9 Kasım 2010 Salı

OSMAN



Biz yaşamı böyle bilmiyorduk. Böylesine zor, böylesine tıkanık, böylesine yaşamsal... İlk durağında sarsılıp, dağıldık.

Toyduk, belki de çocuktuk. Ve büyüdükçe yaşımızın ötesine taşıdık kendimizi. Yüreğimiz bizden bir adım önde büyüdü. Kendimiz bilerek, kendimizden koptuk. Yaşamın, yaşam tüketeceğini hiç düşünmedik. İlk düşüşlerde irkildik, ancak inanmadık. Sonra umudu kestik ve kendimizi bizsiz var ettik.Umut yaşamdan koptu, biz de umuttan... Bir çocuğun uçurtmasının yırtılması gibi , yırtılan umutlarımızın arkasından baka kaldık. Tükeniş böyle başladı...

Nereden bilebilirdik ki yaşamın böyle olduğunu. File sorti yapan umursamaz sinekler gibiydik. Yırtılan umutlarımıza asılı kalan tükenmiş yaşamların göz yaşlarına sığındık. Biz yaşamı böyle belledik...Geceyi hiç sevmedik Akşamın doğallığında ivedice sabahı kucaklamaya çalıştık. Geceler bin yıl kadar sürdü. Gündüzler hem yakın hem de çok uzaktı. Her adımımızda, bizden biraz daha koptu. Telaşa düştük. Yüreğimizi çıkartıp, karanlık hücrelerin nemli duvarlarına, bir madalya gibi astık. Yüreksiz ve duygusuz kaldık, insandan kaçtık... Kabuğuna sığmayana yaşamlarımız, boğulmuş insan umutlarının, güneşe dönük düşleri arasında sıkışıp kaldı. Yaşamlar budandı, öyküler sayfa buldu.

1979 yılı yaz aylarına girildiğin de, Güneyin duvarları pörsümüş bir cezaevinde, tüm koğuşlar tıka basa insan doluydu. Her gün onlarca genç insan, bir gerekçeyle tutuklanıp, içeri atılıyordu. Kırk beş- elli kişilik koğuşlarda, seksen-yüz kişi kalıyorduk. Üniversitelerden, liselerden ve sokaklardan bir yığın insan, değişik nedenlerle tutuklanıp, cezaevine koyuluyordu. Bir o kadar insanda, her gün tahliye ediliyordu. Cezaevinde devlet, yalnızca sayımlarda ve periyodik aramalarda ortaya çıkıyordu. Birde çıkan kimi olaylardan sonra içeri girip, olayın faillerini alıp gidiyorlardı. Her mahkumun kafasında kaçmak, bir tutkuydu. Her grubun kaçmaya dönük kendi çabası vardı. Koğuş altları tavşan yuvası gibiydi. Hesaplar yapılıyor, projeler çiziliyor ve tüm mühendislik dehaları cezaevinin zemininde uygulanmaya çalışılıyordu. Herkes bir yerlerden kazıyor ve toprağın metrelerce altından özgürlüğe ulaşmaya çalışıyordu.

Birinci koğuşta da benzer bir çabaya yeni girilmiş, beton delinmiş, toprağa yeni el sürülmüştü. Aynı günlerde yeni yakalanan kalabalık bir grup getirildi koğuşa. Sekiz-on kişi kadarlardı. Yoğun, argın ve bitkindiler. Ancak gözlerinde polisten kurtulmuş olmanın gizli bir sevinci vardı.İçlerinden birisi dikkatimi çekti. Adı Osman’dı. Kısa boylu, zayıf, siyah hafif dalgalı saçlı, esmer bir çocuktu. Daha 17- 18 yaşlarındaydı ve bıyığı yeni terlemeye yüz tutmuştu. Ürkek ve korkaktı. İçeri girdiğinde hepten tükenmiş ve kendine güvenini tamamen yitirmiş gibiydi. Her halinden sorgudan dik çıkamadığı anlaşılıyordu. Çözülmüştü. Arkadaşları affetmiyordu onu. O artık bir haindi. Silikçe geldiği birinci koğuşta, bir köşeye büzülerek yaşamayı denemişti. Yer yarılsa, yerin binlerce metre içine girecek gibiydi.

Süklüm püklüm haliyle Osman, onlardan gibi değildi. Onlardandı ama artık onlar, onlardanmış gibi bakmıyorlardı ona. Oda, onlardan gibi görmüyordu kendini. Büzülerek yanıma gelip, nerede yatabileceğini sormuştu bana. Bende ötekilerden uzak bir yer gösterip ‘burada kalabilirsin’ demiştim. Hiç uyuduğunu görmedim, hep ayaktaydı sanki. Kimi zaman gündüzleri ranzasının kenarlarına çektiği perdelerini kapalı görürdüm. Belli ki geceleri korkudan oturuyor, gündüzleri ise uyumayı deniyordu. Çoğu zaman ise uyuyamıyordu. Kendi arkadaşlarıyla hiç konuşmuyordu. Onlarla zorunlu olarak karşılaştığında, başını öne eğip yanlarından neredeyse görünmeden geçip, yatağına süzülüyordu. Neler olduğunu anlamakta hiç zorlanmamıştım. Osman polis sorgusunda çözülmüştü ve arkadaşları onu aralarından dışlamıştı. Durumu değerlendirilip bir karara varılacaktı.

Osman’ı kendi arkadaşlarıma anlatıp, dikkat etmemiz gerektiğini söyledim. Sonra onlarla konuşup durumu anlattık ve bu koğuşta hiçbir olay istemediğimizi açıkça söyledik. Bize hak verdiler ve ‘söz veriyoruz onu burada cezalardır mayacağız’ dediler. Rahatlamıştım. Osman, en azından bizim koğuşta kaldığı sürece, yaşayacaktı.

Konuşmadan hemen sonra Osman’a yaklaşıp, ona bu durumu anlattım. Kaygılıydı ama biraz rahatladığını hissettim. Bahçeyi çıkıp volta atmaya, arada bir bizden kimi arkadaşlarla konuşup, gizliden gülümsemeye başlamıştı.

Birkaç hafta sonra bir akşam üstü, koğuştan marş sesleri yükselmeye başlamıştı. Bu alışıldık bir şeydi. Koğuşlarda sıkça marşlar söylenip sloganlar atılırdı. Dışarıda bizsiz süren bir mücadele vardı ve bu mücadele, yattığımız bu daracık koğuşlarda bile bizleri motive etmeye yetiyordu.Her üst boyutlu eyleme sevinirken , ölen her arkadaşımız için yas tutuyorduk. Biliyorduk ki bir gün bu duvarları yıkıp özgürlüğümüzü yakalayacak ve mücadeleye bizlerde katılacaktık... Marşlar söyleyerek, sloganlar atarak dışarıda ki gelişmelere kendi çapımızda katılırdık.

Osman’ın arkadaşları da marşlar söylemeye başladıklarında önce hiç dikkatimi çekmedi. Sonra günü ve anlamını düşündüğümde hiçbir haklı bir gerekçe aklıma gelmedi. İçimden,“Belki de bizim duymadığımız bir eylemleri vardır” diye geçirdim. Yanımda ki arkadaşlara sordum, onlarda bir anlam veremediler. Yüreğime bir kuşku düştü. Tedirgince ortalıklarda bir süre dolaşıp durdum..

Gözlerim Osman’ı aradı. Ama yoktu. Ortalıkta gözükmüyordu. Aklıma, ‘çamaşır yıkayacağım’ demesi geldi. Tuvalete yöneldim, kapısı tutulmuştu. Osman’ın arkadaşları tuvaletin kapısının önüne kümelenmiş, marş söylüyorlardı. Tuvaletten birkaç kişi telaşla çıktıktan sonra, marşlar birden kesildi ve ardından öfke dolu sloganlar atılmaya başlandı.

İlk sloganlardan sonra durumu anlamıştım. Sarsıldım.

“Hainler cezasız kalmaz.” “Kahrolsun işbirlikçi hainler.”

Koğuş buz dağına çarpmıştı gibiydi. Herkes donup kalmıştı. Herkesin aklına o an Osman geldi. Söz vermişlerdi ama ...Bekleyememişlerdi. Bir avuç insan onu yargılamış ve ihanetten suçlu bulup ölüme mahkum etmişti. İnfaz, devrim marşları eşliğinde gerçekleştirilmiş ve bizlerde tamamen seyirci kalmıştık. Ve Osman gitmişti artık.

Tuvaletin kapısını boşalttıklarında hemen koşup içeri girdim. Tuvaletten kazılan tünel çukurunun içinde Osman, başına çuval geçirilmiş olarak yatıyordu. Her tarafı kan içindeydi ve hareketsizdi. Elleri arkadan bağlanmış ve kafasına çuval geçirilip, şişlenerek öldürülmüştü. Yanı başına bir not...

“Hainler cezasız kalmayacak.”

Osman’ın öldürülmesine müthiş kızmıştık. Osman ölmüş ve kazdığımız tünel patlatılmıştı. Onlara öldürmeyin derken koğuşun özel durumunu anlatmış ve öldürmeyeceğiz sözünü bu gerekçeyle alabilmiştik. Onlar Osman’ın yaşamını alırken, bizimde özgürlüğümüzü almışlardı. Osman’ın öldürülmesinden çok, belki de buna kızıyorduk. Osman’ın yargılanması onların doğal hakkı gibi görüyorduk. Zararı Osman onlara vermişti ve onların bir insanıydı. Yanlışının sorumlusu da onlardı ve verecekleri karara bizler karışamazdık. Sadece burada ve bu koşularda yapılmasını engelleyebilirdik, onu denemiştik. Ancak başaramamıştık.

Askerler koğuşu basarak, Osman’ı atıldığı tünel çukurundan çıkarttılar. Kanla kaplı bedeni koğuşun orta yerine bırakıldığında, hiç kimseden ses çıkmıyordu. Çavuş kafasını bizden yana çevirip;
‘Kim öldürdü onu’, ‘bu tüneli kim kazıyordu” diye sorunca, herkes birbirine baka kaldı. Hep birlikte Osman’ı öldürenlerin öne çıkıp, olayı üstlenmelerini bekledik. Ancak koğuştan çıt çıkmıyordu. Çavuş bir kez daha sordu. Yine ses yoktu. Elli kişilik koğuşu bağırtılarla toplayıp, hücrelere aldılar. Hepimizin ifadesini alıyorlardı. Hep bir ağızdan “ görmedik, bilmiyoruz” diyorduk.

Bir gün sonra koğuşa döndüğümüzde Osman’ın arkadaşlarını yanımıza çağırıp,
“hem söz verip sözünüzde durmuyorsunuz, tünelin yakalanmasına neden oluyorsunuz, hem de olayı üstlenmiyorsunuz. Bu olamaz, üstlenin yoksa karışmayız” dedik. “Tamam” dediler. Aralarından suçu ağır bir kişiyi seçtiler. “Osman’ı ben öldürdüm dedi. Maçta kavga etmiştik, bana küfür etti, bende dayanamadım öldürdüm, sonrada o çukuru kazıp saklamaya çalıştım ” dedi. Ve Askerler onu alıp gittiler…

Osman, hayat denilen kavgaya daha yeni girmişti. Pek çok insan gibi de çelik adımlarla yürüyememişti. Sendelemişti. Daha yaşı gençti ve adımlarının çelik olması gerektiğini belki de hiç bilmiyordu. İlk sendelemesi, yaşamına mal olmuştu.

Bizler ise kızgındık. Üzüntüden çok öfke vardı yüreğimizde. Osman’ın öldürülmesinden daha çok, aylardır kazdığımız tünelin açığa çıkmasına kızmıştık.

Osman bu gün yaşasaydı, yaklaşık biz yaşlarda olacaktı ve belki de ilk sendelemesinden sonra yaşamda bir daha asla sendelemeyecekti.

Bir fırsatı daha olabilseydi...

Ö.ÖDEMİŞ

27 Ekim 2010 Çarşamba

İPSALA



1981 yılı.

Aralık ayının son günleri. Hava soğuk. İnsanlar kendi yılanlarını yüreklerine hapsedip, evlerine çekilmiş; kapılar ve pencereler yaşamın üzerine sımsıkı kapalı. Çocuklar nefes almadan uyuyor, büyükler gözlerini kırpmıyor. Herkes kendi korkusunu yılanlaştırmış; düşler gitmiş, özlemler boğulmuş...

Ahmet, kimsesiz, sessiz sokaklarda hızlı adımlarla yürürken, bir yandan da düşünüyordu. Kalp atışlarının korku yüklü sesi, sessiz sokaklarda yankılanıyordu. Yüreğinin sesinden korktu, daha bir hızlandı. "Kaçmalıyım," dedi kendi kendine, "uzaklara kaçmalıyım." Yeniden yakalanmayı, tutsaklığı göze alamıyordu. Karanlık dehlizleri, güneşsiz geçen günleri düşündü. Ayazı her nefesinde ciğerlerinde hissediyordu. Büzülmüştü. Neredeyse tüm uzuvlarını iç içe sokarak soğuktan korunmaya çalışıyordu. Cesaretini toplayıp, ellerini cebinden çıkardı. Titreyen parmaklarıyla bir sigara yakıp, ellerini yeniden ceplerine soktu. "Kaçmalıyım," diye tekrarladı kendi kendine. Adımlarını biraz daha hızlandırdı. Eve vardığında anasını ağlar buldu. Teselli etmeyi denedi, beceremedi. Sarılıp kucakladı. Saatine baktı, fazla zamanı yoktu. Odasına girip küçük bir çantaya, gerekli olabileceğini düşündüğü kimi eşyalarını koydu. Babası, üzerindeki tüm parasını çıkartıp ona verdi; sessizce bir köşede büzülüp kaldı. Eve yas düşmüştü, kimse konuşmuyordu. Gizli bir haykırış, karşı koyuş vardı, sessizliğe bezenen. Önce annesini kucakladı Ahmet, sonra babasını; gözleriyle evin her tarafını son bir kez yokladı. "Beni merak etmeyin," deyip kendini sokağa bıraktı.

13 ay yargılandıktan sonra, 20 gün önce serbest bırakılmıştı. Tam kâbus dolu günleri geride bıraktığını düşünüyordu ki, yeniden tutuklama kararı çıkartıldığını öğrendi. Ülkede esen itirafçı furyası, onu da vurmuştu. Çok eskilerden tanıdığı Cemal, yakalanmış ve pek çok kişiyle ilişkin, yalan yanlış itiraflarda bulunmuştu. Ahmet’in yargılandığı, ancak tahliye edildiği olaya ilişkin de, pek çok şey uydurmuştu itirafçı Cemal. Savcılık da hemen harekete geçip, 20 gün önce serbest bıraktığı Ahmet hakkında, yeniden yakalama emri çıkartmıştı. Atacaklardı Ahmet’i içeri. Kâbus yeniden başlayacaktı. Ancak bu kez kararlıydı; kaçabildiği kadar kaçacaktı.

Cezaevindeyken, aranan pek çok insanın Meriç nehrini geçerek yurt dışına kaçtıklarını öğrenmişti. Nehrin karşı kıyısı bir başka ülkeydi. Özgürlüktü. "Ben de Meriç'i geçmeliyim," diye düşünüyordu.

Doğruca İstanbul'a gitti. Küçük bir otele yerleşip birkaç gün kaldı. Boğaza inip kendine özel bir ziyafet çekti. Rakısını ağır ağır içti. Otele döndüğünde sarhoştu. İstanbul'daki son gecesini sızarak geçirdi.

Sabahleyin erkenden garaja gidip, ilk Edirne arabasına bindi. Yolda uzun uzun planlar yaptı. Edirne'ye vardığında öğlen olmuştu. Ayaküstü bir şeyler atıştırıp zaman geçirmeye çalıştı.

Çarşıları, parkları dolaştı. Kafasında her şeyi planlamaya çalışıyordu. Defalarca kendine "uyanık ve dikkatli" olması gerektiğini söylüyordu. Kimseye güvenmemeliydi.

İpsala minibüslerinin kalktığı yeri sorarak buldu. Saat başı kalkan arabalardan birine bindi. Diğer yolculara söyle bir göz gezdirdi; kasabadan şehre gelen, işlerini takip eden veya alışveriş yapıp tekrar dönen insanlara benziyorlardı. Herkes birbirini tanıyor, sohbet edip şakalaşıyordu. Konuşmalara katılmayan kendisi gibi birkaç kişi vardı. Biraz rahatladı. Yabancı olduğunu anlamış olmalılardı. Ancak yadırgamıyorlardı. "Alışmış olmalılar," diye düşünerek etrafını meraklı gözlerle seyre koyuldu.

İpsala'ya vardığında akşamın serinliği güne yayılmıştı. Minibüsten inip rasgele adımlamaya koyuldu. Gideceği yeri bilmiyordu. Hangi köyde nehir daha dar ve sığdı? Öğrenmek için kafasında plan kurdu. Zararsız görünümlü, temiz yüzlü, beyaz sakallı bir ihtiyarı gözüne kestirdi. Yanına yaklaşıp aklına gelen ilk isimde bir köy uydurup nasıl gidebileceğini sordu. Asker arkadaşı Mehmet'in, sorduğu köyde oturduğunu da eklemeyi ihmal etmedi. İhtiyar adam ak sakalını sıvazlayıp bir süre düşündükten sonra;

“Oğlum, ben doğduğumdan beri buralarda yaşarım ama bu isimde bir köyü ne gördüm ne de duydum,“dedi.

Ahmet, ihtiyarın yanıtını şaşkınlık ifadesiyle dinledikten sonra planını sürdürdü:

“Nasıl olur amca, Mehmet bana tarif etmişti. Buraya on beş-yirmi dakika çekiyormuş, Meriç nehrinin hemen kıyısındaymış. Hatta Meriç, köylerinden geçerken daracık olurmuş.”

Gerekli bilgiyi ihtiyara vermişti. İhtiyar adam bu özelliklerdeki köyleri şöyle bir aklından geçirdikten sonra;

“Sarıyazılı olmasın. Orası senin tarifine uyuyor,” dedi.

Ahmet, "Yok yok amca, ismi öyle değil gibiydi. Neyse sağ ol, ben telefon edip ismini iyice öğreneyim,” diyerek ihtiyarın yanından hızla uzaklaştı. Hafifçe tebessüm ederek, çok uyanık ve akıllıca davrandığı için kendini kutladı. Cebinden bir sigara çıkartıp yaktı. Planı işe yaramış, Meriç nehrinin daralarak geçtiği köyün ismini öğrenmeyi başarmıştı. Şimdi sırada köye nasıl gideceğini öğrenmek vardı. Çevresine şöyle bir bakındıktan sonra köy bakkalına benzer bir bakkala girdi. Bir sigara aldı. Tam çıkarken geriye dönüp Sarıyazılı arabalarının nereden kalktığını sordu. Bakkal caddeye kadar çıkıp garaja nasıl gidileceğini ayrıntılı tarif etti. Ahmet, köyde öğretmenlik yapan nişanlısını karşılayacağını söyleyerek teşekkür etti. Kısa bir süre yol aldıktan sonra garajı buldu. Sarıyazılı arabası kalkmak üzereydi, hemen bindi.

Gün kararmaya yüz tutmuştu. Eski minibüs harıltıyla yola koyuldu. Minibüste kendisinden başka on yolcu daha vardı. Birkaç kadın dışında hepsi erkekti. Genç bir delikanlı kendinden çok büyük diğer yolculara şakalar yapıyor, herkesi güldürüyordu. Genç adam bir ara arkasını dönüp Ahmet'e seslendi:

“Siz nereye gidiyorsunuz? “
“Ben mi?”
“Evet, buralardan değilsiniz. Tanıyamadım.”
“İpsalalıyım ama Ankara'da oturuyorum. Amcam buralardan bir arazi almış, ona bakmaya gelmişlerdi. Ben de yanlarına gidiyorum.”
“Kimin tarlasıymış, hangi köyde?”
“Sarıyazılı civarındaymış.”
“Neresiymiş, kim satmış? Vallahi hiç duymadım.”
“Ben de tam bilmiyorum. Sorarak bulmayı düşünüyorum. Köylüler yabancı plakalı bir araba görmüşlerdir mutlaka...”

Ahmet ile genç adam arasındaki konuşmaları minibüsteki diğer yolcular sessizce dinlediler. Ne olduğunu pek anlayamadılar. Birbirlerine sordular, tahminde bulundular. Bir süre sonra da kendi konularına döndüler.

Ahmet, "Bunu da atlattım," diye düşündü. İnandırıcı ve sakin davranmıştı. Buraya kadar kazasız belasız gelmişti. Dikkat çekmemişti. Kendi ile bir kez daha övündü.

Yirmi-yirmi beş dakika sonra yaşlı minibüs Sarıyazılı'ya yaklaştı. Köyün girişinde indi, rastladığı ilk patikadan tarlaların arasına saptı. Meriç nehrini gördü. Ağaçlar arasında sessizce akıp gidiyordu. Havanın kararmasını bekleyip ırmak yönüne doğru gitmeliyim, diye düşündü. Tarlaların arasında yürümeye devam etti. Yoldan görünmediğini düşündüğü bir ağacın altına oturup, beklemeye başladı. Gece içemeyeceğini düşünerek bir sigara yaktı. Toprak kokusunu ciğerlerinde hissetti. Gözlerini kapayıp ırmağın sesini dinledi. Hava iyiden iyiye soğumuştu. Dizlerini karnına çekip korunmaya çalıştı. Soğuğu iliklerinde hissettiğinde "Namussuz Cemal," diye bir küfür çıktı ağzından. İçinde bulunduğu durumu düşündü, bir küfür daha etti.

Hava tamamen karardığında, büzüldüğü yerden kalkıp nehri gördüğü yöne doğru yürümeye koyuldu. Ancak karanlıktan nehri göremiyordu. Montunun yakasını kaldırıp ellerini ceplerine soktu. Kalbi hızlı atıyordu. Uzaktan gelen köpek havlamalarını duydu. Uzunca bir süre yol aldı. Nehre ulaşamamıştı. Oysa daha yakın gibi gelmişti ona. Bir an ayaklarının altındaki toprağın yumuşadığını hissetti. Biraz daha ilerleyince toprak tam bir bataklığa dönüştü. Eğilip dikkatlice bakınca pirinç tarlasına girdiğini fark etti. Çamura bata çıka ilerlemeye devam etti. Ayağı ağırlaşmış, yürümesi zorlaşmıştı. Sivrisinekler etrafını çepeçevre sarmışlardı. Arada bir pike yaparak saldırıyorlardı. Kaşınıyordu. Köpeklerin havlamaları da bir türlü durmuyordu. "Bütün köyü ayağa kaldıracaklar," diye düşündü. Yoksa köpeklerin dikkatinden kaçmayı başaramamış mıydı? Biraz daha hızlandı. Soğuktan dudakları titriyor, ıslanan ayakları sızlıyordu. Tüm vücudunu ateş bastı. Kısa bir süre sonra nehri gördü. "Tamam," dedi kendi kendine. Sonunda bulmuştu. Bir an yaşadığı olumsuzlukları ve acıları unutup sevindi. Meriç nehrinin daha geniş olduğunu düşünmüştü. Oysa çok dar görünüyordu. Kulak kabartıp çevreyi dinledi; sessiz ve sakindi.

Yine de bir ağacın altına gizlendi. Ellerini nefesiyle ısıtmaya çalıştı, bitkin düşmüştü. Üstü başı çamur ve dikenler içindeydi. Olduğu yere yığıldı. Ayakkabılarını çıkarıp çamurdan kurtulmayı denedi. Ancak bir kısmını temizlemeyi başardı. Vücudunu hareket ettirerek ısınmaya çalıştı.

Canı müthiş sigara çekmişti. Ateşinin görülmesi korkusunu bir tarafa bırakarak, bir kayanın kovuğunda sigarasını yaktı; avucuna gizleyerek kayanın duldasında içti. Bu geceyi de atlatacağını düşünerek gülümsedi. Hiç askere veya karakola rastlamamış olmasına sevindi. "Mobilize dolaşıyorlar herhalde," diye düşündü. Acıkmıştı ancak aldırdığı yoktu. Nasıl olsa birkaç saat sonra her şey değişecekti...

Saat gece yarısına yaklaştığında, yerinden kalkıp soyundu. Artık geçme vaktiydi. Etrafı son kez kontrol etti. Köpek havlamaları dışında sakin görünüyordu. Kendi kendine "Tüm Türkiye Yunanistan'a geçse kimsenin ruhu duymayacak," diyerek gülümsedi. Üzerinden çıkarttığı elbisesinin ceplerini boşaltarak çantasına koydu. Çantasını yanında getirdiği büyükçe bir naylon poşete koyarak sıkıca bağladı. Tamamen çıplaktı ve tir tir titriyordu. Kendi haline bir an güldü. Birkaç adımda nehrin yanındaydı, önce ayağını suya değdirdi. Nehrin suyu havadan daha sıcak gibiydi. Dudaklarının ve çenesinin titremesine aldırış etmeden, kendini suya bıraktı. Sessiz ve hızlı kulaçlarla karşı kıyıya doğru yüzmeye başladı. Kalbi daha hızlı çarpıyordu. Artık hiçbir şey düşünmüyordu. Vücudu morarmış, birbirine çarpan dişlerinin sesi uzaktan duyulur olmuştu. Birkaç dakikada karşı kıyıya ulaştı. Hızla sudan çıkarak bir ağaç dibine kendisini attı. Eşyalarının bulunduğu poşetin düğümünü açmaya çalıştı. Parmakları tutmuyordu. Nefesiyle ellerini ısıtmayı denedi. Gözü erkeklik organına takıldı. Kaybolmuştu. Elleriyle yoklarken acı acı gülüyordu. Son bir gayretle poşeti parçalayarak açtı. Çantasından elbiselerini çıkartıp hızla giyindi. Üşümesi geçmemişti, ancak biraz daha iyi gibiydi.

Soğukla boğuşurken aklına artık Yunanistan'da olduğu geldi. "Başardım", dedi kendi kendine, "başardım." Cebinden sigarasını çıkartıp gizlemeden yaktı. Derin bir nefes aldı; rahatladı. Karanlıktan etrafı seçemiyordu. Arkasına nehri alıp yürümeye başladı. Üşümesi bir türlü geçmiyordu. Daha hızlı yürümeye başladı. Bacaklarındaki sancı artmıştı. Ayağının atındaki toprağın yumuşadığını hissettiğinde yine bir pirinç tarlasına girdiğini anladı. İnatla yürümesini sürdürdü. Sivrisinek sortileri de aralıksız devam ediyordu. Öylesine üşüyordu ki sivrisinek saldırılarına yanıt bile veremiyordu.

Bir süre yürüdükten sonra soluk bir ışık gözüne ilişti. "Yunanistan sınır karakolu olmalı," diye düşündü. Gidip oraya teslim olmalıydı. Tek katlı küçük bir binanın önüne geldiğinde derin bir nefes aldı; her şeyin geride kalmıştı. Son bir gayretle nöbetçiye seslenip "Yardım edin bana," dedi.

Nöbetçi asker önce içeriye seslenip diğer arkadaşlarını çağırdı. Ardından silahını Ahmet'e doğru tutarak;

“Dur!” dedi.

Ahmet oracığa yığılmıştı. İçerden çıkan askerler kollarının altına girerek onu içeriye taşıdılar. Sobanın başına oturtup üzerine bir battaniye verdiler. Sobanın ısısıyla yavaş yavaş kendine gelmeye başlamıştı. Askerlerden rütbeli olanı;

“Kimsin, burada ne arıyorsun?” diye sordu.

Askerlerin Türkçe soru sormasını önce garipsedi ancak biraz düşününce, sınır karakoluna Türkçe bilen askerleri koymalarının normal olabileceğine kanaat getirdi. Önce adını soyadını, sonra da arandığını ve iltica etmek istediğini söyledi. Askerler şaşkın şaşkın birbirlerine baktılar ama hemen kendilerini toplayıp bozuntuya vermeden "komutan gelince ona ileteceklerini" söylediler. Ahmet tamamen rahatlamıştı. Fazladan bir asker elbisesi getirip, ıslanan giysilerini çıkartmasını istediler. Ahmet, verilen elbiseyi giyip ıslak elbiselerden kurtuldu. Elbise Türk askerlerinin elbisesine benziyordu. "NATO üyesi tüm ülkeler askerlerine aynı elbiseyi giydiriyorlar herhalde," diye düşündü. Çay verdiler içti. Üşümesi geçmiş gibiydi, ancak bacakları hala sancıyordu. Askerler komutana anlat demişlerdi ama o anlatmaya başlamıştı bile. Türkiye'deki faşist darbe herkesi içeri atıyordu. İşkence yapıyordu. O da içerde bir süre yatmış, tekrar yatmamak için kaçmıştı. Örgüt arkadaşları Lavriyon kampındaydı. Onlara ulaşırsa tüm sorunları çözülürdü. Tanıdığı insanların isimlerini verdi ve onlarla en kısa sürede irtibat kurmalarını istedi.
Konuşmaya yeni dalmıştı ki dışardan bir araba sesi duyuldu. Askerler;

“Komutan geldi,” diyerek dışarı çıktılar.

Bir süre sonra, gelen komutanla birlikte odaya döndüler. Komutan tokalaşarak;

“Geçmiş olsun,” dedi. Ahmet başıyla yanıt verdi. Sevimli bir adama benziyordu komutan.

“Anlat bakayım,” dedi.

Ahmet askerlere anlattıklarını, tüm detaylarıyla komutana anlatmaya başladı. Bir süre ülke ve kendi durumunu anlattıktan sonra, gözü duvarda asılı bir yazıya ilişti. Günün yemek listesiydi. Mercimek çorbası, bulgur pilavı, kuru fasulye, nohut vb. Liste böyle uzayıp gidiyordu. Türkçe idi ve Türk yemekleriydi.

Beyninden vurulmuşa döndü. "Eyvah," dedi, "ben Türk karakolundayım."

Komutan da Ahmet'in fark ettiğini anlamıştı.

“Hadi Ahmet hazırlan, merkeze gidiyoruz.”

Yıkılmıştı. Ne yapacağını ne söyleyeceğini şaşırmıştı. Meriç nehrini geçmişti. Nehrin karşı yakası Yunanistan topraklarıydı, nasıl olur da Türk karakoluna gelmişti? Sapsarı kesildi. Sonra bir an neler anlattığını düşündü ve bir kez daha "eyvah" dedi. Kekeleyerek;

“Türkiye'de miyim?” diye sordu.

Komutan evet anlamında başını salladı. Hâlâ gülümsüyordu.

“Şansın yokmuş, nehri yanlış yerden geçtin,” dedi. Arkasından Ahmet'i rahatlatmak için;

“Üzülme bize böyle gelen yalnız sen değilsin,” diye ekledi gülerek.

Ahmet, bu olaydan sonra tam dokuz yıl daha ceza evinde yattı. Yıllarca bir Meriç'e küfretti bir de itirafçı Cemal'e. Hiç kimseye nasıl yakalandığını anlatamadı. Üstelik kendisi de anlayamadı. Kafasında hep bir soru olarak kaldı. Meriç nehrinin karşı kıyısına geçmesine rağmen nasıl olmuştu da, Türk topraklarında kalmıştı? İçerde kaldığı yıllar boyunca değişik nedenler yaratmış, senaryolar uydurmuştu. Ancak hiçbirisi Ahmet'i tatmin etmemişti.

Tam dokuz yıl sonra özgür kalınca ilk iş olarak İpsala'ya gitti. Ak sakallı bir ihtiyarla karşılaştı. Sarıyazılı köyünü sordu.

“Hani,” dedi, “nehrin karşısı da Türk toprakları olan köy var ya...”
İhtiyar adam hemen anladı ve anlatmaya koyuldu:

“Evlat, Meriç nehri iki yüz kilometre boyunca Türkiye'yle Yunanistan arasında sınırı oluşturur. Yıllarca böyle olmuş böyle bilinmiştir. Ancak on-on beş yıl önce Türkiye nehrin sularından daha fazla yararlanmak için, yeni bir yatak oluşturarak nehrin bir kısmını yarım daire şeklinde geriye çekti. Nehir yeni yatağıyla yaklaşık bir kilometre daha içerden geçer oldu. O köyün toprakları daha bir değerlendi. Meriç nehri bu bölgede artık sınırı oluşturmayınca, eski yatağının olduğu yere karakol kurdular.”

Ak sakallı ihtiyar adam bilge bir tavırla sürdürdü konuşmasını;

“İşte böyle evlat, şimdi Meriç Sarıyazılı'da yeni yatağından akıyor. Gençler pek bilmez bunu. Hayırdır evlat, senin Sarıyazılı'yla ne ilişkin var?”
Ahmet, şaşkın bir ifadeyle ihtiyara bakakalmıştı. Hafif bir gülümsemeyle kafasını iki yana doğru salladı. İnanamıyor gibiydi.

“Bir şey yok amca, sağ olasın, hadi eyvallah,” diyerek oradan uzaklaştı. Hâlâ şaşkındı.

Ahmet işte tam bu bölgede sınırı kesmişti. İki yüz kilometrelik sınır nehirde, Ahmet'e bu bir kilometrelik kısım denk düşmüştü ve dokuz yıllık tutsaklığı böylesi bir şanssızlıkla başlamıştı.

Nehrin kulaklarında asılı kalan uğultusunu yüreğinde hissederek, hızla oradan uzaklaştı.

Ö.ÖDEMİŞ

24 Ekim 2010 Pazar

NOTLAR...

Aptalca bir kıskacın içerisinde dönüp duruyoruz. Yaşanması gereken güzellikleri bile, kendimize dar ediyoruz. O, pek küçümsediğimiz yaşamın altında, eziliyoruz. Bilincimiz, bilgimiz, ukalaca her fırsatta söylemekten kaçınmadığımız yaşamı değiştirme ve dönüştürme iddiamız, yetersiz kalıyor. Henüz kendimizi bile, genel insan standartlarından, kültürle alakasız sıradan insan reflekslerinden kurtaramamışken, -bize kolay geliyor olsa gerek- büyük iddialarla yaşama yöneliyoruz. Yönelip de bir halt edebilsek, her şey gibi bunu da “muş” gibi yapıyoruz. Sadece çevremizi değil, kendimizi de aldatıyoruz.

Gözlerimizde taşıdığımız şafakları, bunalım yüklü, çaresiz gecelerin sonunda yakalar olduk. Bize rağmen devinen gün, tüm anlamını yitirdi. Dingin yüreklerin coşkulu denizlerde işi ne? Beynimizi hücreleştirip, etkisizleştiriyoruz. Tutkularımızı günlük yaşamın puslu köşelerinden seçip, kendimize uyarlıyoruz. Ve boyun eğip, kendi seçtiğimiz tutkularımızın kölesi oluyoruz.

Papatya tarlaları çoktandır, belleğimizde canlanmıyor, sanki hiç hikayesini yaşamamışız gibi.. Gözlerimizi sonsuzluğa dikip,hayaller kuramıyoruz. Hayallerimiz bizi, biz hayallerimizi tükettik. Yaşam, restini çoktan çekti bize. Kan uyuşmazlığı yaşayan bir çocuk gibi, sancılıyız.
Oysa gülümsemek için ne çok şey yapmıştık…

22 Ekim 2010 Cuma

-ıx-

Birde,
Yüreğim sızısını dindirebilsem.
Yeni doğmanın sarhoşu güneşi,
Kucaklayıp,
Yeşertmesi için kalbimde ki umudu,
Söküp önüne koyabilsem...
Yalnızlık çöküyor yüreğime,
Sevdayı özlüyorum...

-vııı-

Küskün değilim kimseye.
Kızgında değilim.
İhanetin göğsüne agız dönenler dışında.
Sen geçmişten koptun,
Gelecekten değil...

-vıı-

Ak bir karanfil tak,
Güneş sarısı saçlarının arasına.
Sonra,
Voltaya in, kumsala.
Ancak,
Başın dik olmalı.
Ve gözlerinde,
Yürekli bir sevdanın parıltısı...

-vı-

Gece,
Karanlık bir çığlık attı.
Aldı gecenin çığlığını, gün kızılı yıldız.
Asıldı güçlü kollarıyla, boynuna.
Ve,
Soluksuz kaldı gece.
Oysa dolaunay vardı,
Hem de Eylül dolunayı.
Ve gün gebeydi aydınlığa...

-v-

Aç,
Aç kapını.
Girsinler içeri,
Çoşkulu yüreğimin titreşimleri.
Onlar,
Durmaksızın kanayan yaram,
Onlar,
Öfkemin filizlenmiş kızılı.
Onurum...

-IV-

Yalnız değildik,
Adımlamaya başladık, kumsalı.
Akşam rüzgarları okşarken bedenlerimizi,
Tek bir söz çıkmadı ağzımızdan.
Tek tek yıldızları taşıdık, yüreğimize.
Gün doğumu güzelliğini,
Güne sarılıp,
Bırakmadık...

-III-

Baharda kuşlar dansa çıkarmış,
Ne sevinç.
Ateş böcekleri zılgıt eylermiş,
Ne sevinç,
İlk baharımı yaşıyorum yıllar sonra...
Bahardamıyız...

-II-

Yürekli ol derdi Annem bana,
Acılara boyun eğme.
Yürekliyim,
Yüreğim, ürkek,
Titrek ve telaşlı.
Daracık...
Sığdıramıyorum baharı,
Oysa bahar tadında yaşamak istiyorum.
Bahardamıyız...

-I-

Dostlar geliyor gözlerimin önüne,
Taze yudumunda yaşamın,
Güneşe ulaşan dostlar.
Anıların acısı gül dikeni gibi, batıyor yüreğime...

26 Eylül 2010 Pazar

MİLLİYETÇİLİK NÖBETİ GEÇİRİYORUZ




Milliyetçilik virüs gibi, bilinçle donanmamış her dokuda hızla gelişip, yayılıyor. Çağın vebası gibi. Yaşama direnen, yaşamın deviniminin karşısında duran anlayışların beslenme alanında, kendini var etme olanağı buluyor. Sonrasında bilinç dokusu zayıflamış bünyelerde açığa çıkarak, kısa sürede tüm topluma yayılmaya yöneliyor. Yaşanan acılar milliyetçi refleksin daha dar alanlara girmesine ve gelişmesine aracılık ediyor. Virüs bütün bir toplumu sarıyor.

Ulus kimliğini insan kimliğinin önceli olarak kabul eden bu çağdışı anlayışın, siyaset alanında yaşam bulması, sorunun boyutunu çok daha yakıcı bir hale dönüştürmüştür. Bu anlayışa göre her insan, insan olmasından kaynaklı olarak öncel değildir. Ulusa ait olan, millete ait olan insan ayrıcalıklıdır.

Osmanlı sonrası genç Cumhuriyet döneminde uluslaşma sürecinde, ortak toplumsal değerler yaratmaya çalışmak önemliydi. Osmanlı gibi yüzlerce yıl iktidar olmuş, din eksenli feodal bir yapının, çağdaş ulus devletine dönüştürülmesinde, ulus bilincini besleyici kimi siyasetlerin uygulanmasının gerektiğini anlamak mümkündür.

Ancak Cumhuriyete geçiş sürecinde, ulusal bilinç yaratmaya dönük uygulamaları ve siyasal söylemleri bu günde yaşatmaya çalışmak, bir yanılgıdır.

Kürt ve diğer halklar sorunu Cumhuriyet döneminde sistemsel bazda çözülememiş ve çözümü zamana bırakılmış birkaç sorundan, en önemlisidir. Bu sorun geçen zaman içerisinde daha yakıcı bir hal alarak gelişmiş, asimilasyon politikaları sonucunda da uç vererek daha bir yaşamsal boyuta ulaşmıştır.

30 yıldır aralıksız süren ve uzadıkça da kirlenen bu çatışma, milliyetçi reflekslerin gelişimine zemin oluşturmuştur. Yaşamın her alanında ve her karşımıza çıkan sorunda milliyetçi refleks, toplumu ayrıştırarak demokratik eksenden çıkartmıştır. Sıradan sokak kavgalarının bile bu refleksle genişleyerek bir trajediye dönüştüğü yaşanan pek çok olayda bariz bir şekilde görülmüştür. Toplum, yaşanılan çağa denk düşmeyecek bir şekilde ayrıştırılmış ve geleceğe dönük tüm çabalar bu ayrışmada, eriyip gitmiştir.

Demokrasi güçlerinin bütün bir toplum için verdikleri demokrasi mücadelesi, milliyetçi reflekslerle boğulmuş ve neredeyse demokrasi mücadelesi eşittir ulusal ve etnik sorunlar noktasına oturtulmuştur. Demokratikleşme insana ilişkin pek çok sorunun çözümü noktasında anlam taşımaktadır. İnsanın, insan olmasından kaynaklı, en temel haklarının yaşamda karşılık bulması ve onurluca yaşama olanağını elde etmesi adına yükseltilen bu mücadele, kendini sisteme dayatacak noktada geliştirilememiştir. Yaşanan bu çatışmalı süreç tüm sorunlarının önüne geçerek, adeta demokrasi mücadelesinin asli unsurlarıyla yükseltilmesinin önünü tıkamıştır.

Yaşama hakkının olmadığı bir düzlemde başkaca hiçbir haktan söz edilemeyeceği açıktır. 12 Eylül askeri faşist darbesinden sonra, 30 yıldır yaşanan ve insan yaşamına yönelen bu sorunun bir biçimde aşılması, demokrasi mücadelesinin önünü açacaktır.

Kürt sonunun çözümü denilen ve iktidar tarafından yaşama geçirilmeye çalışılan projenin ne derece demokratik nitelikte olacağı süreç içerisinde görülecektir. Ancak Marks’ın “Kapitalizm, gölgesini satamadığı ağacı keser,” söylemini akılda tutmak gerek. Egemen burjuvazi bu sorunu kendi ekseninde çözmek istemektedir. Bu eksen, demokrasi güçlerinin demokratikleşme mücadelesine ne kadar denk düşecektir veya ne kadar etkileyecektir, bunu şimdiden söylemek için çok erkendir. Ancak burjuvazinin kapitalist sisteme payanda olacak güç yedekleme telaşı içinde olduğu açıkça görülmektedir.

Anayasamızın değişmez maddeleri MİLLİYETÇİ.
Eğitim sistemimizde ki Andımız MİLLİYETÇİ.
İstiklal marşımız, silme MİLLİYETÇİ.
Tarih kitaplarımız MİLLİYETÇİ.
Askerlerimiz MİLLİYETÇİ.
Kıbrıs’ımız MİLLİYETÇİ.
Törelerimiz MİLLİYETÇİ.
Duygularımız MİLLİYETÇİ.
Solcularımız MİLLİYETÇİ.

Bal gibi silme MİLLİYETÇİYİZ. Hemen her kesim kendi milli duygularını besliyor. Milli duygularımız sokaklarda çatışıyor. Milliyetçi solcularımız Elmayı Kızıllaştırdı.

Milliyetçilik nöbeti geçiriyoruz.

Hemen her kesim kendi etnik kökenini yoklamaya, açığa çıkartmaya ve beslemeye başladı. Olmadık oranlarda, etnik kimlikler nüfusa çıkartılmaya çalışılıyor. Genel anlamlar maniple edilerek yerelleştirilmeye ve yerel alanlarda etnik duygular geliştirilmeye çalışılıyor.

Hakların kimlik sorunu demokrasi mücadelesinin hedeflerinden yalnızca birisidir ve yaşanılan çatışmalı süreçte öncelikli olanıdır. Ancak kendisi değildir. Bu ayrımları çok net koymak gerek.

Biz dağıldıkça, onlar toparlanıyorlar. Biz ayrıştıkça onlar bütünleşip, büyüyorlar. Onlar bizi, bizleşemeden yok ediyorlar.



18 Haziran 2010 Cuma

AKLIN SOLU BİRDİR!

Yıllardır bu ülkeyi yöneten sağ iktidarların sorunlar yığınağı haline getirdiği Türkiye’de artık tahammüller tükenmiş, yaşam katlanılamaz olmuştur. Devletin resmi rakamlarına yansıyan açlık ve yoksulluk oranları tüm sınırları aşarak ülkemizin geneline yayılmış, artık resmen aç ve yoksul bir ülke haline gelinmiştir. Çalışanların artık çalışamaz olduğu, yeni iş yasalarıyla emekçilerin bir işsizlik cenderesinin içine sokulduğu, demokratikleşmenin rafa kaldırıldığı ve halkın önemli bir kısmının sorunlarının çözümüne dönük güvenlerini tamamen kaybettiği bir konjonktür de, sol bir iktidar artık kaçılmazdır.

Sol ile sağ politika arasındaki temel fark, insana bakıştır. Sol insanı nötr noktasında ele alır. Yani sol insanın, etnik kimliğini, dini inancını, yaptığı işini, toplumsal statükosunu bir yana bırakarak ele alır. Bir bütün olarak ülke insanına perspektif üretir. İnsan yaşamı sol için en kutsal değerdir. İnsanın daha özgür, daha mutlu, daha refah ve daha üretken, kendine dönük bir sistemde yaşaması için var olan solun, insan yaşamı konusundaki hassasiyeti çok daha öndedir. Önce her koşulda yaşamını savunduğu insanın, geleceğinin politikasını üretebilir. Onun için temel insan hakları sol için vazgeçilemezdir, politik odaktır.

Bu nedenle savaştan yana değildir, hep barıştan yanadır. Bu nedenle darbeden yana değildir, hep demokrasiden yanadır. Düşüncelerin, inançlarım, kimliklerin özgürce ifadesinden yanadır. Bu nedenle insanın insan onuruna yakışır bir düzeyde insanca yaşamasını savunur. Bu nedenle sol iradesel bir tercihle içinde yer alınan bir harekettir.

Sağ politikada ise, insanın iradesine bağlı olmayan, kimi temel belirlenimler öne çıkar. Din olgusu gibi, milliyet gibi. İçine doğulan koşullar sağ politika için önemlidir. Yani Türkiye de doğduk Türk doğduk, Müslüman doğduk, ya Afrika da doğsaydık? Hangi toplumsal yapı içerisinde doğma tercihini insan ebetteki belireme yetisine sahip değildir. Bu nedenle de sağ katı kuralcıdır. İnsanı, insan olduğu için değil, diğer kimi, kendisinin iradesel olarak belirleyemediği ancak taşıdığı kimlikle ele alır.

Bu nedenle sol, sağın tarihsel alternatifidir. Tarihsel ve sosyolojik olarak, yaşama, insana ve sorunlara bakışı, çözüm arayışı temelden farklı olan iki ayrı yaklaşımı palyatif gerekçelerle yan yana getirmeye çalışmak, en iyimser yorumla, siyasal saflıktır.

Sol siyasal kazanım isteniyorsa, sol değerler etkin kılınarak olabilir ancak. Sol siyasal projeler üretilerek başarı yakalanabilir. İnsan unsuru hareketin eksenine oturtularak ancak başarılı olabilir. Aklın, bilincin ve iradenin önemli olduğu sol politik biçimlenişte başarı arayışları, yine bu perspektifte tavırlar geliştirilerek, değerler oluşturularak somut kazanımlara dönüşebilir.

Türkiye’nin sorunlarının çözümünün, gerçek bir sol anlayışla mümkün olduğunun bilincinde olmalıyız. Solu iktidara taşımanın yolu, adam gibi solda durabilmekten geçmektedir.

Bilinmelidir ki, Solsuz bir Türkiye, Soluksuzdur.

17 Haziran 2010 Perşembe

TÜKENMEZ!

Neden TÜKENMEZ?

Çünkü onurlu insanlar, düzgün, dürüst insanlar tükenmez. Umutlu bir geleceğin düşüne yatmış, aydın demokrat, ilerici insanlar tükenmez.

Aşklar tükenmez, sevgiler tükenmez, güzellikler tükenmez.

Yoksulluğun kucağında; yaşamı sırtlayan insanlar tükenmez.

Bunun için tükenmez.

Haksızlıklara, gericiliğe, ırkçılığa karşı direnen insanlar tükenmez.

Umut tükenmez, yarın tükenmez.

Sorunlar tükenmez… Elbette ki sorunların çözümleri tükenmez…

Bu nedenle köşemizin adı Tükenmez olsun istedik. İddiamız büyük, tükenmeyen şeyleri, tükenmeyen bir sabır ve kararlılıkla gündemimize alıp sizinle paylaşacağız. Ve becerebileceksek onları tüketeceğiz.

Onursuzları tüketeceğiz, yalancıları, sahtekârlar… Gericileri, ırkçıları, sahte demokratlar… Umutları tüketeceğiz gerçekleştirerek. Sorunları tüketeceğiz, çözerek. Yarınları tüketeceğiz, yarınları bugün yaparak. Karanlıkları tüketeceğiz, aydınlık yarınlar içerisinde eriterek.

Tükenmezden başlayarak, tüketeceğiz tükenmez olan her şeyi. Tüketemeyeceğimiz tek şeyin, onurlu, kararlı, dürüst, düzgün insanlar olduğunu bilerek.

İnsandan yana, emekten yana, haklıdan ve haktan yana olacağız, ilk adımda tüketmek için insanlık karşıtı, sömürüden yana, haksız, hak nedir bilmeyen insanları.

Tükenmeyeceğiz, tüketmek için.

Tükenmeyeceğiz, yaşatmak için, umudu yeni baştan yeşertmek için.

Geleceğimizi aydınlatmak için.

Yaşamı yeni baştan kurmak için.

Tükenmez dedik, sorunlar, dertler, yaptırımlar, dayatmalar, insanlık karşıtı biçimlenişler, tezgâhlar, oyunlar. Sol gösterip sağ vuranlar tükenmez. Oynaklar, kaypaklar, sahtekârlar, namussuzlar, yolsuzlar, hırsızlar, işbirlikçiler tükenmez.

Bizde tükenmeyiz.

Tükenmemeliyiz. Bu ülkenin namuslu insanları en az namussuzları kadar cesaretli ve yine en az onlar kadar canlı ve diri olmalıdır. Duyarlı, sorumlu ve tepkili olmalıdır.

Biz burada, insandan, emekten, doğrudan ve demokrasiden yana bir eksende, yaşamın olumsuz gördüğümüz tüm sorunlarına karşı yazınsal bir duruş göstereceğiz. Geleceğin sahiplenmesine dönük, özgür ve gerçekten demokratik bir ülkede yaşama umudunun yeşermesine dönük bir çabada olacağız. Sevgileri göğsümüze basıp, aşklarımızı haykıracağız.

Yaşamı sahiplenip, düşleri yaşama taşıyacağız…

Tüm bunlar için tükenmez dedik.

Tükenmez demeye devam ediyoruz ve nefesimiz yettiği sürece de demeye devam edeceğiz.

Hoş geldik tükenmeze, hoş geldiniz tükenmeze.

Yaşamı birlikte göğüslemeye!

9 Haziran 2010 Çarşamba

KENDİMİ ÖZLÜYORUM!

Çok yoruldum... Her şeyi tüketmiş gibiyim. Yaşam avuçlarımın arasından kaçıp gitti sanki... Meydan okuduğum yaşam karşısında yıkığım. N e yapacağımı bilmiyorum, kızgınlıkların tavan yaptığında kendimden korkuyorum... Kendimden korkuyorum... Kendimi özlüyorum... sakin halimle kendimi. Düşünen, makul tavırlar koyan halimle kendimi... Bulamıyorum... Kendime saldırarak, kendimi tüketiyorum. Bir milad yaşıyorum, bunu biliyorum... Umarım kendimle atlatırım.. Umarım kendimle kalırım, kendimle barışırım...
Neden mi?
Hiç önemi yok..
Sonuç ortada.
Benden yada benim tercihlerimden..
Sonuç bu...
Ya katlanıp aşmalıyım, ya reddetmeliyim...
Üzülüyorum..
Kendimden kopuyorum.
Kendimi özlüyorum...

6 Haziran 2010 Pazar

İNSANI KAYBETTİM!

İnsanı kaybettim, kendimi de. Tüm ezberim bozuldu. Yıllardır kendimle bütünleştirdiğim tüm değerleri yeni baştan ortaya döktüm. Ayıklayarak, yanlışları bulmaya çalıştım. Bir beyinsel kaos, arbede yaşadım. Beynimde ki insanı tükettim… İnsanı, bir olgu olarak sorgulayıp durdum. Tüm refleksleriyle insanı. Birikimiyle, kompleksleriyle, duygusallığıyla, niyetiyle bir bütün olarak insanı sorgulamaya koyuldum, kendi çevremdeki insanlardan başlayarak.


İnsanı sevmeyen insan, bencil insandır. Ve kendilerinden başka hiçbir insanla, hiçbir şey paylaşmazlar. Kimi zaman paylaşıyormuş gibi yaparlar.Ancak bunu da yalnızca kendi çıkarları için yaparlar. Bu tür insanlar için yalnızca kendileri vardır. Kendilerine gereğinden fazla anlam yüklerler. Haristirler, insanı kolay harcarlar. Dostları olmaz bu insanların. Yakınları olmaz, çevresinde insanlar olmaz. Kendi çevreleri yoktur. Hep başkalarının çevrelerini bir biçimde kullanmaya çalışırlar. Kullanır ve terk ederler. Bilirler ki kalıcı değillerdir. Kaldıklarında, kendilerinden tüketirler.


Birbirlerini sevmeyen insanların, politik birlikteliği olabilir mi? Yıllardır kendi kendime bu soruyu sorarım ben. Birlikte güzel günler için mücadele eden insanlar, birbirlerini sevmeden bu işi yapabilirler mi? Bana göre asla yapamazlar. Yapsalar bile başarılı olamazlar. Ben solun çokça ayrışmasının nedeninde insanların birbirlerini sevmemesine sevmeye bilmemesine, sevgi ve insan konusunda özen göstermemesine bağlıyorum.


İnsanlığın geleceği için mücadele edeceksin, ancak yanı başında ki insana karşı duyarsız olacaksın. İnsanı ideolojik olarak hareketinin merkezine koyacaksın ancak, yanı başında ki insanı ve değerlerini yok sayacaksın.

İşte bu noktada yıkılıyorum…

30 Mayıs 2010 Pazar

GÜN AYDINLIKTI!



Gün aydınlıktı.
Ancak güneş yorgundu.

Kentin üzerine uzun ve zorlu yolculuklardan sonra ancak ulaşabiliyordu. Kentlilerin ömrü, bir gün güneşin olanca ısısını tüm bedenlerinde hissedebilme beklentisiyle geçiyordu. Onlar, tam bir aydınlığı, iliklerine kadar uzanan bir sıcaklığı hiç yaşamamışlardı. Hep soluk olmuştu onların aydınlığı. Bu solukluk kentin tüm insanlarının yüreklerine kadar sızmıştı. Sokaklarda, hiçbir şeyin farkında olmayan çocukların dışında herkes mutsuzdu. Yalnızca çocuklar gülebiliyor, oynayabiliyorlardı. Günde silik bir aydınlık vardı ama genç yürekleri neşelendirmeye yetiyordu. Kentin çocukları, gelecekten habersiz, dertsiz, tasasız, aydınlık diye bildikleri günde, sokaklara dağılıp, oynaşıp duruyorlardı.


Doğa kendini özlüyordu. Karanfiller boyunlarını güneşe uzatıp kızıllaşmayı, papatyalar beyazlaşmayı özlüyordu. Özlem bir tutkuydu burada. Her geçen gün çığ gibi yayılıyor, yürekleri tıkıyordu. Yürekler özlem deniziydi sanki. Yaşam özlemdi.
Gün biraz daha kararmaya başladığında, insanlar biraz daha telaşlandılar. Gelecek kaygısı biraz daha belirginleşip, yüreklere oturmuştu.


Bilgeler, geleceği uzaktan görebilenler;

“Karanlığa gebe gün,” dediler. Kargaşada çıkmadı sesleri.
Sinsice sokuldu karanlık, dalıverdi gündüzün koynuna. Gece bastırdı birden. Her yan ansızın karanlığa çaldı.



“Söylememiş miydi ileriyi görenler!”


"Gece dolunaydı.
Eylül dolunayı.
Karanlığa gebeydi gün."


Yıldızlar birer birer parıltılarını yitirdiler. Geriye yalnızca silik bir ışıltı kaldı. Görkemli tapınaklar önce hafiften sarsıldı, sonra dökülmeye başladı. Altın kaplı kubbeler tabanlarıyla bütünleştiler. Kaçıştı yıldızcıklar, heyecan ve şaşkınlık içerisinde. Hızla boşaldı tapınaklar. Kimileri gecenin koynunda eridi, neler olduğunu anlamadan. Kimileriyse düşünmeksizin sonuçlarını, elindeki soluk ışıltıyı koruma telaşına kapıldı.


Çocuklar korkuyla kaçıştılar. Dilleri tutulmuş, gözleri bir kat daha büyümüştü. Korkuyorlardı bilinmezlikten. Henüz hiçbiri hazır değildi, ansızın saldıran karanlığa. Karanlık gecenindi. Oysa çok vardı geceye. Öyleyse nedendi bu karanlık? Boşaltılmıştı sokaklar. Sevinçli çocuk oynaşmalarının sesleri gelmiyordu artık. Gülüşmeler kesilmişti. Konuşmalar, yok olmuştu. Körpe yürekli çocuklar, gerçeği bilmeden yaşıyorlardı.


Deniz siyaha çalmıştı. Dalgalar öfkeyle karanlığa kükrüyorlardı. Homurtuları kendi varlıklarında eriyip gidiyordu. Yalnızca kıyıya çarpan dalgaların, sessizliği bozan haykırışları duyuluyordu. Öfke, acı ve hüzün dolu haykırışlar ince bir ezgi gibi sarıyordu tüm denizi. Deniz yastaydı. Karanlığa boğulmuşsa da , büyük bir çabayla derinliklerinde fosforlu parıltılarının bir kısmını gizleyebilmişti. Bir gün filizlenmeye hazır bir tohum gibi korudu gizli parıltılarını.


Ansızın çöken karanlıktan en ağır darbeyi yıldız kümeleri yedi. Görkemli parıltılarını yitirdi çoğu. Yaşam damarları kopmuş gibiydi. Kümeler karanlıkta koruyamadı, birlikteliklerini. Yollarını kaybedenler, geride hiçbir iz bırakmadan sineye çekilenler oldu. Karanlık, ısrarla çekmeye çalışıyordu onları. Haykırıyordu karanlık.



“Gelin, gelin bana; çünkü ben güçlüyüm. Yaşama egemen olan güçtür. Şimdi güç tümüyle bende. Yaşam benim... Bana gelin, yeniden yaşama kavuşun. Aydınlıksız, ışıksız, parıltısız daha ne kadar dayanabilirsiniz? Direnemezsiniz. Bendeki ışık silik, soluk da olsa sizlere yeter. Gelin, benim için parlayın.”
Kan bulaşmış salyalı haykırışlarında güçlülüğün pervasızlığı vardı. Umursamaz değildi, ama gücünün bilincindeydi.


Yıldız kümelerinden tek tek çıkışlar oldu. Sönmeye yüz tutmuş parıltılarını bir kez daha zorlayarak haykırdılar:



“Hayır! Sana satılmayacağız. Geleceğimizi senin iğrenç salyalı karanlığına bırakmayacağız.. Yaşamımız pahasına da olsa tertemiz bir miras bırakacağız, çocuklarımıza. Onlar da meydan okuyacaklar sana. Bizler gibi. Teslimiyeti tanımayacaklar. Biz güneşe hasret, aydınlığa sevdalıyız. Gözalıcı ışınlarıyla elmas gibi parlayan güneşedir bizim sevdamız. Bizlerin özlemini, senin güdümlü silik sızıntın dindirmeye yetmez. Al kıytırık ışığını başına çal. Bizde satılacak yürek yok!”


Gece öfkelendi. Kızdı. Kızdıkça karardı. Karardıkça saldırdı. Yıldız kümeleri, birkaç yıldız daha kaybetti. Gidenler coşkulu ve sevinçle kayarak değil, hızla sönerek kayboluyorlardı. Kümeler dağılıyorlardı hızla...


"Gece dolunaydı.
Hem de eylül dolunayı.
Karanlığa gebeydi gün."


Gecenin karanlığında bir adamla bir kadın, ağır ağır ilerliyorlardı. Kentin ıssız sokaklarında el yordamıyla yol bulmaya, karanlığı aşmaya çalışıyorlardı. Yorgunluktan, heyecandan, kesik kesik soluyorlardı. Besbelli kaçıyorlardı. Karanlıktan, ölümden, tutsaklıktan...




Kadın birden durdu. Adamın omzuna yaslandı. Karanlık her yandaydı, sinsi gözlerini açmış gözetliyordu onları. Her yanda örümcek gibi gözler saklıydı. Güneş gözlü, güneş yüzlü insanların peşi sıra fır dönüyordu, karanlık. Kadın nefesini topladı:


“Yoruldum artık,” dedi. “Kurtulamayacağız!.. Bir labirentteyiz sanki. Kaçmaya, kurtulmaya çalıştıkça bir yenisi bizi içine çekiyor. Kurtuluşumuz yok. Boşuna debeleniyoruz. Nereye kadar sürecek bu...”


Kadının sönük gözleri dökülüyordu. Güzelliği karanlığın içinde solmuştu. Bembeyaz teni sararmıştı. Uykusuzluk... Günlerdir süren uykusuzluk. Katlanılacak gibi değildi.
Adam üzgün gözleriyle kadına baktı. Ufacık bir parıltı arıyordu sanki.



“Dayan aydınlık gözlüm, ötesi yok başarmalıyız. Karanlığa teslim olup, karamsarlığı salmayalım, yüreğimize. Dayan, az kaldı. Ulaşacağız güneşe. Çocuklarımız güneşe hasret doğmayacaklar. Tanımayacaklar karanlığı. Bizler bugün direnmeliyiz. Sabırla, inatla. Biz kazanmak zorundayız. Kazanmalıyız.”


Kadının karanlıktan, uykusuzluktan dağılan gözleri aralandı. Hafiften bir parıltı yansıdı, yüreğinin derinliklerinden gelen; sevginin, geride kalan son parıltılarıydı sanki. Adamın boynuna sarılıp ağladı, hıçkırarak. Şişmiş gözlerini yaşlar araladı, bu kez, iki gözü iki ırmak gibi aktı. Adam ağlamaya bıraktı kadını. Boşalsın rahatlasın istiyordu. Rahatlasın ki; karamsarlığın iğrenç batağından kurtulsun. Az sonra kadının ağlaması dindi. Adam bir mendille gözlerini sildi. Kadının gözleri gülümsüyordu şimdi. Karamsarlık yüreğinden uzaklaşmıştı. Adam hayran hayran kadına baktı. Mutluydu. Bedeni titredi. Kadını, kendisiyle birlikte direnecekti; söküp atmıştı karanlığın izlerini kafasından.


Adam sevdalıydı güneşe. Doğduğundan bu yana tanımamıştı aydınlığı. Aydınlık diye bildiği silik, soluk bir sızıntıydı. Güneşin altın gibi sapsarı parıltılı ışığını hiç mi hiç görmemişti. Isısını bedeninde hissetmemişti. Bir sır gibi kapatmıştı karanlık, güneşin önünü. Adamın aydınlık diye tanıdığı bundan arta kalanlardı sadece. Sürekli soluk, silik ve kesik kesik. Şimdi o da yoktu artık.
Bir de, güneş gözlü kadına sevdalıydı adam. Kadının güneş gibi parlayan gözleri çekmişti onu. Yaşamı görmüştü, kadının parlak, sıcak gözlerinde. Gelecek gizlenmişti gözbebeklerinde.


Yürümeye koyuldular tekrar, koşar gibi. Karanlık rüzgârlar saçlarını savurdu. Sokakları, caddeleri aştılar. Karanlığın askerlerini gördüler köşe başlarında. Gizlice teğet geçtiler. Kış aylarının dondurucu soğuğunda ırmakları yüzerek geçtiler, karla kaplı dağların doruklarını aştılar. Denizleri dalgaların üzerinde geçtiler. Boğuştular karanlıkla yılmadan, yorulmadan. Aydınlığı, güneşi kucaklamaya çalıştılar. Güneş gözlü insanlarla, karanlığın lanetli kıskacını kırmayı denediler. Güneşin sevdasıyla acılara göğüs gerdiler.


Kadın silik bir aydınlıkta yoruldu yine. Derman kalmadı yüreğinde. Adımları saplanıp kaldı. Adam yüreğini bırakır gibi bıraktı kadını. Parçalandı yüreği. Kadınsız yürüdü, durmadan. Aydınlık, karşı konmaz bir tutkuydu. Dağları, denizleri aştı, karanlığın adamlarını atlattı, ölümü pek çok kez selamladı; yüreğinde yıllarca kadınının acısını taşıyarak. Kapanmamış bir yaraydı sanki, içten içe, inceden inceye kanıyordu. Tuz bastı adam, yüreğindeki yaraya. Dindiremiyordu akan kanı. Sarı saplı bir hançer buldu sonunda. Ateş yakıp bir köşede ısıtıp hançeri, yüreğine bastı. Yara dağlandı, adam acıyla gerildi, inledi... Gözlerinden kan kırmızı yaşlar boşandı. Kadın bir çığlık attı, ta uzaklardan. Sanki hançerin ateşi onun da yüreğine uzanmıştı. Ağladı, soluk ışığın koynunda.


Adam, çok geçmeden karanlığın tuzağına düştü. Çırpındı kurtulmak için. Olmadı. Karanlığın karabeyinli kırbaççıları çarmıha gerdiler onu. Kırbaçladılar, kırbaçladılar. Adam, güneşe sevdalı yüreğiyle dayandı. Direndi, karabeyinlilerin beyni daha da karardı, karardıkça saldırdılar. Adamın gözlerindeki parıltı sönmedi. Karabeyinli kırbaççılar ilk kez aydınlığı gördüler, adamın gözlerinde. Korku ve şaşkınlıkla irkildiler. Kanlı ellerini silip adamı çarmıhtan indirdiler. Telaş içerisinde sürükleyerek, demirli betonlarla çevrili karanlığa attılar.


Adam karanlık demirler arasında, yıllarca kaldı. Güneşe sevdalı diğer insanlarla kenetlendi. Güneşe birlikte göğüs döndüler. Tırnaklarıyla aydınlığa ulaşmaya çalıştılar. Yan yana gelip, gözlerindeki pırıltının aydınlığında sevda kitapları okudular, türküler söylediler. Ateşin kızıllığında karanfiller yetiştirdiler. Sevda bahçesi denildi, üç-beş karanfilin bulunduğu bu yere. Her gün biri, gözyaşlarıyla suladı. Bir adam nöbet tuttu sürekli başında. Bir gün karanlığın sinsi gözleri yakaladı onları. Tahammülleri yoktu, üç-beş çiçeğe. Çiçek aydınlık demekti, gelecek demekti; aydınlık ve gelecekse, düşmanıydı karanlığın. Saldırdı, sevda bahçesine; çiçekleri koparıp, parçalamak, tozanlarına ayırmaktı istemi. Adamlar vermediler, direndiler. Etten bir duvar ördüler. Karanlığın askerleri tekrar saldırdı. Tekrar. Tekrar... Ulaşamadı bahçeye. Onurluca direndi adamlar. Kanları çiçeklere sıçradı. Çiçekler daha bir gür geliştiler.
Sevda bahçesinden bir karanfil, göz kırptı adama, var olmanın doyumsuz sevinciydi gözlerindeki. Adam sıcacık gülümsedi.



“Onurumuzsun sen bizim, koruyacağız seni hep,” dedi.



Karanfil neşeyle kızıllaştıkça kızıllaştı. Sevdalı yüreklerde gelişip, serpildi. Kökü zemini kavramıştı.


Adam yalnızlık çekti yıllarca. Hüznü, buruk bir şarap tadıyla yudumladı. Ateş- böceklerinin akşam serenatlarını dinledi. Yüreğindeki acısı hiç dinmedi, kanamayacaktı yarası, bu kesindi! Dağlamıştı. Kabuk bağlayıp kapanmıştı yara ama, gecenin karanlığında hiçbir zaman tam olarak iyileşemeyecekti. Acı çekiyordu, içten içe.

"Gece dolunaydı.
Hem de eylül dolunayı.
Karanlığa gebeydi gün."



Yıldızların her biri ayrı bir köşeye sığınmıştı. Parıltılarını hepten yok edememişti, karanlık. Bu nedenle sevindiler. Sonra karanlıkla baş başa bıraktıklarını düşünüp, üzüldüler. Köşelere sinmekle bencilce mi davranmışlardı? Ama "kendilerini korumadan, başkalarını nasıl koruyabilirlerdi?" “Başkalarını koruyabilmenin esprisi önce kendini korumak değil miydi?" diye aklamaya çalıştılar kendilerini. "Belki," diye düşündü, içlerinde birisi: “Hep birlikte karşı koysaydık karanlığın saldırısına, biriken parıltılarımızı kullanarak, yenebilirdik. Hiç değilse bir gelenek yaratma çabamız olurdu.” Ama artık çok geçti. Yıldız kümeleri dağılmışlardı birer birer. Kimileri çok uzaklara sürüklenmiş, kimileri de, önceden belirgin silik soluk sızıntıyı seçmişti. Bazıları ise yolunu kaybetmiş gibi amaçsız, hedefsiz evrende dolaşıp duruyordu. Çok zordu artık bir karşı koyuş; ama imkânsız değildi. Pek çok yıldız parıltısından yoksundu şimdi. Parıltılarıydı onları yaşamda etkin ve dinamik kılan. Gururla taşıdıkları parıltılarıydı, kümeleri kenetleyip birbirine bağlayan. Yeni yeni yıldızlar kazanıp, güçlenirlerdi hep. Çok kazanmanın tek yöntemi, daha göz alıcı parlamaktı.


Karanlığın ihanet teklifini reddeden yıldız kümeleri, yan yana gelip uzun uzun tartıştılar:



"Ne yapmalı da güneşe ulaşabilmeli?"



Yorgun düşene dek tartıştılar, sonunda karara vardılar. Her küme önce kendisini toplayıp, sağlamlaştırmalı ve dağılmışlık kıskacı kırılmalıydı. Sonra kümeler yan yana gelip, hep birlikte tüm parıltılarını son sınırına kadar kullanarak, gecenin göğsünde dev bir delik açıp, delikten sızan güneş ışınlarıyla daha bir güçlenerek son darbeyi indireceklerdi. Böylece tarihlerinden sileceklerdi karanlığı.


Kümeler coşkuyla çalışmaya koyuldular. Tüm enerjilerini ortaya koydular. Toparlanmak sanıldığı gibi kolay olmuyordu. Dağılan yıldızları yeniden kazanmak, onların yeniden kendilerine güvenmelerini sağlamak oldukça zordu. Pek çoğu kendine güvenini yitirmişti, bilinçsizce sonu belirsiz bir boşlukta sürüklenip duruyorlardı. Bu belirsizlik ve sindirilmişlik kanıksanmıştı bir anlamda. Öncelikle "hiçbir şey yapılamazlığı” kırmak gerekiyordu. Geniş bir propaganda ve ajitasyona geçildi. Yazılıp çizildi. Tarihin parlak sayfalarından örnekler verildi. "Başka dünyalar da bizim gibi aynı saldırıyla karşılaştılar, ama bakın onlar kurtulmayı nasıl başarmışlar?" denildi. Birlik çağrıları kulaktan kulağa yayıldı.



"Daha erken, zamansız," diyenler oldu. "Erken kalkıp, erken oturmaktansa, zamanında kalkıp, hiç oturmamak gerek," diye teslimiyeti ve karamsarlığı kılıfladılar. Bazıları yönteme karşı çıkıyordu. "Önce silik aydınlıktan faydalanmak gerek," diyorlardı. Silikliğin içinde eriyip gitmeye hazır gibiydiler. Sadece tepki duyanlar, bunun dışında hiçbir şey yapmayan, yapma üretkenliği gösteremeyenler de vardı.


Parlak yıldız zemini balçıkla kaplanmıştı. Sanki zafere duyulan inancın ısısıyla çatlatılmalıydı balçık. Karanlığın etkin ideolojisi kırılmalıydı. Sindirilmişlik psikozu sökülüp atılmalıydı, yüreklerden. Gelecek ellerindeydi. Ellerini kullanmayı öğrenmeliydiler... Güneşe, aydınlığa, yaşamın erişilmez güzelliklerine ulaşabilme kavgasıydı verilen. Her yıldız, bu haklı ve onurlu kavganın birer neferi olmalıydı. Karanlığın tutsaklığı kabul edilmeliydi. Özgürlüğün aydınlık bir gelecek olduğu kafalara yazılmalıydı. Her gece, gündüze gebeydi. Gündüz ise aydınlıktı. Bu yadsınamaz bir gerçeklikti, onurlu mücadeleyi haklı kılan.



"Silik aydınlık da" memnun değildi karanlıktan. Onun için dünya loş olmalıydı. Tam aydınlık da, zifiri karanlık da zararlıydı. Tam aydınlık zararlıydı,
çünkü güneşe sahiplenen yıldızlar, kendi dışında kalanlara hükmederlerdi, bir karmaşa yaşanırdı o zaman. Ve karmaşa bitirirdi onları. Hem böylesi sürekli bir aydınlık, kendi varlıklarına da yönelikti. Aydınlık için intihara hiç niyeti yoktu. Siliklik yapısal özellikleriydi onların.



"Hayır, hayır! Tam bir aydınlığa müsaade etmemek gerek..."


Tam karanlık da çıkarlarına ters düşüyordu. Sürekli karanlık bir evren, aydınlığa olan özlemi artıracaktı kuşkusuz. İçten içe tutkusal bir özlemle gelişip, güçlenecek olan aydınlık özlemi, bir gün volkan gibi tepelerine patlayacaktı. Hiç belli olmazdı, aydınlık düşüyle beslenen yüreklerin neler yapabileceği....


"Denge ‘loş'ta sağlanmalıydı. Ne tam aydınlık, ne tam karanlık..."


Hatta karanlık evrenin bir köşesinde biraz daha aydınlık sağlanabilirdi. Hiçbir zararı dokunmazdı bunun ama, bu aydınlık hiçbir zaman, yıldızların ve tüm parıltıya muhtaçların ışıl ışıl kabarmalarına izin vermeyecek bir biçimde ve denetimli olmalıydı. Yani ipler hep bir elde tutulmalıydı.


Temsilciler oluşturup, geceye ulaştılar. "Kendi iyiliğiniz için de böyle olmalı," dediler.

“Evet,” dedi gece, karanlık ve boğucu sesiyle;

“Evet, ama daha erken.”

Eğer böyle bir şey yapılacaksa kendi yapmalıydı. Başkalarının zorlamasıyla değil, kendi istemiyle olmalıydı. Zamanını, biçimini kendi belirlemeliydi. Zamansız bir yönelimle kendini yıpratmaktan korkuyordu.


Yıldızlar, ortak hedef doğrultusunda denizle anlaştılar. Mademki düşman ortaktı, ortak düşmana karşı birlikte mücadele etmeliydiler. Güneşe birlikte ulaşıp, zaferi birlikte selamlamalıydılar: Aydınlık farklı noktalardan yakalansa bile. Anlaştılar, mücadeleye birlikte hazırlanıp, ortak harekete geçip, birlikte ulaşacaklardı özgürlüğe. Birlikte savaşacaklardı.


Deniz, kaynağı kurutulmuş fosforlarını toplamaya koyuldu. Suyunun her damlasındaki pırıltıyı, en küçük parçasına varana kadar toplamaya ve büyük güne hazırlanmaya başladı. Karanlığın saldırılarıyla yıllarca acı çekmişti. Kendini var kılmakta zorlanmıştı. Varlığına yönelmişti karanlık. Engin maviliğinden eser kalmamıştı. Uçsuz bucaksız bir karanlığın yansısı olmuş gibiydi. Kendi içindeki canlılar tek tek ölüyordu, güneşsizlikten. Dondurucu soğuk öldürüyordu onları. Güneş yaşamsal bir vazgeçilmezlikti. Sonuçta tüm üretken niteliğini yitirip, kocaman çirkin bir buz parçası olmak istemiyor. Karanlıktan kurtulup güneşe kavuşmalı.






Yunuslar, balinalar, balıklar, kaplumbağalar ve denizde yaşayan tüm canlılar, fosfor topladılar sürekli. Diplerde yakaladıkları en ufacık parıltıyı, koparıp çıkarttılar; incileri, mercanları topladılar. Dondurucu soğukta durmadan, yılmadan çalıştılar. Biliyorlardı zor da olsa bu uğraş zaferiydi onların. Yaşamdı, gelecekti. Dev bir fosfor yığını oluşturdular sonunda. Dalgalar üzerini kapatıp, gizledi onları. Karanlığa yakalatmamalıydılar. Yakalayacak olursa, hem bunca çaba boşa gidecekti, hem de öfkelenip daha azgın saldıracaktı karanlık.
Böyle bir saldırı çok şeyi birden götürürdü. Dev dalgalarıyla deniz, gizledi geleceğini. Tüm balıklar, balinalar nöbet tuttu başında. Korudular yaşamları pahasına yaşamlarını.



Yıldızlar adama haber saldı. Adam diğer adamlara müjdeyi verdi. Bir sevinç yükseldi karanlığın zindanında. Bir yığın inançlı, coşkulu yürek, özlem dolu titreşimler yaydı. Okumak için ayırdıkları son parıltıyı, büyük güne sakladılar. Karanfilleri yaşatmak için gizliden yaktıkları ateşi söndürdüler. En küçük bir parıltı bile lazımdı onlara. Çiçeklerini sulamak için bile gözyaşlarını dökmediler, göz aralarından sızacak parıltıyı korumak için.


Adamın yüreğindeki acı dindi. Böylesi bir günde yüreğinde acı taşımayı ihanet saydı. Neşe,umut ve öfke olmalıydı,yalnızca. Şimdi sevdayı, özlemi, geleceği kucaklamaya hazırlanıyordu. Bu müthiş bir sevinçti. Acıyı koparıp yüreğinden, sevinç ve öfkeyi koydu yerine. Yapamadı... "Belki de," diye düşündü.


"Güneşe kavuşursam, ona da kavuşabilirim. Karanlık ve karanlığın bitirici karamsarlığı değil miydi bizi ayıran..."
Yılları, ayrı geçen yılları hiç hesaba katmadan. Hâlâ onurlu muydu bilmeden...


Yıldızların soluksuz çalışması kısa sürede sonuçlarını vermeye başlamıştı. Dağılan yıldız kümeleri tekrardan hızlıca toparlanıp, geliştiler, güçlendiler. Her gün biraz daha sıkı kenetlendiler. Karanlığın sağanağından kaçıp, soluk aydınlığın koynuna sığınanların büyük bir bölümü, yeniden dönmüştü. Başları eğikti. Utanıyorlardı besbelli. Ama yine de çalışıyorlardı. Hem de diğerlerinden daha fazla. Kendilerini yeniden kazanmaya çabalıyorlardı. Kümelere katılımlar artınca, bir güven geldi yıldızlara. Parıltılarla gizliden gizliye gülümsemeye başladılar. Artık her şey hazırdı.



Gelip çatmıştı büyük gün. Tüm yüreklerden heyecan dalgası yayılıyordu. Zafer yakındı artık. Uğruna yok olmayı göze alabilecek kadar delice sevdalıydı herkes.
Yıldızlar son bir kez yokladılar kendilerini. Deniz fosfor yığınlarını kontrol etti, dikkatlice. Adamlar gözlerinin parlaklığını ölçtüler. Ve yıldızın öfke dolu haykırışı evrende yayıldı:

"Haydi arkadaşlar, zamanı geldi. Salın tüm parıltılarınızı karanlığın koynuna. Tek bir noktaya yöneltin. Bizi izleyin..."
Yıldızlar, tüm parıltılarını tek bir noktada kesiştirdiler. Adamlar aynı noktaya baktılar, öfkeyle. Deniz fosforlarını gizleyen dalgalarını aralayarak aynı noktaya yöneltti tüm parıltısını...


Bir aydınlık patladı gecenin koynunda. Gece neye uğradığını anlayamadı. Ürküntüyle yalpaladı. Gece şaşkın. Gece tedirgin. Gece sersemce irkildi. Açılan gediklerden güneş ışınları sızmaya başladı. Işınlar sızdıkça gedik dev bir parıltıya dönüştü. Güzel günlerin parlaklığı sardı her yanı.


Gece eridi. Çözüldü. Dağıldı. Öfke dolu bir çığlık yükseldi gökyüzüne. Aldı gecenin çığlığını gökyüzü. Asıldı kollarıyla boynuna, olanca gücüyle sıktı, sıktı... Gece çırpına çırpına boğuldu. Kayboldu sonsuzluğun girdabında.
Muhteşem bir parıltı sardı her yanı. Yıldızlar, el sallayarak güneşe, sevinçle dans ettiler. Kucaklaşıp şarap içtiler. Sımsıkı sarmaladılar birbirlerini. Hasret; özlem, umut parıltılarında cisimleşti.


Deniz coşkuyla selamladı güneşi, yıldızları. Balıklarda raksa başladı. Kocaman dalgalar oynaşmaya koyuldular. Bir sıcaklık yayıldı her yana. Yakamozlar coşkulu gösteriler düzenlediler.
Adamların tutsak edildiği zindanın karanlık demirleri, aydınlığa dayanamadı. Eriyip yok oldu. Adamlar özgürlüğü kucakladılar. Yavukluya sarılır gibi sarıldılar güneşe. Gözleriyle gülümsediler yıldızlara, denize. Dostluğun sıcaklığı, yüreklerin çırpıntısıyla kaynaştı.


Çiçekler toprağı aralayıp boy verdiler güneşe doğru. Çocuklar sevinçle sokaklara fırladılar. Sek sek oynadılar gülümseyerek. Adamlar çocuklarını kucakladılar. Gözlerinden, gözlerinden öptüler hasretle. Onurla öptüler kadınlarını. Karanlığın karamsarlığını lanetle silip attılar, yaşamlarından. Ayrılığın, kaybolan canların sızısı kaldı yüreklerinde. Anısına kadeh kaldırdılar düşenlerin. Sızılı yürekleriyle, öfke içinde haykırdılar:


"Unutmayacağız sizleri. Güneşe sizlerin adını koyacağız. Güneş gibi aydınlatacaksınız bizleri..."

"Gece dolunaydı.
Hem de eylül dolunayı.
Gün gebeydi karanlığa."

Ö.ÖDEMİŞ/1986

15 Mayıs 2010 Cumartesi

KAHROLSUN YARIN, YAŞASIN AN!

Yarın…
Bu günde olmayanı aradığımız gün, günler…
Yakalayamadığımız, ulaşamadığımız, anda bulamadığımız, her şeyi bıraktığımız yarın…
Ertelediğimiz, bu günde yaşayamadığımız, es geçtiğimiz, zaman var diyerek özensiz davrandığımız her şeyi üzerine yıktığımız yarın.. Bu günde var etmeye çalışıp zamansız tükettiğimiz yarın.

Aslında geçmiş, geçmiştir ve yoktur. Gelecek henüz gelmemiştir ve gerçekte yoktur. Var olan ve gerçek olan tek şey “an”dır. Bizde pervasızca tek gerçek olan şeyi, ‘anı’ ertelediğimiz yaşamla, yarın adına harcıyoruz. Anı tükettikçe aslında yarını da bu günden tüketmiş olmuyor muyuz? An’ı yakalayamadan yarını yakalayabilmek ve ertelediğimiz yaşamı yarında yaşayabilmek olanaklımıdır? An’ı katlederek, yarına sahip mi çıkmış oluyoruz?

Sürekli yarını kurgulayarak, bu günü kaçırıyoruz aslında. Yarın hayaldir, güzel bir hayal. Umutlarımızı yatırdığımız, beklentilerimizi yeşerttiğimiz, bir daha gelmeyecek bu günü yaşattığımız insanı mutlu eden bir düş. Her hayal gibi güzel üzerine kurgulu. Olanca hoyratlığımızla hırpaladığımız an’ı mahkum ettiğimiz yarın…

An, acıdır. Yarın ise güzelin saklandığı yerdir. Yarın an’laşınca aynı güzellikte mi kalacak, bunu bilmiyoruz. Beklide bilmediğimiz için yarına umut yatırıyoruz. Yarın belki an’dan daha acı verici olacaktır. Belki yarında da hep an’ları arayacağız…

Bu günden kurtulabilmek için yarına sığınıyoruz, rüyalarımıza sığınır gibi. Egemen olamadığımız bu günü reddederek, tamamıyla bizim kurgumuzda olan yarını sahipleniyoruz. Yarın tamamen bizimdir. Biz yarınları istediğimiz gibi, sınırsızca düşleyebiliriz. Bu gün sizin, yarın benim…

Kahrolsun YARIN, yaşasın AN…

Anları öldürüyoruz.
Yaşam yutuyor bizi…
Nefret kazıyoruz sokaklardan..
Ölümü yokluyoruz, soluk aralarımızda…
Hep bir sevinç kıpırtısı arıyor yüreğimiz.
Bir yarın kalıyor elimizde, birde belkiler..
Seni düşleyerek, seni kaçırıyorum. Umudu düşleyerek, yaşamı kaçırıyorum. Yarın diyerek, tenimden sıcaklığını kaçırıyorum.Ben diyerek sevgiyi kaçırıyorum…
Kendimi unutuyorum. Düşlerime sakladığım kokunu, yarına bırakmadan, an da soluyorum. Gözlerim yeniden parlıyor. Yüreğim kıpır,kıpır. Artık bir sen varsın, birde seninle geçen anlar.

Yarını bu günden tükettim. Umudu hırpalayıp, bir tarafa attım. Özlemlerimi yanıma alıp, fırladım sokağa. Çıldırasıya bağırıyorum;

Kahrolsun YARIN, Yaşasın AN!


14 Mayıs 2010 Cuma

MERHABA DEDİM,KENDİME.

Çokça zamandır kendime merhaba diyemedim. Selam verip, iç dönmedim. Kendime yönelip, ben ile uğraşmadım…. Canım çok yandığı için olmalı, uzun süreden sonra ilk kez kendime merhaba dedim…

Kendimle hep uğraştım. Yaşamın iniş çıkışlarında hep kendimi sorguladım. Acı çektiğim anlar, canımın çok yandığı anlar, kendimden intikam alır gibi, hırpalıyorum kendimi. Özellikle son iki yıldır, yapıp etmelerimle, ilişkilerimle, tarzımla ve özensizliğimle çok yetersiz kaldığımı düşünüyorum. Yeterince ben olamadım. Veya ben olma noktasında yeterince özenli davranmadım. Bir boş vermişlik, bir umursamazlık, bu kabulleniş genel olarak belirgin oldu.
Her şeyi düşünüyor olma noktasında kendimle övünen ben, son yıllarda düşüncesizce, üzerine kafa yormadan pek çok şey yapmışım. Bu konuda kendime fazladan güvenmişim. Ve yanılmışım… Yanlış ilişkiler kurup, yanlış insanları yaşamıma sokmuşum. Yanlış insanlara sırt dönmüşüm, güvenmişim. Yanlış insanlarla yanlış yaparak, pek çok insanı üzmüşüm. Bunu fark ettiğimde pek çok yanlışın içindeydim.

İnsan…
İnsanı hep gözettiğimi düşünürken, özensizliğimle kimi insanları çok çok üzdüğümü, kırdığımı görüyorum.Ama kesinlikle böyle bir şey yapayım diye yapmadım. Üzeceğimi bilseydim kesinlikle pek çok şeyi yapmazdım… Düşünemedim. Bu anlamda yetersiz kaldım…

Güven, benim yaşamımda hep önemli olmuştur. İnsanı yaşama bağlayan şeyin, güvendiği insanlar olduğunu, dostları olduğuna hep inanmışımdır. Yakınımdaki insanlara hep inanmış ve güvenmişimdir. Ama bir güven yıkıldı mıydı; kolayca toparlayamıyorum kendimi… Savaşın orta yerinde, düşmanla göğüs göğüse çarpışırken, arkadan hançerlenmiş gibi hissediyorum kendimi. Gardım düşüyor, kendime güvenim yıkılıyor. Bir anlamda her şey anlamsız geliyor. İçime kapanıp, kendime küsüyorum. Hayalet gibi günlük yaşamı atlatırken, değer verdiğim her şeyden kopuyorum.

Neden bunu yapar ki insanlar, neden dik durmazlar, neden net olmazlar, neden her taraflarını oynatırlar, neden kompleksli olurlar ki. Bir insanı yıkmak, insanı nasıl mutlu eder ki. Hiç anlam veremiyorum. Yetersiz insan refleksi diyorum, ama kavram yetersiz kalıyor.

Boğuşuyorum. Önce kendimle, sonra doğru bildiklerimle. Her şey yanlışa varıyor. Sevmeyi bilmiyorum, belki ondandır. Kendimizden başlayarak, insanı sevmediğimi düşünüyorum. Sevdiğimizi sandıklarımıza da acı çektiriyoruz. Sevgiyi katlediyoruz. Yaralarımız kanamıyor artık. Acı heybetini kaybediyor. Yüreğimiz yüreksizleşiyor. Ve biz, biz olmaktan çıkıyoruz.

Yaşama altın vuruş yapmak istiyorum… Nasıl yaparım bilmiyorum ama bunu kesinlikle yapmalıyım. Tüm becerimi ve bilgimi kullanıp, yaşamın altın vuruşunu bulmalıyım. Ve alt etmeliyim yaşamı…

Yaşamıma bir biçimde bulaşmış her insandan, kendimden uzaklaştığım için, özür dilemem gerektiğini düşünüyorum. Kendim bildikleri için bana bulaşanlardan başlayarak. Neyi değiştirir bilmiyorum ama denemem gerek…

Ve kendime söz vermeliyim, kendim olacağıma…. Özen gösterip, insanı gözeteceğime. Hiç kimse özen göstermez ise göstermesin, kimse insanı gözetmez ise gözetmesin, ben gözeteceğim. Çevremde ki insanları gözettiğim ve özen gösterdiğim anlamda ben, ben olacağım…
Ben, yeni baştan ben olmakta, kararlıyım…

11 Mayıs 2010 Salı

BİZLEŞECEĞİZ....

Bir türküye başlar gibi…
Koşarken yavaşlar gibi,
Düşen arkadaşlar gibi…
Sessiz sitemsiz…

Bensiz sensiz..
Kimliksiz onursuz..
Yaşamsız..
Değersiz..

Adam gibi olmak zor bir şey..
Bedelli ve ağır..
Kaldırmak zor..
Zorlanıyorum…

Dik durmak, adam gibi durmak…
Yıkılmadan,
Güneşe meydan okur gibi,
Rüzgara göğüs döner gibi…
Ölümü yok sayar gibi..
Sen gibi,
Ben gibi.
Yaşam gibi..
Adam gibi..

Ben, ben gibi olacağım.
Sende ben gibi olduğunda,
Bende sen gibi olacağım..
Yaşamı sahiplenip, dirsek döneceğim..

Bizleşeceğiz….

24 Nisan 2010 Cumartesi

YALNIZ TAŞ, DUVAR OLMAZ!



Her doğru kendi koşullarında doğrudur. Sonsuz doğru yoktur. Koşullar gerektirdiği için doğru olan şeyler vardır. Doğruları var eden koşullar değiştiğinde, doğrularda değişmek zorundadır. Bu kaçınılmaz bir yasadır. Hiçbir şeyin sebepsiz olmaması gibi… Her yaşanan şeyin, kendi içinden veya dışından mutlaka bir sebebi, onu var edeni vardır. Durup dururken veya olayım bari diye hiçbir şey olmuyor. Yaşama bakarken, sorgularken, doğrularımızı yeni baştan gözden geçirirken bu kaçınılmazlıkları kesinlikle dikkate almalıyız. Eğer gerçekten doğru noktalara ulaşmak istiyorsak, gerçekten yaşadığımız veya yaşamda karşılaştığımız kimi şeylerin nedenlerini doğru süzgeçlerden geçirerek öğrenmek istiyorsak, bunu yapmalıyız. Aksi halde yalnızca kendimizi kandırırız. Kendimizi kandırmanın da, başkalarını kandırmanın ilk adımı olduğunu düşünürsek, dürüst davranmıyoruz demektir.


Siyasi doğrularımızda kendi özgün koşullarında doğru idiler. Koşullar varlığını sürdürdüğü sürece doğru kalabilirler ancak. Aksi halde kendilerini var eden koşullar kalmadığı için, artık yanlıştırlar. Onlarca yıla yayılan, yaşama meydan okuyan doğrular kavramı, kulağa hoş gelse de, bu çok olası değildir. Koşullar değişecek ama doğrular değişmeyecek. Dünya değişecek ama bizim tespitlerimiz değişmeyecek. İnsan değişecek, insanın algılama durumu değişecek ancak bizim doğrularımız değişmeyecek. Biz hala istikrarlı bir biçimde eski doğrularımıza sımsıkı sarılıp, kararlılık örneği göstereceğiz. Dünü, bu günde gözü kapalı bir şekilde var etmeye, savunmaya devam edeceğiz. Sonrada bunun adına siyasal tutarlılık diyeceğiz.


Yaşamın her eksenini belirleyen koşullar, siyasal doğrularımız da kaçınılmaz olarak belirleyecek, yenileştirecek ve değişen koşullara uyarlayacaktır. Aksi halde doğrudan yana değil geleneksel olandan, yeniden değil eskiden yana olmak gibi bir tutuculuk içinde oluruz ki, bunun da dinsel motiflere inanmadan farkı kalmaz. İnanmak için bilgiye, değişen koşulların gerekliliğine vb. ihtiyacımız yoktur. Ancak bilme gibi bir derdimiz varsa, doğru diye bir derdimiz varsa veya başarmak istiyorsak, değişen koşulların gerekliliklerini çok sağlıklı bir biçimde yakalayıp, yenide var etmekten kaçınmamalıyız.


1980’li yılların gereklilikleri silahlı mücadeleyi ve buna uygun olarak da illegal örgütlenmeyi gerekli kılmıştı. Devrimci mücadele, bu genç döneminde hızla yeraltında örgütlenerek sisteme karşı şiddet içeren bir eylemlilikle biçimlendi. Şiddet, devrimci mücadelenin vazgeçilmezi olarak bütün bir süreci belirledi. Devrimci şiddetin yükselişi, karşıtının şiddeti tarafından bastırılarak, etkisizleştirildi. 12Eylül askeri darbesi ile devlet şiddetinin tamamen belirleyici olduğu bir süreç, yaşamı belirler oldu. Devletin baskın şiddetiyle silahlı devrimci yapılar askeri olarak dağıtılırken, ideolojik olarak da bir enjeksiyon süreci bütün argümanlarıyla sürdürüldü. 1990’lı yıllara gelindiğinde, bu ideolojik enjeksiyonların biçimlendirdiği yeni bir kuşak ve yeni bir Türkiye vardı, artık. İnsanlar değişmiş, koşullar değişmiş, sitemin temel yönelimleri değişmiş, ekonomik biçimleniş önemli ölçüde değişmiş ve teknolojik gelişim bir bütün olarak yaşamı etkiler olmuştu. 12 Eylül 1980 darbesinin fiili ağırlığı önemli ölçüde kaybolmuş, yeni bir süreç ekonomik ve siyasal anlamda Türkiye de yaşanır olmuştu.


1980’li yıllarda bizi ve doğrularımızı var eden koşullar tamamen değişmiş ve yeni bir süreç ülkede egemen olmuştu. Yeni sürecin yeni doğruları vardı. Yeni tarzı, yeni gereklilikleri ve yeni insanları vardı. Artık yeni doğrularımız olmalıydı. Tarihle hesaplaşmamızı bitirip yeni süreci ve gerekliliklerini yakalamak için adımlar atmalıydık. Bu ülke bizimdi ve bu ülke için herkesten daha çok bedeller ödemiştik. Bayrağı bırakıp, saha dışına çıkamazdık. Sahada olmalıydık, yeniden bu ülkenin geleceğine sahip çıkacak doğrularımızla yaşamı belirliyor durumda olmalıydık.


Doğru seslendirmek ilk adımlarda oldukça zordur. Cesaret ve özgüven ister. Hele ki, dünün doğruları uğruna yaşamlar verilmiş, ömürler tüketilmiş ise, yeniyi seslendirmek çok daha zor ve yıpratıcı olacaktır. Duygusallığımızla, yaşamın doğruları çatışacak ve sonucu bizim ilkeselliğimiz belirleyecektir. Duygusallık bize kaybettirecektir. Yaşamı duygular değil doğrular ancak değiştirebilir.


1990’lı yıllarda başlayan yeni süreçte devrimci mücadele yerini demokrasi mücadelesine bırakmış ve kendi argümanlarını dayatmıştır. Direnmek, kaybetmektir. Koşulların realitesini yok saymaktır. Duygusal davranıp, devrim türkülerinin yanık tınısına, geleceğimizi bırakmaktır. Bir anlamda sürecin dışına çıkmaktır. Diğer bir anlamda, süreçte var gibi davranıp, dışarıda kalmaktır.


Kuşkusuz bir değişime adapte olmak, gerekliliğini kabullenmek ve bunu yaşanan tarihsel süreçle bütünleştirmek oldukça zor bir iştir. Zoru başarmak için öncelikle kendimize karşı dürüst olup, doğruları olanca çıplaklığıyla görmemiz gerekmektedir. Aynada görünen şeyin kendi gerçekliğimiz olduğundan emin olamadan, hiçbir şeyi başarma şansımız yoktur. Bir yalana kendimizi ve çevremizi inandırmaya çalışmak gibi bir şeydir bu ve yaşamda karşılığı yoktur. Her yalan veya doğru olmayan gibi, bir süre sonra tıkanmaya, bel vermeye ve darmadağın olmaya mahkûmdur.


Koşullar değiştiğinde, koşulların yarattığı yapılarda değişmek zorundadır. Her koşul kendine uygun yapıları yaratır. Koşulların ötesinden yapıları dayatmak, siyasal olarak bir iddiadan öte duygusal bir yaklaşım olacaktır. Her yapının, örgütlenmenin, duygusal bir bağda yaratması çok doğal bir şeydir. Oluşturulup emek verilerek biçimlendirilen, her adımı anılarla dolu olan, bir çocuk gibi itina ile geliştirilen yapılara karşı duygusal bir his taşımak elbette ki doğal olacaktır. Ancak tün duygusallığımızı bir yana bırakıp, yaşamda yeniden var olabilmek için kendimizi biçimlendirmeliyiz. Eskiyi yenide var etmenin, bir anlamıyla yenileştirmenin yöntemlerini bulmalıyız. Eski ile yani tarihle hesaplaşmamızı yapıp, yenide eskiden dersle alıp, yaşamı yakalamalıyız.


1990 yılı bu değişimiz miladıdır. Yaşam artık farkı akmaktadır. Gereklilikleri farklıdır. Sorunları, ihtiyaçları, dayatmaları, insanları ve insan talepleri tamamen farklılaşmıştır. Bu farklılaşmayı görüp, buna göre davranmak durumundayız. Aksi halde kendimizi kandırıyoruzdur. Bunun başka bir adı yoktur.


Tarih ile hesaplaşmamızı bitirip, yenide yan yana gelmeli ve yaşama yeniden sahip çıkmanın biçimlerini yaratmalıyız. Bunu yaparken de duygusallığımızı bir tarafa bırakıp, koşulların gerekliliklerini dikkate almalıyız. Yaşamı olanca gerçekliğiyle yeniden yakalamalıyız. Bu bizim tarihsel sorumluluğumuz.

Kaçarı yok.
Biraz cesaret, biraz umut…
Gerisi gelir…

Ö.ÖDEMİŞ

12 Nisan 2010 Pazartesi

NERDEN BAKSAN ÖZENSİZLİK!


Özen…
Özen göstermek.
Yaşama ve insanlara özen göstermek. İnsana özen göstermek, insan ilişkilerine ve ilişkilerde ortaya çıkan değerlere özen göstermek…
Her şey özensizlikte ortaya çıkıyor. Yanlışlar, hatalar, insan harcamaları, harcanmalar. Yaşamda karşımıza çıkan hemen her olumsuzluk, özensizlikten kaynaklanıyor gibi… Gerekli özeni, hak edilen özeni göstermediğimizde, sonuçlar hep olumsuz oluyor. Yaşamın her alanı için bu büyük bir sorun… İşte, evde, sokakta veya siyasette… Çok zor olmayan ancak genellikle es geçtiğimiz, üzerinde bir parça düşünsek asla hata yapmayacağımız böylesi bir konuda, hep yetersiz kalıyoruz… Yetersizliğimiz bütün bir yaşamımızı etkiliyor. Ancak biz yinede pek oralı olmuyoruz… Fark etmiyoruz,edemiyoruz…

Siyasetin objesi insandır. Bunu biliriz ama yine de insana özen göstermeyiz. İnsanı, gereklilik anlamında obje yaparız. Odaklaştırırız ama hak ettiği özeni o insana gösteremeyiz. Birey olarak insan gözetilmeden, insanı merkezine oturtmuş bir siyasetin başarılı olma şansı var mıdır? Birey insan bu değer farklılığını mutlaka bir biçimde görecek ve kendini çekecektir. Solda genel bir sorundur. Hareketinin her noktasına insanı koyan Sol, birey insana karşıda bir o kadar özensiz davranır. Kimi zamanlar bir adım daha öteye gidip, insan öğüteni de ortaya çıkar. İnsan tüketerek bir adım ileriye gitmek, kesinlikle mümkün değildir. İnsan yaşamın objesi ise, her eylemde ona dönmek gereklidir. En azından her adımda özen göstermek gerek. Diğer anlamlarda başarılı olmak, kazanmak, insana dönük erdemli olmak olası değil. Bunu bir yerlere kalın hatlarla yazmamız gerek. Solun tarihi bu özensizlik sonucu yaşadığı travmalarla doludur. İnsanı kendinden kaçıran solun, yaşamda egemen olmasını beklemek, en iyi niyetli tanımlama ile safdilliktir.

Günlük yaşamımızda da bundan farklımıdır durum? Özensizliklerden yaşadığımız mutsuzluklarımız az mıdır? Hemen her adımda yaşadığımız bireysel sorunlarımız bu özensizliklerimizden kaynaklanır. İnsan üzerine biraz özen, biraz çaba biz çok şey kazandıracaktır. Yaşamın her alanında bu farkı hemen görmemiz mümkün… İnsanı sevmeyen, insan ile yaşamı paylaşma yönünde çaba göstermeyen, insan ilişkilerinde özensiz olan insanın, mutlu olma şansı yoktur. Tabi ki mutlu olmayı bilen ve fark edenler için bu böyledir. Mutluluğun ne olduğunu bilmeyen, bunu far edemeyen, kendi kaosunda yaşayan insanların, insan diye bir kaygı taşıması zaten söz konusu olamaz. Sözümüz bunu bilenlere, fark edenlere. Farkında olarak yaşama kararlılığında olanlara.

Diğerleri mi?

Onlar için söze ne gerek var. Onlar, var oluşlarıyla sözün ötesine geçmişlerdir. Sözü tüketmiş, insanı tüketmiş, kendilerini tüketmişlerdir.

Bizden uzaklardır.

9 Nisan 2010 Cuma

PAŞALAR EYLEME!..

Eski askerler kendi 12 eylüllerini yaşıyorlar gibi…. Üniformalı, üniformasız, onlarca asker komutan ansızın bir gece evlerinden veya karargâhlarından alınıp, içeriye atılıyorlar. Her gün yeni iddialar ortaya çıkıyor. Askerler şaşkın. Cezaevlerinde Asker koğuşları açılıyor. Voltada emir komuta ortadan kalkıyor. Kısa kesik adımlar atan komutanlar, bu işin nereye varacağını kestiremiyorlar. Bir bırakılıp bir alınıyorlar. Rahat uykuyu unuttular. Sıra bekler gibi ordu evlerinde sessizce oturuyorlar. Artık özgür değiller.

İçlerinden itirafçılar, köstebekler, işbirlikçiler çıkıyor. Belgeler bavul bavul… Kozmik oda yolgeçen hanı. Heybet ayaklar altında. Beceriksizlik diz boyu. Yaşlı - genç, hasta-dinç her kademeden askerler soruşturma kıskacında, ne yapacaklarını bilmez bir şekilde, kıvranıp duruyorlar. Telaş kışlalarda…

Ayışığı, Sarıkız, Balyoz… Becerilememiş darbe senaryoları, orta yerde. Gün geçmiyor ki, bir beceriksizlik daha ortaya çıkmasın… Askerlerin, onlarca yıldır en başarılı oldukları bir alanda, -darbe yapmada- başarısız yığınca senaryo, ayaklarına dolanıp duruyor. Emir komuta darmadağın.

Tecrübesizler. Böylesi koşullarda nasıl tavır almaları gerektiğini bilmiyorlar. Eğitimleri yetersiz kalıyor. Tıpkı 12 Eylülün ilk dönemlerinde, sokaklardan kışlalara alınıp, işkence yapılan devrimciler gibi… Şoktalar… Devrimciler, 12 Eylül sağanağını kısa bir şaşkınlık sonrasında atlatmasını bildiler. Tavır alıp ayak direttiler. Açlık grevleri, ölüm oruçları, mahkeme direnişleri, baskı ve işkence direnişleriyle sürece müdahale ettiler. Can verip, ömür tükettiler. Bir biçimde kendi tabanlarına yani halka ulaşarak, seslerini duyurmaya, uğradıkları işkencelerin ve yaptırımlarının önünü almaya, yaşadıkları adaletsizlikleri gidermeye, yaşam koşullarını düzeltmeye yöneldiler. Topçu marşı, piyade marşı, komando marşı gibi ideolojik enjeksiyonları, direnişle kırdılar ve ayakta kaldılar. Mahkemelerde bayrak açtılar. Siyasal savunmalar yapıp, kendilerini ve eylemlerini, nedenleriyle anlattılar. 12 Eylül askeri mahkemelerinin yılları aşan kâbusunu böyle yendiler…

Ya askerler…
Bence devrimciler gibi direnmeliler. Devrimcilerin direnişlerinden aldıkları derslerle, bu gün kendilerine karşı olanlara ayak diretmeliler. Bir eylem, bir duruş, bir tavır Ergenekonu ters düz edip, bu karmaşaya son verebilir. Hazır tabanları ayaktayken, hazır sırada bekleyenler telaşla ordu evlerinde iken, bir an önce adım atmalılar… Karşıtının eylemi de bazen işe yarayabilir. Denemek gerek…
Ben desteğe varım. Elde var bir… Arkası gelir… Koca kitle…

Biraz cesaret… Biraz tavır, biraz strateji…

31 Mart 2010 Çarşamba

Özgürüm!...

Yine buradayım...
Yanımda olan ve beni yanlız bırakmayan tüm dostlara teşekkürler. Yaşam paylaşıldıkça güzelleşir. Biz paylaştıkça büyürüz. Biz, biz oluruz...
oner.odemis@hotmail.com mail adresim ile masenger girşim, kapandı. Yeni bir mail adresi edineceğim en kısa sürede ve dostlarımla bir biçimde paylaşacağım. Aynı zamanda telefonlarım ve telefon numaralarım tamamen gitti. Hiç kimseye ulaşamıyorum... Tüm dostlara bir biçimde ulaşmaya çalışıyorum...
Yine birlikteyiz....

25 Mart 2010 Perşembe

YAŞAM BİZİ YENDİ!

Yaşam çok hızlı akıyor. Çoğu zaman yakalamakta güçlük çekiyoruz. Kimi zaman ise verdiğimiz kararlar yaşamın devinimi karşısında yetersiz kalabiliyor. İçinde yaşadığımız koşulları dikkate alarak olaylar karşısında duruş belirliyoruz. Köşeler çizip davranış kalıpları oluşturuyoruz. O an için, yaptıklarımız bize doğru gibi geliyor. Geçekte de, doğrudur. Ama bir süre sonra öyle bir zaman geliyor ki, çizdiğimiz çerçeveler, yaptığımız tanımlar, oluşturduğumuz kalıplar, süreci dolduramıyor. Bir eksiklik, bir yetersizlik olanca sancısıyla kendisini dayatıyor.

Bu değişime direniyoruz ilk başlarda. Önceki belirlemelerimize sadık kalmaya, daha değişim için uygun zemin olmadığını düşünmeye yöneliyoruz. Tutarlı olmak kendisini dayatıyor. Tutarlı olmak gerek ve ilk adımda hemen duruşu değiştirmemek gerek… Ama yaşam ayak diretiyor. Kendi kalıplarımız dar gelmeye, bizi boğmaya başlıyor. Yeni baştan her şeyi düşünmeye, yaşananları tartmaya koyuluyoruz. Sorgu üstüne sorgu yapıyoruz. İşin kolayına kaçmadan yeni baştan her şeyi didikliyoruz. Yaşama karşı kararlarımızın direnemediğini görüyoruz kimi zaman. Bazen ise biz direnememişizdir, yaşam karşısında.

Her iki sonuçta da, değişmesi gereken bir şeylerin olduğu ortaya çıkar. Ya kendimizi yada kararlarımızı değiştireceğiz. Artık arada başka çıkar yok kalmamıştır.

Özellikle insan ilişkilerinde böylesi kararsızlıklar yaşarız. Aldatılmak, yanıltılmak, harcanmak bizi kırar. Bunu biliriz ve fırsat vermemek için çaba gösteririz. Ama hep yeni baştan bunlara düşeriz. Yanıltılırız, kandırılır ve harcanırız. Öfke duyarız, tepki gösteririz kendi kendimize. Özensizliğimize ve dikkatsizliğimize kızarız. Hele de çok güvendiğimiz insanlardan gelirse bu tavır, çok daha yıpratıcı olur bizim için. En zayıf yerimizden hançerlenmiş gibi hissederiz kendimizi. Güvendiğimiz için zayıfladığımızı düşünürüz. Dikkati bırakmış, gardımızı gevşetmişizdir.

İşte böylesi dönemlerde, daha önce verdiğimiz kararlarımızı, ilke olarak kabul ettiğimiz doğrularımızı sorgulamaya başlarız. Yaşama karşı yenilmişlerdir. Diğer bir ifade ile yaşam, bizim kararlarımızı, doğrularımızı yenmiştir. Omuzlarım çökmüş halimizle, öfkemizi denetlemeye çalışırız. Yüreğimizin derinliklerine hançer gibi bir sızı saplanır. Döner dururuz, anlamsızca. Küfrederiz aklımıza gelen her şeye. Laneti kavramlara sığdıramayız. Taşıdığımızı sandığımız değerler, lime lime olur, dökülür. İnsanı ve insanın insan olarak taşıdığı değerleri sorgularız,işin içine kendimizi de çekerek. Savaşın orta yerinde silahını kaybetmiş asker telaşıyla savrulup dururuz, anlamsız alanlara.

Böylesi zamanlarda sorgulanır, yaşamlar. İlkeler, doğrular. Her şey toz duman içerisinde kalır. Önemli olan böylesi dönemlerde, kendini olayların dışına çıkartarak, bakabilmektir. Zor bir iştir ama başkaca da sağlıklı bir duruş belirleme olanağı yoktur. Sakinleşilemez, kişiler ve yaşanılanlar birbirlerinden ayrıştırılamaz…

İnsan harcayan kişi aslında kendinden tüketiyordur. Harcadığı değer, kendi değeridir. Farkında olmadan, kendi taşıdığı kimi şeylerden vazgeçiyordur aslında. Bir süre sonra, tümüyle değerlerini kaybetmiş olarak çırılçıplak kalacaktır. Yoksunlaşacak ve yoksullaşacaktır. Kendisine yönelen öfkelere zaman bırakmayacaktır, kendi kulvarında tükenip giderken.

Ben deniz yıldızlarını tek tek yeniden denize atmaya devam ederken, o, seyredemeyecektir bile. Algısı yitik, değerleri paramparça olarak sindiği kovuğunda, olanca zavallılığı ile başbaşa kalakalacaktır.

Silkinip yaşama yeni baştan dönmek gerek. Yarım kalmış günü ve tüketilmiş aşkları yarına ertelemeden, bu güne sarılmak gerek. Umudu öfkesinden ayırıp, güneşin önüne koymak gerek. Adam gibi yaşamak gerek…
Zoru başarmak gerek…

21 Mart 2010 Pazar

ESKİ, ANCAK ESKİSİ KADAR YENİ OLABİLİR!


Yaşamımızı alışkanlıklarımız yönetiyor. Bir türlü değiştirme cesareti gösteremediğimiz alışkanlıklarımız. Bağımlılık haline gelmiş, korkularımız…

Yeniye yatkın olmayan eskinin kolaylığına, bilindikliğine alışmış, yeninin nasıl olacağını bir türlü kestiremeyen insanlarız. Yeni devrimcidir, biliriz ama yine de uzak dururuz. Çünkü yeni de bilinmezlik çoktur. Ne kadarını biliyorsak, en az o kadarını da bilmiyoruzdur. Çoğu zaman, bildiklerimizi değil, bilmediklerimizi baz alırız. Oysa bilinenler, bilinmeyenlerden daha nettir, somuttur. Ve üzerine çok daha kesin şeyler söylenebilir durumdadır. Yine de tüm bilinenleri unuturuz.

Yeni bir ev bile eski olan evimizin üzerine kurguladığımız için bize ilk adımda itici gelir. Veya yeni bir araba, yeni bir arkadaş, yeni bir sevgili veya yeni bir eş… Hepsinde de kaygı, eskisinden çok daha fazladır. Eski eşi çoğu kişi için, ne kadar uyumsuz olursa olsun, bilindik olduğu için daha rahat olunandır ve değişiklik her zaman risk taşır. Yeni, alışılmadık olduğu için korkutur, ürkütür. Oysa yeni olan gerçekten yeni olacaktır ve yaşamı bütün olarak değiştirerek, değişikliği gerektiren tüm zorunlulukları ortadan kaldıracaktır.

Her değişiklik bir ihtiyaçtan doğar. Bu anlamıyla bir zorunluluktur. Eskide ısrar yani değiştirmeye karşı direnç, aslında yeniyi gerektiren koşullara karşı bir dirençtir. Her yeni, eski olanın yeniliğini koruyamadığı için, kendisine duyulan ihtiyacı artık karşılayamadığı için var olur. Yeninin ihtiyaç olarak ortaya çıktığı koşullarda, yerine var olduğu şey, artık var olma olanağını yitirmiş olan şeydir. Ki yeni, bundan dolayı kendini koyabilme koşulu elde etmiştir.

Yeni gelişen şey, yaşamın pratiğinde kendini dayatıyorsa ve içinden çıkıp geldiği koşul ve ilişkileri eski halinden öteye dönüştürmüş ise eski de direnmek artık anlamsızdır.

Eskiyen şey, tarihe ve zamana karşı direnme gücünü yitirmiş, günü yakalayamamış, geleceğe dönük umudu tüketmiş demektir. Revizyonların eskiye kalıcı bir yararı olmaz. Yalnızca eskiyi revize edenlerin kendilerini bir süre mutlu etmelerini sağlar. Eski, eskide kaldığı gibi güzeldir. Kendini var eden, denk düştüğü dönemin koşullarında, yeni olarak veya işlevleriyle var olduğu dönemde güzeldir. Eskileri yan yana getirerek, tek bir yeni oluşturmanın hiçbir olanağı yoktur.

Her yeni olan şeyde, zamanla sıradanlaşıp, alışkanlık haline gelebilme potansiyelini, daha yeni olarak var olmaya başladığı anda, kendi içinde barındırmaya başlar. Yeni, yeni olmaya başladığında, aslında eski olmaya da başlamıştır.

Yeniden korkmamak gerek. Bence korkulması gereken eski olandır. Her şeyini tüketmiş, verebileceği hiçbir şeyi kalmamış olandır. Hareketin olmadığı yerde çürüme vardır. Her hareket, yeniyi içerir. Yeniye direnenler, bilmeden çürümeye gidiyorlar demektir. Direnmek bu noktada, olumlu bir erdem olmaktan çıkıp, olumsuzluğun itici gücü halini alıyor. Bu anlamıyla direnmek diye çıktığımız yolda, teslim olmuş oluyoruz.

Her şey gibi eski ve yeni de, direnmek ve teslim olmakta, yaşam ve ölüm gibi, karşıtını ve varlık nedenini içinde taşıyor.

O zaman diyorum ki, cesaretle alışkanlıklarımızdan arınıp, yeni denilen bilinmeze kendimizi bırakalım. Olanca heyecanımızla yarını bu günden yakalayıp,, yaşamın önüne geçmekte, tereddüt etmeyelim.

Bilemeyiz ki, belki de mutluluk orada gizlidir…

18 Mart 2010 Perşembe

KENDİMDE KAYBOLUYORUM!

Gecenin karanlığı yüreğime çöküyor. Yüreğime çöken karanlık değil de bütün bir yaşam sanki. Gün yıkılıyor… Ezilip kalıyorum altında. Umutlarımı, özlemlerimi dürüp yarına bırakıyorum. Yarın ulaşılmaz artık. Bu günde tükenip gidiyor…. Bambaşka günler arıyorum, kendimden başlayarak, her şeyi değiştirebilecek…

Silkelendim. Kuş gibi hafifim. Kendimle başbaşayım. Kendime dönüp, dünü bir tarafa bırakıp, bu günü yeni baştan yakalamaya çalışıyorum. Sızılar var yüreğimde, yaralar. Düne ait. Yaralarımı sarıp, sızılarımı dindireceğim. Dünü bir bütün olarak aşacağım. Duvarlar öreceğim kendime, sımsıkı duvarlar. Bir daha asla yaralanmayacağım…


Hiçlikte var olmak mümkün mü?

Hiçlik..
Hiç olmak…
Hiçleşmek..

Yetememek. Kendine, doğrularına, zamana ve yaşama yetememek. Hiçlik bu olsa gerek. Kaybolup gitmek. İddiasız kalmak.. Direnememek. Sonuçta da teslim olmak. Yaşamın önüne düşmek, sürüklenmek…
Bir insanın kendisine yapabileceği en ağır hakaret bence hiçleştiğini kabul etmesidir. Direncini kaybetmesidir.

Geceye dönüyorum, sessizliği dinleyerek, kendime ulaşmaya çalışıyorum.. Kentin ışıkları tek tek sönüyor. Ben ve koca kent yalnızlıkta buluşuyoruz.
Kent sessizleşiyor ben hüzünleniyorum.
Ne yaşamlar gizliyor diye düşünüyorum, karanlığa bürünen kentin.

Gece kendini dayatıyor.

Ben gecede kaybolup, kendimi ıssız sokakların sessizliğine bırakıyorum.

Kendimden kaçıyorum….

12 Mart 2010 Cuma

KIŞLALAR SOKAKLARDA, SOKAKLAR KIŞLALARA TAŞINIYOR!

Karanlık bir eylül.
Komut sesleri sokaklarda yankılanıyor.
Sokaklar kışlalara taşınıyor.
Tutukevleri can pazarı...


Yüzlerce, binlerce insan atılmıştı içeriye. Çağdaş Bastiller yaratıldı ülkede. Askerlik çağına yeni adım atmış genç insanlar asker-gardiyan yapılıp komutan oldular. Yeni işkence yöntemleri denenip, sistemleştirildi. İnsandı malzeme, insan bilinci ve iradesi. Yirminci yüzyılın toplama kamplarında Hitler yoktu, ancak özentileri vardı ortalıkta. Bir de Gestapolaştırılmış genç askerler.


Her şey yasaktı...
Gazete, kitap, dergi okumak yasak, radyo televizyon izlemek yasak!.. Görüşlerde esas duruşu bozmak, el kol işareti yapmak, imalı sözcükler kullanmak yasak!.. Türkçe olmayan dil ve anlaşılmayan kavramlar kullanmak yasak!.. Kısık sesle konuşmak yasak!.. Havalandırmada birden fazla kişinin yan yana gelerek volta atması yasak!.. Volta atarken elleri başıboş bırakmak, tespih, ip vs. sallamak yasak!.. Tek sayfadan fazla mektup yazmak, yazılan mektuplarda içeriden bahsetmek yasak!.. Uykuda sayıklıyor numarası ile nöbetçi komutanlara anlaşılmaz sözcükler söylemek yasak!.. Tuvaletlerde gerekli zamandan fazla kalarak, komutanların gözünden uzaklaşmaya çalışmak yasak!..


Daha pek çok anlamsız yasak, içeri atılan binlerce insana dayatılarak kurallaştırıldı. Soluklanma dışında her şey talimatnamelerde vardı. Uymak, zorunluydu!..


İdam cezası alanlar, koğuşlardan alınıp, müşahede denilen yerlere konulurdu. Buralarda önleri demir şebekelerle çevrili tek kişilik hücreler bulunurdu. İnsan burada kendini, kafese kapatılmış hayvan gibi hisseder... Gözler sürekli üzerindedir. Her hücreye bir asker gardiyan düşer. Yirmi dört saat gözetlenir idamlık insanlar... Soluklanmaları bile izlenmeye çalışılır... Olur ya, karar infaz edilmeden, kendi canına kıyar da... Hücrelerin birbirleriyle konuşması, her türlü alış verişte bulunması yasaktı!.. Askerlere, imalı, tehditkâr bakmak, özel dostluk kurmaya çalışmak da yasaktı. Komutanım dışında bir hitapta bulunan ânında cezalandırılırdı.


Kimi zaman askerler, hücrelere kafalarını uzatıp, "Dün gece sizin adamlardan iki kişi daha sallandı, yakında sıra sizde" diye dalga geçerler ve iğrenççe gülerlerdi. Böylelikle bir- kaç kişinin daha idam edildiği öğrenilirdi. Bir burukluk yaşanırdı yüreklerde. Sessiz bir öfke yayılırdı, her yana... Bir gece vakti, daha yeni düşmüşken başlar yastığa, ansızın gürültüyle açılır, bir demir kapı. Sözcüklere gerek yoktur artık. Hep, baş dik olsun istenir. Günlerce, aylarca hep kafada dolaşır durur. Cellat kapıya dayandığında ölüm kaçınılmazsa artık, onurluca olmalı. Tıpkı yaşam gibi...Yapılacak daha pek çok şey varken, ölüm düşünülür hep. Ölmesini bilmek gerek denilir. Tasarımı yoktur yarının. Yarın "yaşanılandır", artık. Beklemek... Hücreye sızan gün ışığının bir gün sonrasını beklemek...


Bir gece...
Karanlığın olanca ağırlığıyla çöktüğü bir gece, tutukevinde müthiş bir sessizlik vardı. Koridorlardan her gece yayılan hayvani bağırtılar duyulmuyordu. Askerler özenliydi. Sessizlik çöktürüldü tutukevine. Emir vardı. Bu gece infaz var.


Hücrelerin önünde kalabalık postal sesleri duyuldu. İnsanlar gün ışığını düşündüler, yeniden... Soluklanmayı kestiler, kulak verdiler koridora. Yüreklerde hüzünlü bir telaş belirdi. Postal sesleri durdu. Rütbeli bir subayın tedirgin sesi duyuldu. "Hazırlan. Dosyan onaylandı". Hep bir gün kapıya dayanacakları beklenir, ancak geldiklerinde inanmaz insan. Dünyanın pek çok yerinde insanlar, evlerinde uyurken veya gece eğlencesinden dönmeye hazırlanırken, o, ölüme gidiyordur. Ölüme nasıl hazırlanılır, bilinmez... Az sonra yaşam bitecektir. Bir daha gün ışığını göremeyecek...


Bizler gün ışığı olacağız diye geçirdi içinden. Şaşkınlığını üzerinden atıp kendini toparladı. Hücrenin daracık köşelerinde kısa voltalar attı. Düşünmeye çalıştı, ancak düşünemiyordu. Düşünecek ne kalmıştı geride? Ellerini yokladı, sonra cebine soktu. Bedenini hissetti. Başını iki yana sallayarak anlamsızca gülümsedi. İnanmıyor gibiydi olacaklara. İnanmak istemiyordu. Bir düştü bu. Güneşe geçsin düşü. Hep demez miydik bir gün güneşe geçeceğiz, güneşi zaptedeceğiz diye. İşte düş günü gelip çatmıştı.


Subayın sesi yeniden duyuldu: "Mektup yazmak istersen yaz. Tıraş olmak istersen de, bekleriz." Mektup yazmak... İlk defa rahat bir mektup yazacağım diye düşünüp, gülümsedi. Kâğıt, kalem istedi. Ama önce tıraş olmaya karar verdi. Ağzı körelmiş jileti yüzüne sürerken hiçbir şey hissetmedi. Bedeni daha şimdiden kendini terk etmiş gibiydi. Aynada kendini anlamsızca seyretti. Uzun zamandır, her aynaya bakışında saçlı halini düşünmeye çalışıyordu. Ancak bir türlü gözünün önüne getiremiyordu. Yeniden düşündü... Olmuyordu. Çam ağaçlarını düşündü, ormanları. Sonra gözünün önünde kurumuş ağaçlar belirdi. Annesi geldi aklına. "O kadın onlarca kez ölecek" diye düşündü. Gözleri doldu. Ne yazmalıydı, nasıl anlatmalıydı durumu, bilemiyordu. Hiçbir zaman anlamayacaktı. Anlamak istemeyecekti. Bunu biliyordu. Kısa bir şeyler yazmalıyım diye geçirdi içinden. Mektubu hazırladı, altına da, "üzülmeyin, ben isteğimce yaşadım" demeyi ihmal etmedi.


Hazırdı. Artık hücreden çıkabilirdi. Diğer hücrede yatan arkadaşlarla vedalaşmak istedi. “Olmaz,” dedi subay. Slogan atmaya başladı. "Kahrolsun.........". Askerler atlayıp ağzını kapattılar. Karanlık duvarların arasında ilk kez bir karşı koyuş sloganlaşmıştı. Sürükleyerek koridora çıkarttılar. Koridorda sürüklenirken, yankılanan slogan seslerini duydu. Yüreği gülümsedi. Öfke dolu haykırışlar, duvarları titretiyordu. Askerlerin renkleri soldu. Gözlerine korku girdi. "Sorarız onlara," dediler.


On kadar askerin arasında tek başına yürüyordu. Ellerini bırakmışlar, etrafını çepeçevre sarmışlardı. Ansızın, birdenbire ölmek çok daha iyi diye düşündü. Hemencecik, fotoğraf çektirirken patlayan flaş gibi... Hemen... Sonuçta hepsi bir değil miydi? Ne fark ederdi, şöyle ya da böyle olması...


İdare binasının koridorunda, tutukevi müdürü yüzbaşı göründü. Ellerini arkasında birleştirmiş onu bekliyordu. İnce bir tebessüm vardı yüzünde. Sivil hiç kimseyi göremedi. Oysa avukatı bulunmalıydı.

"Avukatım nerede?" diye sordu, dik dik titreyen sesiyle.
"Gelmek istemedi. Belgeleri siz hazırlayın ben imzalarım," dedi.


Namussuz herif, gelmeye bile korkmuş diye geçirdi içinden.

Bir sandalye verdiler, oturdu. Son isteğini sordular. “Bir bardak çay ve sigara,” dedi. Getirdiler. Mektuplarını yüzbaşıya uzattı. "Size güvenmiyorum, ama vermek zorundayım," dedi. Yüzbaşı, "Siz kimseye güvenmezsiniz zaten," diyerek sırıttı ve mektupları aldı. Sonra uzun bir konuşmaya hazırlanır gibi derinden bir nefes aldı.

"Hiç pişmanlık duymuyor musun? Bak yaşamın gidecek. Değer mi ha?..”

Pişman mıydı? Bunu hiç düşünmemişti. Kuşkusuz yapmak isteyip de yapamadığı pek çok şey vardı. Ama yaptıkları da istedikleriydi. İnanarak yapmıştı.

"Sen kendi işine bak yüzbaşı, cellatsın, cellatlığını yap".

"Oysa önünde uzun bir yaşam vardı. Daha gençsin, evlenip çocuk sahibi olabilirdin. Allah bilir hâlâ bakirsindir ha?.. Hiç, bir kadınla yattın mı? İster misin, bir tane getireyim?"

"Sizler yalnızca bacak aranızı düşünürsünüz. Yaşama hep oradan bakarsınız..."

"Sen o güzelliği bir yaşasaydın...”

"Sen yaşa, boş ver".

"Bak sana ne göstereceğim. Elimdeki belge Genelkurmaydan geldi. Bir karar almışlar. Yaptıklarımdan pişmanım der bize yardımcı olursan, infazı engelleyebilirim. Buna yetkiliyim. Bir pişmanlık belgesi hazırlayacağız, sen imzalayacaksın, infazı hemen durduracağım... Anlaştık mı?”

Kendisini ölüme öylesine hazırlamıştı ki, böyle bir şeyi hiç beklemiyordu. Ne yanıt vereceğini şaşırdı. Yutkundu. "Onuruma karşılık yaşamım" diye düşündü.

"Hayır yüzbaşı, olmaz, öyle yaşamak istemiyorum..."

"Sen bilirsin. Ben bana gelen emri yerine getirdim. Görevimi yaptım. Biz seni yalnız bırakalım, iyice düşün. Kararından vazgeçtiğin zaman seslen yeter. Hemen durdururum infazı, tamam mı?”


Yanıt vermedi. Odada tek başına kaldı. Elleri arkasından kelepçeliydi. Adımladı. Ayaklarına yüklenen ağırlığını duydu. Sonra ağzında kalan sigara tadını hissetti. Canı sigara istedi. Önce askere seslenmeyi düşündü. Ama sonra vazgeçti. Benim için geride kalmış bir güzellik sadece dedi. O kadar çok güzelliği bırakmıştı ki geride... Pek çoğunu duyumsayarak yaşayamamıştı bile. Farkına varamadıkları da vardı kuşkusuz. Tanımaya zaman bile bulamadığı güzellikler... Askerler yanına geldiğinde, hâlâ düşünüyordu. Koluna girip yandaki boşluğa aldılar. Üzerindeki giysileri çıkartmasını istediler. Çıkarttı. Yedi bin lirasını imza karşılığı teslim aldılar. Üzerine beyaz bir giysi giydirdiler. Ellerini arkadan tekrar kelepçelediler. Her şey bir rüyaydı sanki.


İdam sehpasının altına getirildiğinde, sehpanın demirden olduğunu gördü. Aklından hep tahtadan yapılmış bir sehpa geçirmişti. Hani Amerikan filmlerinde olur ya... Artık çok az zamanı vardı. Kısa süre sonra düşünemeyecekti. Düşünüyor olmak da güzel şey diye geçirdi içinden... Dostları geldi gözlerinin önüne. Gülümseyen, canlı, coşkulu bakışlarıyla dostları... Yüreği ısındı. Gülümseyişle karşılık verdi, dostlarına. "Bensiz kucaklayacaksınız baharı. " diye seslendi. Sanki yanı başındaymış gibi dostları...


Sandalyenin üzerine çıkardılar. Yüzbaşı diğer subaylarla birlikte tekrar geldi. Yüzünde garip bir ifade vardı. Kızgınlık, öfke ve belki de saygı... Gülümsedi. "Demek ölmeye karar verdin, öyle mi? Üzüldüm, takın ipi..." Askerler telaşla ipi taktılar. Şaşkın ve gergindiler... "Bunların hesabını halkımıza vereceksiniz. Kahrolsun fa...." sözlerini bitiremeden, yüzbaşının öfkeli bağırtısı karanlıkta yankılandı.

"Tekmeleyin sandalyeyi, asın ibneyi!"

Bu iş için seçilmiş askerler sandalyeyi tekmeledi. Sandalye gürültüyle yuvarlandı.

Her şey bundan sonra oldu. Bir acı hissetti.
Kalbi hızlıca çarpıyordu. "Sallanıyorum" diye düşündü. Ayağını oynattı. Yeri kavrıyordu. "Olamaz" diye geçirdi içinden. Yüzü sapsarıydı. Şaşkındı. Gözlerini açmak nice sonra aklına geldi. Her yan bembeyazdı. Hiçbir şeyi seçemiyordu. Hayvanca atılan kahkahaları duydu. Sesin geldiği yöne doğru kafasını çevirdi. Yüzbaşıyı gördü. Gülmekten iki büklüm, sağa sola yıkılıp duruyordu. Sonra askerler de anladılar işi. Onlar da başladılar gülmeye...


İdam cezası belki de ilk kez bir işkence yöntemi olarak kullanılıyordu. Karanlık eylülde, karanlık yerlerde, insanlık için karanlık işler yapıldı. Ortaçağ karanlığını aratmadı yapılanlar. Engizisyoncuların kemikleri keyifle oynaştı. İnsanlık tüm bunları yaşadı. Suçlar işlendi, suçlular kimlik edindi. Salınır oldular sokaklarda. Sokaklar boğdu onları.

Geride yalnızca suçlu kimlikleri kaldı.