbir şey isteyemedi. Daha asılmadan ölmüş gibiydi. Ağzını bantladılar, tahta sandığın üzerine taşıyarak çıkardılar. Boynuna yaftasını astılar. Subayın öfkeli emriyle, askerlerden biri, ipi adamın boynuna geçirdi. Diğer iki asker adamı ayakta tutmaya çalışıyordu. Sonra askerler ke¬nara çekilip, adamı ipe bıraktılar. Subay, adamın ayaklarının altındaki sandığa tekme atmasaydı bile, adam asılırdı. Cansız gibiydi.. Yükselti tekmelendiğinde adam çırpınmaya başlamıştı. Birkaç kez kesik kesik çırpındı. Hafif bir ses duyuldu, ardından boynu yana düştü. Yüzü sapsarıydı, hızla siyahlaştı. Üç-beş dakika sonra adamda kımıltı kalmamıştı. Ölmüştü artık... Öylece asılı bıraktılar...

O belki de ilk asıldığı için şanslıydı. Asılmayı bekleyen diğer iki kişi onun asılışını seyrettiler. Bir kaç dakika fazla yaşamak, ölmeden önce birkaç kez daha öldürmüştü onları. İkinci, üçüncü adam da aynı şekilde asıldı. Yaklaşık on beş dakika sonra yatay demir borunun ucunda, üç adam sallanıyordu.

Benim korku ve ürküntüden her yanım titremeye başlamıştı. Olduğum yerde çakılıp kalmış, insanların asılışının her anını izlemiştim. Korkunç bir şeydi... Kendime geldiğimde oradan kaçmak istedim. Arkama dönüp kalabalığı aralarken, orta yaşlı bir ka¬dının ellerinden tuttuğu iki küçük çocuğuyla birlikte idamı seyretti¬ğini gördüm. Yaşları sekiz-on gibi olan çocuklar, korkuyla olanları iz¬liyordu. Yüzleri sararmıştı. Anne ise hiç oralı değildi. Rahat mı rahat, bir sinema gösterimi gibi seyrediyordu olanları. Ağzında sakız... Arkama bir kez daha dönüp bakmadan, oradan kaçtım.

Günlerce gözlerime uyku girmedi. Ne zaman gözlerimi kapasam, asılan insanları görüyordum. Kimi zaman ipte sallanan dostlarım oluyordu... Kimi za¬man ise ben... Bir ülkenin hukuku, kendi insanına yasaları çiğnediği gerekçesiyle, ipte sallanarak öldürme cezası veriyor. Hem de caydırıcı olsun diye, geride kalanlar aynı şeyleri yapmasın diye, cadde orta¬sında, güpegündüz asıyorlar insanları. Bir anlık itimle işlenen suçlar¬dan, geriye dönüş yok artık. Bedelini yaşamla ödemeli. Hem de yaşayan¬lara korku vermek gibi çağdışı bir gösteriyle...

Ölümün en korkunç olanı bu diye düşünüyorum. Bir de, kuytu bir köşede öldürülüp, karanlık bir sokağa atılmak... Her anında acı çekerek, ölüme adım adım yaklaştığını hissederek ölmek... Burada, şöyle ya da böyle ölmüş olmam kimin umurunda?.. Burada hiç bir yasal dayanağım yok. Dostlarım ne yapabilirler? Yasal bir dava bile açamazlar. Yasal olarak yokum ben, yok olan bir daha yok olamaz. Burada yaşam yasasız sürüyor. Herkes kendi yasasını koyuyor, uyguluyor. Her güç kendi alanında kendi yasasını tanıyor... Bu girdapta tek başınayım. Keyiflerine bağlı yaşamım. Gecenin boğucu sessizliğinde ölümü düşünmek, bedenimi titretiyor. Ağrılarımı unutu¬yorum. Uzandığım yerden kalkıp karanlığı seyrediyorum. Dostlarım ge¬liyor gözlerimin önüne... Bir sıcaklık sarıyor yüreğimi. Yanı başımda¬lar, hissediyorum. Yalnız olmaya¬cağım, ölümü kucaklarken bile.

Ölümü düşünmek ağrıma gidiyor. Yapmayı istediğim ancak yapamadığım o kadar çok şey var ki... Kısacık yaşamımda, çok şeye zaman bile bulamadan çekip gitmek ve bir daha yapamayacak ol¬mak üzüyor beni. İnsanlara bir şeyler verebilmek, yaşama anlam ka¬zandıran değerleri insanlarla paylaşabilmek, güzel olanı yaşamak için değil mi her şey? Bir Fransız Rezistansçının ölüme giderken son söz¬leri geliyor aklıma:

"Yaşam, sen o kadar güzelsin ki, şimdi ben, senin için ölmeye gidiyorum."

Güzel olan düşlere ulaşabilmek için çekilen acılar, verilen uğraşlar ve pek çok şey, hiçbir değer üretmeden öyle mi kalacak?

Koridordan ayak sesleri geliyor. Duyuyorum. Akşam oldu, sözlerinde duruyorlar. Sudanlı üzgünce gözlerime bakıyor. Gözleri ağlamaklı. İkinci kapının mazgalından tanıdık biri görünüyor:

“Hadi bakalım Kemal, hazırlan gidiyoruz.”

“Nereye?”

“Cepheden seni almaya geldiler, misafirliğin bitti. Özgürsün artık.”

Telaşlı bir sevinç dalgası tüm yüreğimi kaplıyor. Anlatılmaz bir duygu... İşkence bekliyorken, ölüm kara bir bulut gibi abanmışken üze¬rime, bir anda özgürüm. Çıkıyorum... Kurtuluyorum bu lanet olası yer¬den. Müthiş bir sevinç...
Hemen ayakkabılarımı ayağıma geçiriyorum. Merdan ve Sudanlı Ahmet ile veda¬laşıp kendimi koridora bırakıyorum. Gündüz işkenceye alındığım yer burası. Bu defa son kez adımlıyorum. İlk geldiğimde girdiğim odaya götürüyorlar. Ebu Emin odada, gündüzden birkaç gardiyan da. Yüzümdeki yaralar odanın aydınlığında daha bir belirgin. Ebu Emin şaşkın soruyor:

“Ne oldu sana?”

“Adamlarına sor.”

“Hangi alçak yaptı bunu? Size kaç kez söyledim misafir olduğunu! Hepiniz hayvansınız!”

Gündüzün keyifli işkencecilerinden birkaçı odada. Başları önlerine eğik. Susuyorlar. Ebu Emin kendine en yakın olana tekme-tokat girişiyor. Öfkesi benden dolayı mı, yoksa emirlerinin dikkate alınmamasından mı? Anlayamıyorum. Sonra bana dönüp özür diliyor. Gardiyanları döv¬mesine engel olmama biraz alınıyor. Karşımda daha bir eziliyor. Her yanım acıdan dökülüyor. Saatimi ve sigaramı alıyorum. Aceleyle yak¬tığım sigaradan bir nefes çekiyorum. Tüm bedenim uyuşuyor. Başımda bir hafiflik...

Merkeze tekrar vardığımızda, sorgumu yapan sorumluyu beni bekler buluyorum. Cepheden gelen dost beni koridorun başında görünce, göz¬lerime bakarak gülümsüyor. Yanına vardığımda neşesi kayboluyor. Üzüntü ve öfkeyle kucaklamaya yelteniyor. Acıyla irkiliyorum. Gömleğimi sıyırıyor... Sorumlu sorgucu yığınla şey söyleyerek kendini aklamaya çalışıyor. Masanın çekmecesini açıp silahımı, kimliğimi ve paralarımı veriyor. Yanlışlığın bir daha olmayacağını söylüyor. Cepheden gelen dost öfkeyle bağırıyor. Ben susuyorum.

Başlarını önlerine eğip, dinliyorlar. Tek bir ses çıkmıyor. Oradan hızla uzaklaşıyoruz. Kapıdaki arabaya binip merkez denilen bu yeri arka¬mızda bırakıyoruz.

Öylesine yorgun ve bitkinim ki, hemen uykuya dalıyorum. Nice sonra arabanın tekrar yavaşlamasıyla uyanıyorum. Çevreme uykulu gözlerle bakınırken gözlerim, kum torbalarıyla örülü siperlere takılıyor. İrkiliyorum.

Yeni bir hacizdeyiz. Kontrol için yaklaşan askerlere bakıyorum. Yabancı değiller. Tanıyorum, hem de yakından.

Bunlar bizimkiler...

“Hoş geldin dost,” diyorlar.

Yüreğim tüm acılarını unutuyor…