24 Nisan 2010 Cumartesi

YALNIZ TAŞ, DUVAR OLMAZ!



Her doğru kendi koşullarında doğrudur. Sonsuz doğru yoktur. Koşullar gerektirdiği için doğru olan şeyler vardır. Doğruları var eden koşullar değiştiğinde, doğrularda değişmek zorundadır. Bu kaçınılmaz bir yasadır. Hiçbir şeyin sebepsiz olmaması gibi… Her yaşanan şeyin, kendi içinden veya dışından mutlaka bir sebebi, onu var edeni vardır. Durup dururken veya olayım bari diye hiçbir şey olmuyor. Yaşama bakarken, sorgularken, doğrularımızı yeni baştan gözden geçirirken bu kaçınılmazlıkları kesinlikle dikkate almalıyız. Eğer gerçekten doğru noktalara ulaşmak istiyorsak, gerçekten yaşadığımız veya yaşamda karşılaştığımız kimi şeylerin nedenlerini doğru süzgeçlerden geçirerek öğrenmek istiyorsak, bunu yapmalıyız. Aksi halde yalnızca kendimizi kandırırız. Kendimizi kandırmanın da, başkalarını kandırmanın ilk adımı olduğunu düşünürsek, dürüst davranmıyoruz demektir.


Siyasi doğrularımızda kendi özgün koşullarında doğru idiler. Koşullar varlığını sürdürdüğü sürece doğru kalabilirler ancak. Aksi halde kendilerini var eden koşullar kalmadığı için, artık yanlıştırlar. Onlarca yıla yayılan, yaşama meydan okuyan doğrular kavramı, kulağa hoş gelse de, bu çok olası değildir. Koşullar değişecek ama doğrular değişmeyecek. Dünya değişecek ama bizim tespitlerimiz değişmeyecek. İnsan değişecek, insanın algılama durumu değişecek ancak bizim doğrularımız değişmeyecek. Biz hala istikrarlı bir biçimde eski doğrularımıza sımsıkı sarılıp, kararlılık örneği göstereceğiz. Dünü, bu günde gözü kapalı bir şekilde var etmeye, savunmaya devam edeceğiz. Sonrada bunun adına siyasal tutarlılık diyeceğiz.


Yaşamın her eksenini belirleyen koşullar, siyasal doğrularımız da kaçınılmaz olarak belirleyecek, yenileştirecek ve değişen koşullara uyarlayacaktır. Aksi halde doğrudan yana değil geleneksel olandan, yeniden değil eskiden yana olmak gibi bir tutuculuk içinde oluruz ki, bunun da dinsel motiflere inanmadan farkı kalmaz. İnanmak için bilgiye, değişen koşulların gerekliliğine vb. ihtiyacımız yoktur. Ancak bilme gibi bir derdimiz varsa, doğru diye bir derdimiz varsa veya başarmak istiyorsak, değişen koşulların gerekliliklerini çok sağlıklı bir biçimde yakalayıp, yenide var etmekten kaçınmamalıyız.


1980’li yılların gereklilikleri silahlı mücadeleyi ve buna uygun olarak da illegal örgütlenmeyi gerekli kılmıştı. Devrimci mücadele, bu genç döneminde hızla yeraltında örgütlenerek sisteme karşı şiddet içeren bir eylemlilikle biçimlendi. Şiddet, devrimci mücadelenin vazgeçilmezi olarak bütün bir süreci belirledi. Devrimci şiddetin yükselişi, karşıtının şiddeti tarafından bastırılarak, etkisizleştirildi. 12Eylül askeri darbesi ile devlet şiddetinin tamamen belirleyici olduğu bir süreç, yaşamı belirler oldu. Devletin baskın şiddetiyle silahlı devrimci yapılar askeri olarak dağıtılırken, ideolojik olarak da bir enjeksiyon süreci bütün argümanlarıyla sürdürüldü. 1990’lı yıllara gelindiğinde, bu ideolojik enjeksiyonların biçimlendirdiği yeni bir kuşak ve yeni bir Türkiye vardı, artık. İnsanlar değişmiş, koşullar değişmiş, sitemin temel yönelimleri değişmiş, ekonomik biçimleniş önemli ölçüde değişmiş ve teknolojik gelişim bir bütün olarak yaşamı etkiler olmuştu. 12 Eylül 1980 darbesinin fiili ağırlığı önemli ölçüde kaybolmuş, yeni bir süreç ekonomik ve siyasal anlamda Türkiye de yaşanır olmuştu.


1980’li yıllarda bizi ve doğrularımızı var eden koşullar tamamen değişmiş ve yeni bir süreç ülkede egemen olmuştu. Yeni sürecin yeni doğruları vardı. Yeni tarzı, yeni gereklilikleri ve yeni insanları vardı. Artık yeni doğrularımız olmalıydı. Tarihle hesaplaşmamızı bitirip yeni süreci ve gerekliliklerini yakalamak için adımlar atmalıydık. Bu ülke bizimdi ve bu ülke için herkesten daha çok bedeller ödemiştik. Bayrağı bırakıp, saha dışına çıkamazdık. Sahada olmalıydık, yeniden bu ülkenin geleceğine sahip çıkacak doğrularımızla yaşamı belirliyor durumda olmalıydık.


Doğru seslendirmek ilk adımlarda oldukça zordur. Cesaret ve özgüven ister. Hele ki, dünün doğruları uğruna yaşamlar verilmiş, ömürler tüketilmiş ise, yeniyi seslendirmek çok daha zor ve yıpratıcı olacaktır. Duygusallığımızla, yaşamın doğruları çatışacak ve sonucu bizim ilkeselliğimiz belirleyecektir. Duygusallık bize kaybettirecektir. Yaşamı duygular değil doğrular ancak değiştirebilir.


1990’lı yıllarda başlayan yeni süreçte devrimci mücadele yerini demokrasi mücadelesine bırakmış ve kendi argümanlarını dayatmıştır. Direnmek, kaybetmektir. Koşulların realitesini yok saymaktır. Duygusal davranıp, devrim türkülerinin yanık tınısına, geleceğimizi bırakmaktır. Bir anlamda sürecin dışına çıkmaktır. Diğer bir anlamda, süreçte var gibi davranıp, dışarıda kalmaktır.


Kuşkusuz bir değişime adapte olmak, gerekliliğini kabullenmek ve bunu yaşanan tarihsel süreçle bütünleştirmek oldukça zor bir iştir. Zoru başarmak için öncelikle kendimize karşı dürüst olup, doğruları olanca çıplaklığıyla görmemiz gerekmektedir. Aynada görünen şeyin kendi gerçekliğimiz olduğundan emin olamadan, hiçbir şeyi başarma şansımız yoktur. Bir yalana kendimizi ve çevremizi inandırmaya çalışmak gibi bir şeydir bu ve yaşamda karşılığı yoktur. Her yalan veya doğru olmayan gibi, bir süre sonra tıkanmaya, bel vermeye ve darmadağın olmaya mahkûmdur.


Koşullar değiştiğinde, koşulların yarattığı yapılarda değişmek zorundadır. Her koşul kendine uygun yapıları yaratır. Koşulların ötesinden yapıları dayatmak, siyasal olarak bir iddiadan öte duygusal bir yaklaşım olacaktır. Her yapının, örgütlenmenin, duygusal bir bağda yaratması çok doğal bir şeydir. Oluşturulup emek verilerek biçimlendirilen, her adımı anılarla dolu olan, bir çocuk gibi itina ile geliştirilen yapılara karşı duygusal bir his taşımak elbette ki doğal olacaktır. Ancak tün duygusallığımızı bir yana bırakıp, yaşamda yeniden var olabilmek için kendimizi biçimlendirmeliyiz. Eskiyi yenide var etmenin, bir anlamıyla yenileştirmenin yöntemlerini bulmalıyız. Eski ile yani tarihle hesaplaşmamızı yapıp, yenide eskiden dersle alıp, yaşamı yakalamalıyız.


1990 yılı bu değişimiz miladıdır. Yaşam artık farkı akmaktadır. Gereklilikleri farklıdır. Sorunları, ihtiyaçları, dayatmaları, insanları ve insan talepleri tamamen farklılaşmıştır. Bu farklılaşmayı görüp, buna göre davranmak durumundayız. Aksi halde kendimizi kandırıyoruzdur. Bunun başka bir adı yoktur.


Tarih ile hesaplaşmamızı bitirip, yenide yan yana gelmeli ve yaşama yeniden sahip çıkmanın biçimlerini yaratmalıyız. Bunu yaparken de duygusallığımızı bir tarafa bırakıp, koşulların gerekliliklerini dikkate almalıyız. Yaşamı olanca gerçekliğiyle yeniden yakalamalıyız. Bu bizim tarihsel sorumluluğumuz.

Kaçarı yok.
Biraz cesaret, biraz umut…
Gerisi gelir…

Ö.ÖDEMİŞ

12 Nisan 2010 Pazartesi

NERDEN BAKSAN ÖZENSİZLİK!


Özen…
Özen göstermek.
Yaşama ve insanlara özen göstermek. İnsana özen göstermek, insan ilişkilerine ve ilişkilerde ortaya çıkan değerlere özen göstermek…
Her şey özensizlikte ortaya çıkıyor. Yanlışlar, hatalar, insan harcamaları, harcanmalar. Yaşamda karşımıza çıkan hemen her olumsuzluk, özensizlikten kaynaklanıyor gibi… Gerekli özeni, hak edilen özeni göstermediğimizde, sonuçlar hep olumsuz oluyor. Yaşamın her alanı için bu büyük bir sorun… İşte, evde, sokakta veya siyasette… Çok zor olmayan ancak genellikle es geçtiğimiz, üzerinde bir parça düşünsek asla hata yapmayacağımız böylesi bir konuda, hep yetersiz kalıyoruz… Yetersizliğimiz bütün bir yaşamımızı etkiliyor. Ancak biz yinede pek oralı olmuyoruz… Fark etmiyoruz,edemiyoruz…

Siyasetin objesi insandır. Bunu biliriz ama yine de insana özen göstermeyiz. İnsanı, gereklilik anlamında obje yaparız. Odaklaştırırız ama hak ettiği özeni o insana gösteremeyiz. Birey olarak insan gözetilmeden, insanı merkezine oturtmuş bir siyasetin başarılı olma şansı var mıdır? Birey insan bu değer farklılığını mutlaka bir biçimde görecek ve kendini çekecektir. Solda genel bir sorundur. Hareketinin her noktasına insanı koyan Sol, birey insana karşıda bir o kadar özensiz davranır. Kimi zamanlar bir adım daha öteye gidip, insan öğüteni de ortaya çıkar. İnsan tüketerek bir adım ileriye gitmek, kesinlikle mümkün değildir. İnsan yaşamın objesi ise, her eylemde ona dönmek gereklidir. En azından her adımda özen göstermek gerek. Diğer anlamlarda başarılı olmak, kazanmak, insana dönük erdemli olmak olası değil. Bunu bir yerlere kalın hatlarla yazmamız gerek. Solun tarihi bu özensizlik sonucu yaşadığı travmalarla doludur. İnsanı kendinden kaçıran solun, yaşamda egemen olmasını beklemek, en iyi niyetli tanımlama ile safdilliktir.

Günlük yaşamımızda da bundan farklımıdır durum? Özensizliklerden yaşadığımız mutsuzluklarımız az mıdır? Hemen her adımda yaşadığımız bireysel sorunlarımız bu özensizliklerimizden kaynaklanır. İnsan üzerine biraz özen, biraz çaba biz çok şey kazandıracaktır. Yaşamın her alanında bu farkı hemen görmemiz mümkün… İnsanı sevmeyen, insan ile yaşamı paylaşma yönünde çaba göstermeyen, insan ilişkilerinde özensiz olan insanın, mutlu olma şansı yoktur. Tabi ki mutlu olmayı bilen ve fark edenler için bu böyledir. Mutluluğun ne olduğunu bilmeyen, bunu far edemeyen, kendi kaosunda yaşayan insanların, insan diye bir kaygı taşıması zaten söz konusu olamaz. Sözümüz bunu bilenlere, fark edenlere. Farkında olarak yaşama kararlılığında olanlara.

Diğerleri mi?

Onlar için söze ne gerek var. Onlar, var oluşlarıyla sözün ötesine geçmişlerdir. Sözü tüketmiş, insanı tüketmiş, kendilerini tüketmişlerdir.

Bizden uzaklardır.

9 Nisan 2010 Cuma

PAŞALAR EYLEME!..

Eski askerler kendi 12 eylüllerini yaşıyorlar gibi…. Üniformalı, üniformasız, onlarca asker komutan ansızın bir gece evlerinden veya karargâhlarından alınıp, içeriye atılıyorlar. Her gün yeni iddialar ortaya çıkıyor. Askerler şaşkın. Cezaevlerinde Asker koğuşları açılıyor. Voltada emir komuta ortadan kalkıyor. Kısa kesik adımlar atan komutanlar, bu işin nereye varacağını kestiremiyorlar. Bir bırakılıp bir alınıyorlar. Rahat uykuyu unuttular. Sıra bekler gibi ordu evlerinde sessizce oturuyorlar. Artık özgür değiller.

İçlerinden itirafçılar, köstebekler, işbirlikçiler çıkıyor. Belgeler bavul bavul… Kozmik oda yolgeçen hanı. Heybet ayaklar altında. Beceriksizlik diz boyu. Yaşlı - genç, hasta-dinç her kademeden askerler soruşturma kıskacında, ne yapacaklarını bilmez bir şekilde, kıvranıp duruyorlar. Telaş kışlalarda…

Ayışığı, Sarıkız, Balyoz… Becerilememiş darbe senaryoları, orta yerde. Gün geçmiyor ki, bir beceriksizlik daha ortaya çıkmasın… Askerlerin, onlarca yıldır en başarılı oldukları bir alanda, -darbe yapmada- başarısız yığınca senaryo, ayaklarına dolanıp duruyor. Emir komuta darmadağın.

Tecrübesizler. Böylesi koşullarda nasıl tavır almaları gerektiğini bilmiyorlar. Eğitimleri yetersiz kalıyor. Tıpkı 12 Eylülün ilk dönemlerinde, sokaklardan kışlalara alınıp, işkence yapılan devrimciler gibi… Şoktalar… Devrimciler, 12 Eylül sağanağını kısa bir şaşkınlık sonrasında atlatmasını bildiler. Tavır alıp ayak direttiler. Açlık grevleri, ölüm oruçları, mahkeme direnişleri, baskı ve işkence direnişleriyle sürece müdahale ettiler. Can verip, ömür tükettiler. Bir biçimde kendi tabanlarına yani halka ulaşarak, seslerini duyurmaya, uğradıkları işkencelerin ve yaptırımlarının önünü almaya, yaşadıkları adaletsizlikleri gidermeye, yaşam koşullarını düzeltmeye yöneldiler. Topçu marşı, piyade marşı, komando marşı gibi ideolojik enjeksiyonları, direnişle kırdılar ve ayakta kaldılar. Mahkemelerde bayrak açtılar. Siyasal savunmalar yapıp, kendilerini ve eylemlerini, nedenleriyle anlattılar. 12 Eylül askeri mahkemelerinin yılları aşan kâbusunu böyle yendiler…

Ya askerler…
Bence devrimciler gibi direnmeliler. Devrimcilerin direnişlerinden aldıkları derslerle, bu gün kendilerine karşı olanlara ayak diretmeliler. Bir eylem, bir duruş, bir tavır Ergenekonu ters düz edip, bu karmaşaya son verebilir. Hazır tabanları ayaktayken, hazır sırada bekleyenler telaşla ordu evlerinde iken, bir an önce adım atmalılar… Karşıtının eylemi de bazen işe yarayabilir. Denemek gerek…
Ben desteğe varım. Elde var bir… Arkası gelir… Koca kitle…

Biraz cesaret… Biraz tavır, biraz strateji…