9 Kasım 2010 Salı

OSMAN



Biz yaşamı böyle bilmiyorduk. Böylesine zor, böylesine tıkanık, böylesine yaşamsal... İlk durağında sarsılıp, dağıldık.

Toyduk, belki de çocuktuk. Ve büyüdükçe yaşımızın ötesine taşıdık kendimizi. Yüreğimiz bizden bir adım önde büyüdü. Kendimiz bilerek, kendimizden koptuk. Yaşamın, yaşam tüketeceğini hiç düşünmedik. İlk düşüşlerde irkildik, ancak inanmadık. Sonra umudu kestik ve kendimizi bizsiz var ettik.Umut yaşamdan koptu, biz de umuttan... Bir çocuğun uçurtmasının yırtılması gibi , yırtılan umutlarımızın arkasından baka kaldık. Tükeniş böyle başladı...

Nereden bilebilirdik ki yaşamın böyle olduğunu. File sorti yapan umursamaz sinekler gibiydik. Yırtılan umutlarımıza asılı kalan tükenmiş yaşamların göz yaşlarına sığındık. Biz yaşamı böyle belledik...Geceyi hiç sevmedik Akşamın doğallığında ivedice sabahı kucaklamaya çalıştık. Geceler bin yıl kadar sürdü. Gündüzler hem yakın hem de çok uzaktı. Her adımımızda, bizden biraz daha koptu. Telaşa düştük. Yüreğimizi çıkartıp, karanlık hücrelerin nemli duvarlarına, bir madalya gibi astık. Yüreksiz ve duygusuz kaldık, insandan kaçtık... Kabuğuna sığmayana yaşamlarımız, boğulmuş insan umutlarının, güneşe dönük düşleri arasında sıkışıp kaldı. Yaşamlar budandı, öyküler sayfa buldu.

1979 yılı yaz aylarına girildiğin de, Güneyin duvarları pörsümüş bir cezaevinde, tüm koğuşlar tıka basa insan doluydu. Her gün onlarca genç insan, bir gerekçeyle tutuklanıp, içeri atılıyordu. Kırk beş- elli kişilik koğuşlarda, seksen-yüz kişi kalıyorduk. Üniversitelerden, liselerden ve sokaklardan bir yığın insan, değişik nedenlerle tutuklanıp, cezaevine koyuluyordu. Bir o kadar insanda, her gün tahliye ediliyordu. Cezaevinde devlet, yalnızca sayımlarda ve periyodik aramalarda ortaya çıkıyordu. Birde çıkan kimi olaylardan sonra içeri girip, olayın faillerini alıp gidiyorlardı. Her mahkumun kafasında kaçmak, bir tutkuydu. Her grubun kaçmaya dönük kendi çabası vardı. Koğuş altları tavşan yuvası gibiydi. Hesaplar yapılıyor, projeler çiziliyor ve tüm mühendislik dehaları cezaevinin zemininde uygulanmaya çalışılıyordu. Herkes bir yerlerden kazıyor ve toprağın metrelerce altından özgürlüğe ulaşmaya çalışıyordu.

Birinci koğuşta da benzer bir çabaya yeni girilmiş, beton delinmiş, toprağa yeni el sürülmüştü. Aynı günlerde yeni yakalanan kalabalık bir grup getirildi koğuşa. Sekiz-on kişi kadarlardı. Yoğun, argın ve bitkindiler. Ancak gözlerinde polisten kurtulmuş olmanın gizli bir sevinci vardı.İçlerinden birisi dikkatimi çekti. Adı Osman’dı. Kısa boylu, zayıf, siyah hafif dalgalı saçlı, esmer bir çocuktu. Daha 17- 18 yaşlarındaydı ve bıyığı yeni terlemeye yüz tutmuştu. Ürkek ve korkaktı. İçeri girdiğinde hepten tükenmiş ve kendine güvenini tamamen yitirmiş gibiydi. Her halinden sorgudan dik çıkamadığı anlaşılıyordu. Çözülmüştü. Arkadaşları affetmiyordu onu. O artık bir haindi. Silikçe geldiği birinci koğuşta, bir köşeye büzülerek yaşamayı denemişti. Yer yarılsa, yerin binlerce metre içine girecek gibiydi.

Süklüm püklüm haliyle Osman, onlardan gibi değildi. Onlardandı ama artık onlar, onlardanmış gibi bakmıyorlardı ona. Oda, onlardan gibi görmüyordu kendini. Büzülerek yanıma gelip, nerede yatabileceğini sormuştu bana. Bende ötekilerden uzak bir yer gösterip ‘burada kalabilirsin’ demiştim. Hiç uyuduğunu görmedim, hep ayaktaydı sanki. Kimi zaman gündüzleri ranzasının kenarlarına çektiği perdelerini kapalı görürdüm. Belli ki geceleri korkudan oturuyor, gündüzleri ise uyumayı deniyordu. Çoğu zaman ise uyuyamıyordu. Kendi arkadaşlarıyla hiç konuşmuyordu. Onlarla zorunlu olarak karşılaştığında, başını öne eğip yanlarından neredeyse görünmeden geçip, yatağına süzülüyordu. Neler olduğunu anlamakta hiç zorlanmamıştım. Osman polis sorgusunda çözülmüştü ve arkadaşları onu aralarından dışlamıştı. Durumu değerlendirilip bir karara varılacaktı.

Osman’ı kendi arkadaşlarıma anlatıp, dikkat etmemiz gerektiğini söyledim. Sonra onlarla konuşup durumu anlattık ve bu koğuşta hiçbir olay istemediğimizi açıkça söyledik. Bize hak verdiler ve ‘söz veriyoruz onu burada cezalardır mayacağız’ dediler. Rahatlamıştım. Osman, en azından bizim koğuşta kaldığı sürece, yaşayacaktı.

Konuşmadan hemen sonra Osman’a yaklaşıp, ona bu durumu anlattım. Kaygılıydı ama biraz rahatladığını hissettim. Bahçeyi çıkıp volta atmaya, arada bir bizden kimi arkadaşlarla konuşup, gizliden gülümsemeye başlamıştı.

Birkaç hafta sonra bir akşam üstü, koğuştan marş sesleri yükselmeye başlamıştı. Bu alışıldık bir şeydi. Koğuşlarda sıkça marşlar söylenip sloganlar atılırdı. Dışarıda bizsiz süren bir mücadele vardı ve bu mücadele, yattığımız bu daracık koğuşlarda bile bizleri motive etmeye yetiyordu.Her üst boyutlu eyleme sevinirken , ölen her arkadaşımız için yas tutuyorduk. Biliyorduk ki bir gün bu duvarları yıkıp özgürlüğümüzü yakalayacak ve mücadeleye bizlerde katılacaktık... Marşlar söyleyerek, sloganlar atarak dışarıda ki gelişmelere kendi çapımızda katılırdık.

Osman’ın arkadaşları da marşlar söylemeye başladıklarında önce hiç dikkatimi çekmedi. Sonra günü ve anlamını düşündüğümde hiçbir haklı bir gerekçe aklıma gelmedi. İçimden,“Belki de bizim duymadığımız bir eylemleri vardır” diye geçirdim. Yanımda ki arkadaşlara sordum, onlarda bir anlam veremediler. Yüreğime bir kuşku düştü. Tedirgince ortalıklarda bir süre dolaşıp durdum..

Gözlerim Osman’ı aradı. Ama yoktu. Ortalıkta gözükmüyordu. Aklıma, ‘çamaşır yıkayacağım’ demesi geldi. Tuvalete yöneldim, kapısı tutulmuştu. Osman’ın arkadaşları tuvaletin kapısının önüne kümelenmiş, marş söylüyorlardı. Tuvaletten birkaç kişi telaşla çıktıktan sonra, marşlar birden kesildi ve ardından öfke dolu sloganlar atılmaya başlandı.

İlk sloganlardan sonra durumu anlamıştım. Sarsıldım.

“Hainler cezasız kalmaz.” “Kahrolsun işbirlikçi hainler.”

Koğuş buz dağına çarpmıştı gibiydi. Herkes donup kalmıştı. Herkesin aklına o an Osman geldi. Söz vermişlerdi ama ...Bekleyememişlerdi. Bir avuç insan onu yargılamış ve ihanetten suçlu bulup ölüme mahkum etmişti. İnfaz, devrim marşları eşliğinde gerçekleştirilmiş ve bizlerde tamamen seyirci kalmıştık. Ve Osman gitmişti artık.

Tuvaletin kapısını boşalttıklarında hemen koşup içeri girdim. Tuvaletten kazılan tünel çukurunun içinde Osman, başına çuval geçirilmiş olarak yatıyordu. Her tarafı kan içindeydi ve hareketsizdi. Elleri arkadan bağlanmış ve kafasına çuval geçirilip, şişlenerek öldürülmüştü. Yanı başına bir not...

“Hainler cezasız kalmayacak.”

Osman’ın öldürülmesine müthiş kızmıştık. Osman ölmüş ve kazdığımız tünel patlatılmıştı. Onlara öldürmeyin derken koğuşun özel durumunu anlatmış ve öldürmeyeceğiz sözünü bu gerekçeyle alabilmiştik. Onlar Osman’ın yaşamını alırken, bizimde özgürlüğümüzü almışlardı. Osman’ın öldürülmesinden çok, belki de buna kızıyorduk. Osman’ın yargılanması onların doğal hakkı gibi görüyorduk. Zararı Osman onlara vermişti ve onların bir insanıydı. Yanlışının sorumlusu da onlardı ve verecekleri karara bizler karışamazdık. Sadece burada ve bu koşularda yapılmasını engelleyebilirdik, onu denemiştik. Ancak başaramamıştık.

Askerler koğuşu basarak, Osman’ı atıldığı tünel çukurundan çıkarttılar. Kanla kaplı bedeni koğuşun orta yerine bırakıldığında, hiç kimseden ses çıkmıyordu. Çavuş kafasını bizden yana çevirip;
‘Kim öldürdü onu’, ‘bu tüneli kim kazıyordu” diye sorunca, herkes birbirine baka kaldı. Hep birlikte Osman’ı öldürenlerin öne çıkıp, olayı üstlenmelerini bekledik. Ancak koğuştan çıt çıkmıyordu. Çavuş bir kez daha sordu. Yine ses yoktu. Elli kişilik koğuşu bağırtılarla toplayıp, hücrelere aldılar. Hepimizin ifadesini alıyorlardı. Hep bir ağızdan “ görmedik, bilmiyoruz” diyorduk.

Bir gün sonra koğuşa döndüğümüzde Osman’ın arkadaşlarını yanımıza çağırıp,
“hem söz verip sözünüzde durmuyorsunuz, tünelin yakalanmasına neden oluyorsunuz, hem de olayı üstlenmiyorsunuz. Bu olamaz, üstlenin yoksa karışmayız” dedik. “Tamam” dediler. Aralarından suçu ağır bir kişiyi seçtiler. “Osman’ı ben öldürdüm dedi. Maçta kavga etmiştik, bana küfür etti, bende dayanamadım öldürdüm, sonrada o çukuru kazıp saklamaya çalıştım ” dedi. Ve Askerler onu alıp gittiler…

Osman, hayat denilen kavgaya daha yeni girmişti. Pek çok insan gibi de çelik adımlarla yürüyememişti. Sendelemişti. Daha yaşı gençti ve adımlarının çelik olması gerektiğini belki de hiç bilmiyordu. İlk sendelemesi, yaşamına mal olmuştu.

Bizler ise kızgındık. Üzüntüden çok öfke vardı yüreğimizde. Osman’ın öldürülmesinden daha çok, aylardır kazdığımız tünelin açığa çıkmasına kızmıştık.

Osman bu gün yaşasaydı, yaklaşık biz yaşlarda olacaktı ve belki de ilk sendelemesinden sonra yaşamda bir daha asla sendelemeyecekti.

Bir fırsatı daha olabilseydi...

Ö.ÖDEMİŞ