29 Aralık 2011 Perşembe

AZGIN DEMOKRAT




Azgın demokrat.

Ahmet Kaya yorgun demokrat demişti, yarı yolda bırakanlara seslenmişti.

Sessizce köşelerine çekilip, elini eteğini çekenleri, günlük yaşamın telaşı içerisinde yalnızca anıların heybetiyle yaşamaya çalışanları kaşımıştı.

Azgınlarına takılmadı.

Azgın demokratlar, yorgunlarından daha öteler. Demokrat olmadan demokrat kimliği, solcu olmadan solcu kimliği, insan olmadan insan kimliği taşırlar.

Hiç yaşlanmazlar, hep genç kalırlar, gözleri gençlik kollarında takılır kalır.

Bencildirler.

Yalnızca kendilerine demokratlardır. Demokrasiyi işlerine yaradıkları sürece savunurlar, diğer zamanlarda tınlamazlar bile.

Azgın demokratlar, yorgunların tersine saldırandırlar. Gerçekten demokrat olanlara, aydınlara, devrimcilere ve bilumum ilericilere saldırarak, hep kendilerini dayatırlar.

Yorgun demokratlar sürekli kendilerine kahırlanırlar, azgın demokratlar başkalarına. Hep başkaları hata yapmıştır, hep başkalarının hataları onları mahvetmiştir. Dönüp aynaya asla bakmazlar.

Herhangi bir birlik onlar için sonun başlangıcıdır. Hep bir vesile yaratıp, yan yana duran insanların aralarına girerler.

Ayrıştırıcıdırlar, sürekli farklılıkları kaşırlar.

Azgın demokratlar, yorgun demokratlar gibi asla köşelerine çekilmezler. Onlar kendileri yoksa dünyayı yok sayarlar. Sonuna kadar her şeyi zorlarlar.

Çekilmeyi bilmezler.

Adam gibi oturmazlar.

Artık zamanlarının dolduğunu ve işe yaramaz olduklarını asla kabul etmezler. Bir gün sıranın yine kendilerine geleceği hülyasıyla, sürekli sinsice planlar yaparlar.

Onlar hiç yorulmazlar. Yıkılıp düşmezler. Yıkıldıkları yerde çok fazla kalmazlar. Hiç değişmezler.

Azgın demokratlar, uzağa gitmezler, ilk adımda ki sekreterlerine yazarlar.

Azdıkça azarlar. Azaldıkça çıldırırlar, çıldırdıkça daha demokrat olurlar!

AZGIN DEMOKRATLAR…

28 Aralık 2011 Çarşamba

DEMOKRATİK TÜZÜK TALEBİ STRATEJİK BİR TALEPTİR

Parti içi demokrasi talebi, tarihin hemen her döneminde talep edilen ve tartışılan bir konu olarak gündemde ki yerini canlı tutmuştur. Parti içi iktidarı elinde tutanlar demokrasi talebinde bulunanları çok dikkate almamış, iktidarlarının gereğini yapmışlardır. Sağlıklı bir geleneğe sahip olmayan sol siyasal arenada demokrasi talebi hep muhalefet tarafından seslendirilmiş ve kendi varlıklarını zemini olarak, korunmuştur.

Parti içi demokrasi, farklı düşünenlerin, yönetim iddiası taşıyanların kendisini ifade etmesi açısından kesinlikle önemlidir. Her düşünce alternatifiyle vardır… Bunu yadsımak mümkün değildir. Kendisini demokratım diye tanımlayan her yapı bunun gereği olan, demokratik işleyişi sağlamak zorundadır.

Kuşkusuz istenilen şey kadar, isteyenlerde önemlidir. Bir zamanlar Kenan Evren’in bile demokratik zemin için darbe yaptık açıklaması hala belleklerde canlılığını korumaktadır. Demokrasiyi talep edenlerin bunu bilince çıkartmaları kesinlikle önemlidir. Bilince çıkartılmamış bir demokrasi talebinin, inandırıcılığı olamayacağı gibi, talebin kendisinin, var olan demokratik zemini, yok etmek için kullanılması da söz konusu olabilir. Nasıl ki, demokrasiyi bir araç olarak gören, iktidara gelir gelmez, bu aracın işlevini tamamladığını düşünerek rafa kaldıran ve bütün bir toplumu kuşatan anlayışlar gibi…

Demokrasi kendi başına bir amaç olduğu zaman anlamlıdır. Araç olarak düşünüldüğün de, kendi varlık zemine yönelir ki, bunun adına da, demokrasi denmez. Demokrasi talebini, stratejik olarak yükseltmek, mevcut yapıyı yıpratmada bir araç olarak kullanmak, demokrasinin ruhuna ihanettir.

CHP de son günlerde yükselen ve demokratik tüzük talebi ile de kitleselleştirilmeye çalışılan parti içi demokrasi talebi de stratejik bir talep gibi görünmektedir. Yaşamlarının hiçbir döneminde, demokrasi kavramını bile doğru düzgün telaffuz etmeyenler, iktidarı kaybedince, demokrasi istemeye yöneliyorlar. Kendi yatıkları tüzüğün, kendilerini var etmeyeceği telaşıyla, tüm güçlerini demokratik tüzük talebi için harcıyorlar. Kuşkusuz bu çaba stratejik bir çabadır ve zerrece inandırıcılığı yoktur.

Son bir hamle ile biat kültüründen gelmiş yol arkadaşlarını harekete geçiren bu anlayışın hedefi, kongrelere daha güçlü girmek ve bir kaza sonucu kaybettiklerini düşündükleri iktidarlarına yeniden kavuşmaktır. Başkaca gerçek anlamda demokrasi dertleri asla ve asla yoktur. Ki olsaydı, demokrasiyi bilinçlerinde taşımış olsalardı, siyasal yaşamlarında asla sırt dönmez, iktidarları sürecinde bu mekanizmayı işletirlerdi…

15 yılı aşkın süre yer aldıkları parti içi iktidarlarında, her demokrasi taleplerine gülüp geçmiş, pati örgütleri içinde elde tırpan dolaşmış, olası potansiyel muhalifleri bile adeta biçmişlerdi. Bu tarihi bir anda unutup, ya da parti tabanının unuttuğunu sanarak, birden ayağa kalkmanın, ciddice bir anlamı yoktur.

Halkın belleğinin zayıf olduğu ön kabulünden hareketle, hiç sıkılmadan, utanmadan demokrasi talebi gibi, bir bilinç ve kültür ürünü olabilecek bir talebi dile getirebiliyorlar. Tam bir komedi…

Parti içi demokrasi talebi, hak edenlerin yükseltebileceği bir taleptir ve hala canlılığını korumaktadır. Gerçek anlamda demokratik bir işleyişin, iktidara giden yolda, kaçınılmaz olduğu bir gerçektir. Ancak bu gerçeklik hiçbir zaman bu yolun tıkanması için kullanılamaz. Kullanılmasına pirim verilemez.

Başka kapıya…

27 Aralık 2011 Salı

ESKİDEN YENİ OLMAZ!

Eski ve yeni.
Biri var olandır, diğeri var olanın yerini alandır. Biri tarihtir, diğeri gelecek.

Her değişiklik bir ihtiyaçtan doğar. Bu anlamıyla bir zorunluluktur. Eskide ısrar yani değiştirmeye karşı direnç, aslında yeniyi gerektiren koşullara karşı bir dirençtir. Her yeni, eski olanın yeniliğini koruyamadığı için, kendisine duyulan ihtiyacı artık karşılayamadığı için var olur.

Yeninin ihtiyaç olarak ortaya çıktığı koşullarda, yerine var olduğu şey, artık var olma olanağını yitirmiş olan şeydir. Ki yeni, bundan dolayı kendini koyabilme koşulu elde etmiştir.

Yeni gelişen şey, yaşamın pratiğinde kendini dayatıyorsa ve içinden çıkıp geldiği koşul ve ilişkileri eski halinden öteye dönüştürmüş ise eski de direnmek artık anlamsızdır.

Eski, tarihe ve zamana karşı direnme gücünü yitirmiş, günü yakalayamamış, geleceğe dönük umudu tüketmiş demektir. Revizyonların eskiye kalıcı bir yararı olmaz. Yalnızca eskiyi revize edenlerin kendilerini bir süre mutlu etmelerini sağlar.

Eski, eskide kaldığı gibi güzeldir. Kendini var eden, denk düştüğü dönemin koşullarında, yeni olarak veya işlevleriyle var olduğu dönemde güzeldir. Eskileri yan yana getirerek, tek bir yeni oluşturmanın hiçbir olanağı yoktur.

Her yeni olan şey de, zamanla sıradanlaşıp, alışkanlık haline gelebilme potansiyelini, daha yeni olarak var olmaya başladığı anda, kendi içinde barındırmaya başlar. Yeni, yeni olmaya başladığında, aslında eski olmaya da başlamıştır.

Yeniden korkmamak gerek. Bence korkulması gereken eski olandır. Her şeyini tüketmiş, verebileceği hiçbir şeyi kalmamış olandır. Hareketin olmadığı yerde çürüme vardır. Her hareket, yeniyi içerir. Yeniye direnenler, bilmeden çürümeye gidiyorlar demektir.

Direnmek bu noktada, olumlu bir erdem olmaktan çıkıp, olumsuzluğun itici gücü halini alıyor. Bu anlamıyla direnmek diye çıktığımız yolda, teslim olmuş oluyoruz.
Eski olan zamana direnir. Konumunu reddeder ve sürekli kendisine alan açmaya çalışır. Zorlar, tüm olanaklarıyla yaşamı zorlar.

Eski en iyi eskisi kadar yeni olabilir. Eskisinde olduğundan daha öte hiçbir şey veremez.

Siyasette de durum böyledir. Bir dönemin siyasal olarak belirleyenleri, tarihsel süreç içerisinde niteliklerini kaybettiklerinde artık, eskidirler. Süreç onları dışına atmıştır, misyonları tükenmiştir. Bu tükenişi onlar kolay kolay kabullenmezler. Ayak diretirler, o muhteşem iktidar günlerinin özlemiyle son bir gayret gösterip, koşulları zorlarlar.

Yeni gelecektir. Yeni yaşamdır. Yeni kaçınılmaz olandır.

O zaman diyorum ki, cesaretle, yeniyi birlikte yaratalım. Olanca heyecanımızla yarını bu günden yakalayıp, yaşamın önüne geçmekte, tereddüt etmeyelim.

26 Aralık 2011 Pazartesi

MHP'Yİ ARGÜMANSIZ BIRAKTILAR!

Yaklaşık 50 yıldır Türkiye siyasetin de sağ söylemleriyle ve eylemleriyle yer alan MHP, bir süredir ciddi sıkıntılar yaşıyor. Şimdiye kadar milliyetçiliği, Türklüğü hiç kimselere bırakmayan ve bu empoze için halktan yana olan pek çok insana düşmanca tavır takınan MHP, önce İşçi Patisinin, ardından Genç Partinin sonrasında ise yükseltilmeye çalışılan ulusalcı dalga ile birlikte, bu argümanlarını ciddi olarak kaybetmez üzere.

Türkiye siyaseti tarihin hiçbir döneminde bu kadar sağcılaşmadı. Bu kadar halktan ve toplumsal değerlerden uzaklaşmadı.

Tarihsel olarak sol ile sağ arasında ki temel ayırım; sağın, insanın iradesel olarak belirleyemeyeceği, ırk, din ve ülke gibi kavramlar üzerine politika yapması iken, solun insan merkezli, emek ve toplumsal yaşamın ayırımsız bu perspektifle belirlenmesi talebi ekseninde politika yapmasıdır. Yani sol her zaman hareket noktası olarak insanı, her şeyden yalıtılmış halde ki insanı alırken, sağ kendi irademiz ile belirleyemeyeceğimiz, etnik köken ve din eksenini ağırlıklı olarak temel alır. Bu anlamıyla son yıllarda belirginleşen ve MHP’yi bile malzeme sıkıntısına sokan sağcılaşma, aslında insandan uzaklaşmadır. Eklentilerden arınmış insanı yok sayan, ırk veya etnik kökeni, dini inanışı belirleyici öğe olarak alan bu sağ anlayış, yaşadığımız süreçte kendi içinde ciddi bir mücadeleye girerek din-ülke, milliyet ayırımı ile karşı karşıya kalmıştır. Türk bayrakları siyasal arenada MHP’nin elinden alınmış, kimi milliyetçi söylemlerin sahipleri artarak, sola sıçramış, neredeyse MHP’nin siyasi mültecisi olanlar bu yeni sağcılar, MHP’yi zayıflatmışlardır…

MHP’nin zayıflamış argümanlarıyla girdiği son seçimlerde baraj sıkıntısına düşerek zorlanması da bu yüzdendir. Siyasal arenada hemen hemen her partinin bu günkü siyasal duruşu birbirine benzemektedir. Bu ulusalcı eksene ordunun duruşu da eklendiğinde, ülkemizde ki siyasal görünüm tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar sağ motifler taşır olmuştur.

Kürt halkını öldürerek bu sorunu çözelim, laik olmadığını düşündüklerimizi askere havale edelim, Suriye’yi hemen işgal edelim, Kıbrıs çoktandır ilhakı hak etmiş durumdadır, AB bizi demokratikleşme yolunda gereğinden fazla zorlamaktadır zaten, yeni anayasaya kırmızıçizgiler koyalım, vb. Emekçiler mi? Ezilenler mi? Zaten ezilmişler, devletten daha mı önemliler.

MHP yıllarca boşu boşuna faşist tanımı altında inleyip durdu. Oysa bu gün hemen herkes dört elle, MHP’nin yıllardır bedelini ödediği söylemlere kurtarıcı gibi sarılıyorlar. Sağcılaşarak güçlenmeye daha da sağcılaşarak iktidar olmaya çalışıyorlar. Sağcılaştıkça insan merkezinden uzaklaşıyorlar, sağcılaştıkça gericileşiyorlar…

MHP savaşın orta yerinde silahını kaybetmiş asker misali, çaresiz, telaşlı ve sessiz. Kendi benzerlerinin artmasına bir türlü sevinemiyor. Her benzerlik bir şeyler alıp götürüyor, ondan. 12 Eylülde siyasal benzeşiklerinin yaptığı darbe sonrasında yaşanan sürece benzer bir süreç yaşıyor. Düşüncesi iktidar olurken, kendisi meclis dışında kalacak. Tıpkı 12 Eylül askeri darbesinde olduğu gibi. “Düşüncemiz iktidarda biz içerdeyiz” dememiş miydi, Başbuğları. Ancak şimdi durum biraz farklı. Dışarı çıkmak için değil, meclise girmek için mücadele veriyorlar.

Kader denilen şey, sanırım böyle bir şey…

25 Aralık 2011 Pazar

CHP’DE PARTİ İÇİ DEMOKRASİ TELAŞI



Kongre süreçleri yaklaştıkça CHP de telaş ve heyecan atıyor. Herkes bir biçimde parti içinde ki yerini, konumunu korumaya, yeni ve etkin yerler edinmeye çalışıyor. Bu son derece doğal bir çaba. Siyaset etkin olunabildikçe, süreçte aktif olabildikçe sonuç alına bilinen bir süreçtir. Önemli olan bu etkinliğin nasıl sağlandığıdır.

24 Aralık itibariyle ilçelere asılan üye listelerine itiraz süresi dolmuş oldu. Yani artık ilçe örgütlerinin üye sayıları ve yapıları itirazlar dışında kesinleşmiş oldu. Bu kesinleşmiş üyeler sandıklara giderek, ilçe ve il delegelerini seçecekler ve bu delegelerde, kurultay delegelerini seçerek oluşturacaklar. Asıl sürecin kırılma noktasını da kurultay delegelikleri oluşturmaktadır. Çünkü kurultay delegeleri partinin genel başkanını ve partiyi yönetecek parti meclisini seçecek organdır. Yani partinin kaderini geleceğini önemli ölçüde belirleyecek bir süreç böylelikle başlamış olmaktadır.

Daha önceki CHP sürecinde böylesi şeyler hiç yaşanmadığı için kaçınılmaz olarak bir heyecan mevcut. 15 yıldır ilk kez mahallelere sandıklar konularak, örgüt iradesi demokratik bir biçimde yansıtılacak. Birlikte siyaset yapmak isteyen partililer, doğru buldukları ve güvendikleri insanların CHP sürecinde etkin olmaları için oy kullanacaklar. Yöneticilerini, temsilcilerini seçecekler. Belki 15 yıldır de ilk kez, dayatmaların ötesinde iradelerinin sonucu adaylara oy verme şansı elde edecekler.

Bu günlerde örgüt içi demokrasi dersi vermeye çalışanların, demokratik işleyiş talepleri yükseltenlerin, kendi aktif süreçlerinin de tek bir kez bile parti içi demokrasi işletmedikleri bilinmektedir. Aynı dönemde parti içi demokrasi talebi yükseltenlere de hain, yıkıcı, vb. yaftalar yapıştırılarak, dışlandıkları da başka bir gerçekliktir.

Eski CHP yöneticilerinin tarihleri boyunca anti demokratik yöntemlerini eleştirirken, asla aynı yöntemlerin tuzağına düşülmemelidir. Bu insanlar hiçbir ideolojik alt yapıları olmadan, uydurma söylemlerle ve gerekçelerle kendilerine bir biçimde bağladıkları insanların biatlarıyla sürdürdükleri etkinlik süreci kesinlikle, parçalanıp, dağıtılmalıdır. CHP yıllarca kadükleştiren, kendi gerçekliğinden uzaklaştıran, sol dışında uydurma ekollere malzeme eden bu yanlışlara asla düşülmemelidir. Türkiye de demokrasi talep edenlerin, en küçük birimlerde bile demokrasi işletmeleri kaçınılmazlıktır.

Yıllardır korku ve kaygılarla yerleştirilen biat kültürüne dayanan ilişkiler aşılarak, gerçekten siyasal yan yana gelişlerin etkin olduğu, demokrasi bilincinin açığa çıkartıldığı bir süreç aksaksız işletilmelidir. Buna kimsenin karşı çıkma lüksü yoktur. Bu CHP için iktidar fırsatı yaratacak bir zorunluluktur.

Burada dikkat edilmesi gereken, hayatların bir gün bile demokrasi inanmayanların, yaşadığımız süreçte yıldırım çarpmış gibi birden bire demokratlaşmalarıdır. Bu insanların demokratlıkları ve demokrasi talepleri, kesinlikle bir araçtır. Onları yeniden iktidara taşıyacak mekanizmaları ele geçirmek için kullanacakları bir araçtan öte bir anlam taşımamaktadır. Bu anlamıyla da asla güvenilmemelidir, ,inanılmamalıdır.

Demokrasi yaşamın her alanında bir kültür ve bilinç durumu olarak karşımıza çıkar. Yaşamlarında asla demokrat olamayanların, bir anda demokrat olabilmeleri, demokratik işleyişe inanmaları mümkün değildir. Bu insanlar demokratik mekanizmaları ele geçirene kadar ancak demokrat olurlar. Sonrasında ise tam bir despot olarak, iktidarlarını sürdürmeye çalışırlar.

CHP’nin atama delegeleri dışında hiçbir kitlesel organdan onaya alamayan eski yöneticilerinin bu günkü söylemleri dikkatlice izlenmeli ve bu bilinçle tavırlar geliştirilmelidir. Ama asla anti demokratik davranılmamalıdır. Demokrasi dersi en fazla, anti demokratik kimlikte olanların ihtiyaç duyduğu bir şeydir. Bu insanları demokrasi kültürümüzle eğitmeliyiz. Bir daha asla anti demokratik yöntemlerle başarıya ulaşabilecekleri bile düşünemez hale getirmeliyiz. Bu bir süreç işidir… CHP demokratik sürecinde, kendi kabuğunu değiştirecektir. Bu potansiyel ve kararlılık CHP tabanında vardır. Başkaca hiçbir şeye gerek duymadan, partililerin demokrasi gücüne güvenmelerinin önü açılarak bu süreç sağlıklı olarak işletilmeli ve gerçek anlamda demokratik değişimin adımları atılmalıdır.

On yılı aşkın süredir kastlaşmış yapıların demokratik bir sürece, kendi inisiyatifleriyle adapte olmalarını beklemek ya da, demokratik süreci aksaksız işletmelerini beklemek hayalcilik olur. Partinin bu demokratik sürecinin önünde engel oluşturabilecek her yapı kesinlikle engel olmaktan çıkartılmalı ve örgüt iradesinin sandığa yansıması sağlanmalıdır.

Darlaştırılmış siyasal yapılarda kontrol çok daha kolaydır. İlişki türleri siyasal olmaktan ziyade kişiseldir. İnanç bireyin kişisel başarısı ya da kazanımı ekseninde ancak vardır. Örgütlü yapıya değil, bireye güvenerek siyaset yapılır. Darlık, birileri için hareket alanının genişliğidir. Oysa sürekli genişleyen yapılarda, her birim kendisini de geliştirmek ve genişlemek zorundadır. Statik hiçbir birim, yaşanan gelişim karşısında ayakta duramaz. Bunun içindir ki bireysel hegemonya peşinde olanlar, genişlemeyi, gelişmeyi asla sevmezler. Ötesi korkarlar. Kuşku duyarlar. Kaçarlar. “Küçük olsun, benim olsun” söylemi, böylesi dönemlerde seslendirilir.

Bu kongre süreci demokratik biçimlenme ve iktidar süreci açısından çok çok önemlidir. Tüm CHP’liler kendi iradelerine ve demokratik haklarına sahip çıkarak, iktidara giden yolu açmalılardır. Topluma güven vermeyen, gelişip güçlenmeyen, toplumsal talepleri hareketinin merkezi olarak algılamayan hiçbir yapı asla ve asla iktidara yürüyemez…
Bu parti eski yöneticilerine karşı yıllarca vefa göstermiş ve onları onure etmiştir. Şimdi sıra partinin onure edilmesindedir. Bu da iktidar olmakla ancak mümkündür.

Etnik köken ya da inanç ayrımlarını bir tarafa iterek, gerçekten demokratik bir iktidardan yana olan, demokrasi bilincini olmazsa olmaz olarak alan her bireyin özgürce yan yana geldiği bir siyasal oluşum zaman geçirilmeksizin hayat bulmalıdır. Bu süreç bir fırsattır. Gücünü tabandan alan, tüm mekanizmalarıyla demokratik bir parti ancak ve ancak gerçek anlamda demokratik taleplerin seslendiricisi, savunucusu olabilir. Gerici AKP kuşatması ancak böylesi bir siyasal yapı ile kırıla bilinir.

Demokrasi havarisi geçinenlere değil, demokrasi sürecinin işletilmesine bakalım. Kendi irademizi kesinlikle yerel yaşam alanlarına yansıtalım… Yıllardır ipotekli olan adı siyasal duruşları, artık genel çıkarlar için bir tarafa bırakma ve kenetlenme günüdür.

Eskiler, eskide güzeldi deyip, yeniyi yakalamalıyız. Yeni gelecektir. Eskinin eskiden farklı verebileceği hiçbir şey yoktur…

23 Aralık 2011 Cuma

BAYKAL DEMOKRAT OLMUŞ, HABER SALIN ÖNDER SAV'A


Deniz Baykal ve Önder Sav parti içinde demokrasi istiyorlar. Kader işte… Yıllar partiyi demir yumrukla yönetenler, bu gün, kendilerini var edebilmek için, demokrasi istiyorlar… Hem de parti içi demokrasi sözü veren Genel başkanı sözünde durmamakla eleştirerek, Tüzük kurultayı taleplerini, değişik biçimlerde dillendiriyorlar.

Deniz Baykal ve Önder Sav ikilisi, değişik isimlerle oluşturdukları payandalarla birlikte 15 yılı aşkın bir süre partiyi demokratik olmayan yöntemlerle, insan harcayarak, kastlar oluşturarak yönettiler. Potansiyel muhalefet olabileceğini düşündükleri insanları bile, gözünün yaşına, emeğine bakmadan, parti dışına ittiler… Devrimci, demokrat, aydın, ilerici kim var ise tırpanı vurdular. Bunu yaparken de, tüm parti içi demokrasi taleplerine sırtlarını dönerek, haykırışları duymamazlıktan gelerek yollarına devam ettiler. Onlar için sen, ben ve bizim oğlan CHP için yeterliydi… Yeni insana hiç mi hiç ihtiyaç yoktu… Hem yeni ne olduğu bilinmeyendi ve iktidarlarını sarsabilirdi. Her yeni üyeye kuşkuyla baktılar. Asla hiçbir kurum için ön seçim yapmadılar. Bir yerlere aday olmak isteyenler, yalakalık yarışına zorlandılar. Genel merkezde yönetici kapılarında yatarak aday edilenlerin sayısı hiç de azımsanacak kadar olmadı… Örgüt ne der, tabanı var mıdır, yerel birimler destekliyor mu, bu partiye emek harcayanlar kimlerdir diye bir an bile bakmadan, kendilerine yakın olanları bir yerlere taşıdılar… Parti içinde güçleneceğini düşündükleri hemen herkesin önünü kesip, paçavraya çevirdiler.

Asla iktidarı hedeflemediler. Parti içinde iktidar olmak, onlar için yeterli oldu. Saçma sapan ideolojik yönelmelere girdiler, Edibali, Tony Blair ekolü, Anadolu solu vb. gibi uyduruk söylemeleri sola katmaya çalıştılar. CHP’yi solun doğal tabanından hızla uzaklaştırarak, ucubeye çevirdiler… Genç Lider, Değişimin gücü anlamsız ve gerçekliği olmayan uydurma sloganlarla toplumu aldatmaya çalıştılar. Korkular yaratarak, kendilerini var etmeye çalıştılar…

Bu kadar büyük yüklerin altında olanlar, Türkiye’nin onlarca yıldır yaşadığı elzem sorunları yok sayanlar, CHP’yi iktidardan ve soldan uzaklaştıranlar, yeniden var olmak için demokrasiye sarılıyorlar… Yeni bir aldatmacanın, sahtekârlığın peşindeler.

Ne kadar eski toplarsanız toplayın, bir tane yeni çıkartamazsınız. Eski, eskimiştir… Eskide kalmıştır, diğer bir ifadeyle, kullanım dışıdır artık… CHP yeni bir yoldadır artık. Kendi doğal tabanıyla buluşmaya çalışmaktadır. Projeler üretmekte ve sosyal demokrasinin evrensel ilkelerini yaşama taşımaya çalışmaktadır. Ayırımsız bu ülkede yaşayan herkesin patisi olmaya, gerçek anlamda halkın partisi olmaya yönelmiştir.

Yurttaşların etnik kimliklerini ya da inançlarını siyaset dışı tutarak, yaşamın sosyal, siyasal ve demokratik sorunlarını çözmeyi amaç edinmektedir. Kürt ve Alevi karşıtlığıyla sol siyaset yapılamayacağını, demokrat olmanı asgari gereklilikleri olduğunu bilince çıkararak bütün bir toplumu kucaklamaya çalışmaktadır…

Deniz Baykal’ın sekreter milletvekili Osman Kaptan, partiye yeni üyeler yapılıyor, aleviler partiye alınıyor diye hiç sıkılmadan açıklamalar yapıyor… Her Parti kendisini, ancak yeni yeni üyeler, taraftarlar kazanarak gerçekleyebilir. Yeni üyeler kazanılıyor, parti daha da genişliyor, halkın partiye ilgisi artıyor diye yapılan bir eleştiri, tarihe geçecektir. Osman Kaptan’ın derdi başka... Telaşı da… Partinin önünde kongreler var. Üye sayısı arttıkça kongreler onlar için yok anlamına gelmektedir. Yeni seçilmiş delegelerin, eskiye rağbet etmeyeceği gerçeği, bu insanları korkutmaktadır… Ve bu korkuyla, saçma sapan çığlıklar atmaya başladılar. Hatta bu telaşla birden demokratlaştılar. Birden parti içi demokrasi demeye başladılar. Adam gibi çekilmeyi bile beceremeyecekler gibi görünüyor… Bir dönemdi ve biz bu partiyi yönetmiştik, artık bizim dönemimiz bitti diyemiyorlar… İktidar hırsı, sokağa düşürüyor onları…. Birde inandırıcı olabilseler…

Yine de ben, Baykal’ın ve çevresinin, yıldırım çarpmış gibi bir demokrat olmalarını sevindirici bir gelişme olarak görüyorum. Demokrasinin bir gün herkes için lazım olacağını umarım anlamışlardır.
Kader denilen şey, sanırım böyle birşey...

17 Aralık 2011 Cumartesi

CHP VE YOL AYIRIMI


CHP ciddi bir yol ayırım da görünüyor. Alışılagelmiş CHP siyasetinde ısrar edenlerle, evrensel demokratik değerlerle biçimlenmiş, çağdaş ve insandan yana reformist bir CHP diyenler arasında yaşanan tartışmaların, kongre sürecinde belirleyici olacağını söylemek yanlış olmaz.

İktidarı hedefleyen ve geniş emekçi kitlelerin ekonomik, demokratik taleplerini siyasetinde biçimlendiren, sosyal demokrasinin evrensel ilkelerini benimsemiş, üretken bir sol parti olma iddialarını taşıyanların, süreçteki ağırlıkları partinin geleceğini de belirleyecektir.

CHP’nin eski yönetiminin ana hareket noktasını oluşturan, şeriat tehdidi boşa çıkınca, diğer bir ifade ile laik yapının değil, bir bütün olarak sistemin demokratik yapısının bütün olarak tehdit altında olduğu ortaya çıkınca, eski, statükocu CHP yöneticilerinin söyleyebilecekleri hiçbir şey kalmamıştır. Tarihsel süreç göstermiştir ki, AKP şeriatçı değil, dini istismar eden, faşist ve yaptırımcı bir partidir. Bütün bir sistemi, tün yaşam alanlarıyla kuşatan, gerici, faşist bir partidir.

Toplumun ötekileştirilmiş kesimlerine yıllardır sırtını dönen, toplumsal demokratik talepleri hiçe sayan, kimi korku ve kaygıları canlı tutarak statükoyu koruma telaşına düşen bir CHP’nin halka vereceği hiçbir şey kalmamıştır.

Yaşamı taşıyacak, tüm muhalif kesimlerin demokratik taleplerinin savunucusu olan, ülkenin yakıcı sorunlarına demokratik çözümler üretebilen, reformist bir CHP, ancak ve ancak iktidara alternatif olabilir.

İktidarı amaçlamayan hiçbir yapının gelişme şansı yoktur. Gelişme hedefi de olamaz. Tek gündemi vardır, oda, eldekini korumaktır.

İçine faşizm kaçmış sosyal demokrat iddialı bir siyasal yapının kitlelerle kucaklaşması, gelişip güçlenebilmesi ve iktidar alternatifi olabilmesi mümkün değildir…

Sol milliyetçileştikçe, sağcılaşır. Sağcılaştıkça gericileşir ve ilerici misyonunu kaybederek, ötekileşir. CHP’nin en yaşamsal hesaplaşması bu noktada olacaktır. Ya statükodan yana milliyetçi bir CHP olacaktır, ya da sosyal demokrasinin evrensel ilkelerini temel alarak ve emekten yana, dıştalanmış geniş yığınların demokratik zemini olarak biçimlenecek ve iktidara yürüyecektir.

Bu yol ayrımında duyarlı her sol kimliğin siyaseten duruşu net olmalıdır. CHP, Baykal’ın CHP’si olmaktan tamamen çıkartılarak solda duran, reformist ilerici bir CHP için emek vermelidir.

Sol yurtsever iken, sağ milliyetçidir. Sol ayırımsız insanı temek alırken sağ insanı ayrıştırarak ele alır. İnanca göre, etnik kökene göre, ırka göre yada milliyete göre ayrışmış insan, sağın siyasal malzemesidir.

CHP sol kimliğini korudukça ancak anlamlıdır. Sağcılaşan, milliyetçi bir CHP, karşıtına dönüşmüş olur ki, tüm toplumsal anlamını yitirmiş demektir.

Günümüzde cumhuriyetin demokratik niteliği olmadan, toplumsal niteliğinden bahsedilemez. Cumhuriyete toplumsal karakterini veren onun özgür ve demokratik niteliğidir. Her cumhuriyet devrimci, ilerici değildir. Çoğu zaman ilericiliği yalnızca içinden çıkıp geldiği eski sistemle mücadele noktasındadır ki, bu da zamanla korunamaz ise kaybedilecek bir durumdur. Bu anlamıyla cumhuriyet rejimini ilerici yapan toplumsal ve demokratik niteliğidir. Özgürlükçü ve demokratik niteliği olmayan hiçbir cumhuriyet ilerici değildir, tam tersi gericidir.

CHP tıkanan bu siyasal sürecin önünün açılması için bir fırsattır. Özgürlükçü ve gerçekten demokratik bir cumhuriyetin dönüşümü için zemin yaratabilmenin olanağıdır. Bu olanağı siyaseten beslemeli ve sürecin önünü açma noktasında cesaretlendirmeliyiz.

Reformist sol bir iktidar, bu gün ülkemizin ihtiyaç duyduğu bir siyasal zorunluluktur. Bu bilinçle her duyarlı insan sürece destek vermeli ve sol, reformist bir iktidar için çaba harcamalıdır.

7 Aralık 2011 Çarşamba

KAHROLSUN YARIN!

Yarın…

Bu günde olmayanı aradığımız gün, günler…

Yakalayamadığımız, ulaşamadığımız, anda bulamadığımız, her şeyi bıraktığımız yarın…
Ertelediğimiz, bu günde yaşayamadığımız, es geçtiğimiz, zaman var diyerek özensiz davrandığımız her şeyi üzerine yıktığımız yarın.. Bu günde var etmeye çalışıp zamansız tükettiğimiz yarın.

Aslında geçmiş, geçmiştir ve yoktur. Gelecek henüz gelmemiştir ve gerçekte yoktur. Var olan ve gerçek olan tek şey “an”dır. Bizde pervasızca tek gerçek olan şeyi, ‘anı’ ertelediğimiz yaşamla, yarın adına harcıyoruz. Anı tükettikçe aslında yarını da bu günden tüketmiş olmuyor muyuz? An’ı yakalayamadan yarını yakalayabilmek ve ertelediğimiz yaşamı yarında yaşayabilmek olanaklı mıdır? An’ı katlederek, yarına sahip mi çıkmış oluyoruz?

Bilmiyorum.

Belki de sürekli yarını kurgulayarak, bu günü kaçırıyoruz aslında. Yarın hayaldir, güzel bir hayal. Umutlarımızı yatırdığımız, beklentilerimizi yeşerttiğimiz, bir daha gelmeyecek bu günü yaşattığımız, insanı mutlu eden bir düş. Her hayal gibi güzele kurgulu. Olanca hoyratlığımızla hırpaladığımız an’ı mahkûm ettiğimiz yarın…

An, acıdır.
Yarın ise güzelin saklandığı yerdir. Yarın an’laşınca aynı güzellikte mi kalacak, bunu bilmiyoruz. Beklide bilmediğimiz için yarına umut yatırıyoruz. Yarın belki an’dan daha acı verici olacaktır. Belki yarında da hep an’ları arayacağız…

Bu günden kurtulabilmek için yarına sığınıyoruz, rüyalarımıza sığınır gibi. Egemen olamadığımız bu günü reddederek, tamamıyla bizim kurgumuzda olan yarını sahipleniyoruz. Yarın tamamen bizimdir. Biz yarınları istediğimiz gibi, sınırsızca düşleyebiliriz. Bu gün sizin, yarın benim…

Anları öldürüyoruz, yaşam yutuyor bizi…
Nefret kazıyoruz sokaklardan, ölümü yokluyoruz, soluk aralarımızda…
Hep bir sevinç kıpırtısı arıyor yüreğimiz.

Bir yarın kalıyor elimizde, birde belkiler…

Seni düşleyerek, seni kaçırıyorum. Umudu düşleyerek, yaşamı kaçırıyorum.
Yarın diyerek, tenimden sıcaklığını kaçırıyorum. Ben diyerek sevgiyi kaçırıyorum…
Kendimi unutuyorum. Düşlerime sakladığım kokunu, yarına bırakmadan, an da soluyorum. Gözlerim yeniden parlıyor. Yüreğim kıpır, kıpır.
Artık bir sen varsın, birde seninle geçen anlar.

Yarını bu günden tükettim. Umudu hırpalayıp, bir tarafa attım. Özlemlerimi yanıma alıp, fırladım sokağa. Çıldırasıya bağırıyorum;

Kahrolsun YARIN, Yaşasın AN!

8 Ağustos 2011 Pazartesi

ADAM GİBİ YAŞAMAK GEREK...

Yaşam çok hızlı geçiyor. Çoğu zaman yakalamakta güçlük çekiyoruz. Kimi zaman ise verdiğimiz kararlar yaşamın devinimi karşısında yetersiz kalabiliyor. İçinde yaşadığımız koşulları dikkate alarak bir saptama yapıyoruz.. Köşeler çizip, davranış kalıpları oluşturuyoruz. O an için tüm bu yaptıklarımız, bize doğru geliyor. Gerçekte de doğrudur. Ama bir süre sonra öyle zamanlar geliyor ki, çizdiğimiz çerçeveler, yaptığımız tanımlar, oluşturduğumuz kalıplar, süreci dolduramıyor. Bir eksik, bir yetersizlik kendini olanca sancısıyla dayatıyor.


Bu değişime direniyoruz ilk başlarda. Belirlenimlerimize sadık kalmaya,daha değişim için uygun zamanın olmadığını düşünmeye çalışıyoruz. Tutarlıktan yana oynuyoruz. Ama yaşam ayak diretiyor. Kendi kalıplarımız dar gelmeye, bizi boğmaya başlıyor. Yeni baştan düşünmeye yöneliyoruz, kararlarımızı. Sorgu üstüne sorgu yapıyoruz. İşin kolayına kaçmadan, yeni baştan didikliyoruz her şeyi. Yaşama karşı kararlarımızın ayak diretemediğini görüyoruz kimi zaman. Kimi zaman ise biz direnememişizdir, yaşam karşısında. Her iki sonuçta da değişmesi gereken bir şeylerin olduğu ortaya çıkar. Ya kendimizi yada kararlarımızı değiştireceğiz. Arada çıkar yol kalmamıştır.


Özellikle insan ilişkilerinde böylesi kararsızlıklar yaşarız. Aldatılmak, yanıltılmak, harcanmak bizi kırar. Bunu biliriz ve bildiğimiz içinde buna fırsat vermemek için çaba gösteririz. Ama hep yeni baştan bunlara düşeriz. Yanıltılırız, kandırılırız ve harcanırız… Öfke duyarız, tepki gösteririz kendi kendimize, özensizliğimize ve dikkatsizliğimize kızarız.Böylesi aldatmalar, harcamalar çok fazla güvendiğimiz insanlardan gelirse, daha bir yıpratıcı olur bizim için. En zayıf yerimizden hançerlenmiş gibi hissederiz kendimizi. Güvendiğimiz için zayıfladığımızı düşünürüz. Dikkati bırakmış, gardımızı düşürmüşüzdür.


İşte böylesi dönemlerde daha önce verdiğimiz kararlarımızı, ilke olarak doğru kabul ettiğimiz doğrularımızı sorgulamaya başlarız. Yaşama karşı yenilmişlerdir. Diğer bir ifade ile, yaşam bizim kararlarımızı, doğrularımızı yenmiştir. Omuzlarımız çökmüş halimizle, öfkemizi denetlemeye çalışırız. Yüreğimizin derinliklerine hançer bibi bir sızı saplanır. Döner dururuz, anlamsızca… Küfrederiz, aklımıza gelen her şeye. Laneti kavramlara sığdıramayız.

Taşıdığımızı sandığımız değerler, param parça olup dökülmüştür. Savaşın orta yerinde silahını kaybetmiş asker telaşıyla, savrulup dururuz. anlamsız alanlara. Böylesi zamanlarda sorgulanır yaşamlar,doğrular,ilkeler… Her şey toz duman içinde kalır.

Böylesi dönemlerde önemli olan, olayların dışına çıkıp bakabilmektir. Zor bir iştir, ancak başkaca da bir yolu yoktur.

İnsan harcayan kişi aslından kendinden tüketiyordur. Harcadığı değer kendi değeridir. Farkında olmadan, kendi taşıdığı kimi şeylerden vazgeçiyordur aslında. Çırılçıplak kalacaktır bir süre sonra, tümüyle kaybetmiş olarak değerlerini. Yoksunlaşacak, yoksullaşacaktır. Bizim yüreğimizde uç veren öfkeye aman bırakmayacaktır, tükenip giderken kendi kulvarında.

Biz deniz yıldızlarını tek tek yeniden denize atmaya devam ederken, o, seyredemeyecektir bile. Algısı yitik, değerleri paramparça olarak sindiği kovuğunda, olanca zavallılığıyla kala kalacaktır.

Silkinip yaşama yeni baştan dönmek gerek. Yarım kalmış günü ve tüketilmemiş aşkları yarına ertelemeden, bu güne sarılmak gerek. Umudu öfkesinden koparıp, güneşin önüne koymak gerek.


Adam gibi yaşamak gerek…

11 Haziran 2011 Cumartesi

BEN TABLACIYIM




“Ben tablacıyım.”

Tam üç yıl hemen her gün, gördüğü herkese bunu söyledi. Duruşmalar başladığında çıkarıldığı her mahkemede, yine durmadan “ben tablacıyım” dedi ve hep aynı yanıtı aldı.

“Otur yerine.”

Çaresiz hep oturdu. İkinci cümleyi asla edemedi. Konuşmasına hiç fırsat verilmedi. Günlerce hazırlanıp;“bu kez kesinlikle susmamalıyım” diye kendi kendine kararlar verdi. Üzerine çalıştı ve heyecanla mahkeme gününü bekledi. Bir anlatabilseydi Tablacı olduğunu, bitiverecekti tutsaklığı. Yıllarca süren eziyet son bulacak ve çocuklarına kavuşacaktı. Çocuklarını düşündü. Gözleri doldu. Çok özlemişti onları.

Bir gün ansızın çıkıvermişti yaşamlarında. Aylarca hiçbir haber alamamış, nice sonra burada olduğunun haberini iletebilmişti. Buradayım demişti demesine ama nedenini bir türlü anlatamamıştı. Arabaya atıldığında bıraktığı tablası kentin orta yerinde sahipsizce bütün gün kalmış, gün karardığında talan edilmişti.

Artık neredeyse kendisi bile inanamaz olmuştu, tablacı olduğuna. Evet tablacıydı. Her sabah hale gider mevsimine göre sebze ve meyveler alır ve özenle onları arabasına düzer sonrada kentin sokaklarında sabırla satmaya çalışırdı. Bazen işler çok iyi gider öğlene kalmaz tüm mallarını satar boşalmış, boşaldıkça da hafiflemiş arabasını ağır ağır iterek evin yolunu neşe içinde tutardı. Daha evinin sokağına girer girmez çocukları onu karşılar, sevgiyle kucaklarlardı. Çocukları bilirlerdi ki babaları eve erken geldiğinde, işleri iyi gitmiş tüm mallarını kısa zamanda satarak para kazanmıştır. Onlara şeker ve çikolata almıştır.

O gün sabah kaygılı çıkmıştı evden. Kentin kasvetli havası, daha sokağa adım atar atmaz yüreğine çökmüştü. Tablasını sürerken bu gün neler alması gerektiğini kafasında tartıyor, nelerin iyi gideceğini düşünmeye çalışıyordu. Dün işleri iyi gitmemişti. Bütün gün sokak sokak dolaşmış ancak yinede arabasında ki malları tüketememişti. Bu gün öncelikle onları satmaya çalışmalıydı. Bir gün daha bekletilirse artık satılmazdı.

Her şey ateş pahası oldu diye geçirdi içinden. Artık hiçbir şey eskisi kadar rahat satılamıyordu. Kimi günler bütün gün dolaşmaktan ayaklarına kara sular iniyor ama yinede doğru düzgün hiçbir şey satamıyor, başı öne eğik, dönüyordu evine.

Böylesi günlerde köyünü özler, şehre gelmekte iyi edip etmediğini düşünür dururdu. Köyde de yoksuldu ama çocuklarının aç kalma diye bir derdi yoktu. Küçücük tarlasında bir şeyler ekip, yaşamını sürdürüyordu. Ama günün birinde girivermişti aklına şehre gitmek, orada çok para kazanıp, daha rahat yaşayabilirdi. Çocuklarını okutup, onların önemli insanlar olmasını sağlayabilirdi.

Üç yıldır sürekli koşturuyor ama bir türlü doğru düzgün para kazanamıyordu. Ev kirası çocukların okul ihtiyaçları, yeme içme derken hiç para kalmıyordu elinden. Her gün yeni bir umut doldurup tablasına çıkıyordu kentin sokaklarına.

Genç ve hırslıydı. Bir fabrikaya kapağı attı mıydı, rahatlardı. Maaşa kavuşurdu. Çok çalışıp, fabrikanın gözüne girdi miydi, artık onu kimse tutamazdı. Askerler fabrikaları kapatmazlardı ya. Fabrika onlara da lazımdı. Onlar anarşit işçilere karşıydılar. Onları nereye saklanırlarsa saklansınlar, bulup çıkarıyor, işten atıp, cezaevine koyuyordu.

Düne kadar oturduğu mahallenin her tarafında onlardan vardı ama askerler geldikten sonra birden kaybolmuşlardı. Komşusunun bile anarşit olduğunu evleri basıldığında öğrenmiş ve çok şaşırmıştı. Bunlar çok iyi saklanıyorlar diye düşünüp, askerin gözünden hiçbir şeyin kaçmayacağına olan inancı bir kat daha artmıştı. Eskiden akşamları, mahallenin altından gelen silah sesleri kesilmiş, sokakta dolaşan askerler hiç kimseye göz açtırmaz olmuştu. Gruplar halinde dolaşan, her işe karışan gençler sanki bir gecede kaybolmuşlardı. Kimileri, hepsini toplayıp kışlaya götürdüklerini söyleseler de o, kaçtıklarını düşünüyordu. Birkaç kez sabah erken hale gitmek için çıktığında askerlerle karşılaşmış, “sokağa çıkma yasağı var kardeşim” demiş ve onu azarlamışlardı. Dikkatli davranıyordu artık, zamanın da sokağa çıkıp, zamanında evine dönüyordu.

Tüm bunları düşünerek hale vardı. Gün yeni ışımaya başlamıştı. Herkes telaşla bir yerlere koşturuyordu. Özenle seçtiği meyveleri, silerek düzenli bir şekilde tablasına yerleştirdi. Önlüğünü taktı ve ağırlaşan tablasını kent merkezine doğru sürdü. Gün artık tamamen aydınlanmış, telaşlı ve gergin insanlar sokağa çıkmış, acelece bir yerlere yetişmeye çalışıyordu. Üçlü beşli gruplar halinde eli silahlı askerler sokaklarda adımlıyor, gelip geçenlerin yüklerine dikkatlice bakıyorlardı. Kimi caddelerin köşe başında arama noktaları oluşturup, kimlik kontrolü yapıyorlardı.

Hiç ilgilenmedi. Aradan sıyrılıp, işlek bir caddenin ara sokağına girmeye yöneldi. İyi iş yaptığı bir sokaktı. Kentin bürokratlarının ve iyi gelire sahip insanlarının oturduğu bir sokaktı. Son dönemece geldiğinde kırmızı ışık yanmış, trafik durmuştu. Kaldırımın köşesine çekip tablasını, trafiğin açılmasını beklemeye koyuldu.

Birden bir hareketlenme oldu. Beyaz bir minibüsten bir genç inerek kalabalığın arasına doğru hızlıca koşup gözden kayboldu. Arkasında birkaç kişi daha inip peşinden bağırarak koşmaya başladılar. Gencin peşine düşenlerin, ellerindeki silahları ateşleyip, “dur, kaçma” diye bağırdıklarını duydu. Genç tazı gibi, birden gözden kaybolmuştu. Gencin peşine düşenler bir süre sonra nefes nefese geri döndüler. Küfredip duruyorlardı. Birbirleriyle tartıştılar, bağrıştılar. Ne yapacaklarını bilmiyor gibiydiler. Bir süre daha kararsızca tartışıp durdular. İçlerinden birisi sürekli bağırıyor, diğerleri başları öne eğik onu dinliyorlardı. Buradan hemen gitsem iyi olur diye düşünüp, tam tablasını hareket ettirmeye hazırlanırken bir el ensesine yapıştı.

“Bin arabaya hadi” diyerek onu, arabaya doğru sürüklemeye koyuldu.

Ne olduğunu anlayamamıştı. Kendisini birden tıka basa dolu bir arabanın içinde buldu. Araba hızlıca hareket etti. Peşi sıra birkaç araç daha hareket yola koyuldu. Aracın içine biner binmez gözünü bağlayıp ellerine kelepçe taktılar. Korkudan titremeye başlamıştı. “Abi ben bir şey yapmadım” demeye kalkıştı, gözünün üstüne yediği bir yumrukla sersemledi. Gözü karardı, korkusu bir kat daha arttı. Sustu ve yüreği titreyerek beklemeye başladı.

“Ben tablacıyım”

“Otur yerine, tamam”

Tam üç yıl bekledi, herkese Tablacı olduğunu söyleyerek. Üçüncü yılı bitmek üzereydi ki, onu kalabalık bir grupla birlikte mahkemeye çıkarttılar. Her mahkemede ayağa fırlayıp;

“ben tablacıyım”dedi.

Mahkeme başkanının sert sesi, her defasında karşısına duvar gibi çıktı.

“Sıranı bekle, otur yerine.”

Olanları bir seyirci gibi seyrediyordu. Kimi zaman şaşırıyor, kimi zaman ise kendi durumuna gülenlerle birlikte, kendiside gülüyordu. Mahkemede yükselen devrim laflarını duyunca ürküyor, kendisinin de devrimci sanılacağını düşünerek daha bir kaygılanıyordu. Sekizinci duruşmaya gelindiğinde 4 ay daha geçmişti. Bu gün sıranın kendisine gelebileceği söyleniyordu. Yine duruşma başlar başlamaz ayağa fırlamış ve;

“ben tablacıyım” demişti.

Bu kez mahkeme başkanı biraz tebessüm ederek;

“tamam, sıran geldiğinde konuşursun” demişti.

Başkanın tebessümü tüm salona yayılmış herkes gerginlikten bir an kurtulup, gülmeye başlamıştı.

Nihayet öğleden sonra sıra ona geldi. Mahkeme başkanı onun adını okuyarak ayağa kalkmasını söyledi.

“Adın ne senin?”

“Ahmet Demir, Tablacıyım ben”

“Tamam, oğlum söyle bakalım örgüte ne zaman girdin?”

“Ne örgütü hakim bey, ben tablacıyım”

“Örgütle alakan yok mu?”

“Yok, efendim beni tablamın başından alıp getirdiler.”

“Durup dururken getirmemişlerdir seni.”

“Bende duruyordum, onlarda durdu, beni arabaya alıp getirdiler.”

“Sen ne kadar süredir tutuklusun?”

“Üç yıl biteli iki ay oluyor Hakim Bey,”

“Anlat bakalım,”

“Efendim ben o gün yine arabama meyve yüklemiş, sokaklara çıkmıştım. Sabahım yeni vakitleriydi. Etraf kalabalıktı. Birden bir şeyler oldu, biri gelip beni arabaya çekti, gözümü kapattı, içeri attı. Ben dedim, ‘tablacıyım” dinlemediler beni.

Hâkim dosyaları karıştırarak bir şeyler aradı. Kafasını iki yana doğru anlamsızca salladıktan sonra, sıkıntılı bir ses tonuyla, davanın ana sanığı Kemal’e dönerek,

“Kemal sen biliyorsundur, neden getirdiler bunu?”

“Efendim onun dedikleri doğru. Bizimle hiçbir ilişkisi yok. O gece bize operasyon çektiklerinde 12 arkadaşımızı yakalamışlardı. Bizi merkeze doğru getirirlerken, kırmızı ışıkta araba durduğunda, bir arkadaşımız, arabadan atlayıp kaçtı. Yakalayamadılar. Davada adı geçen bir arkadaşımız. Polislerde rapor etmeye korktular, merkeze de 12 kişi yakaladık, yoldayız, getiriyoruz diye bildirdikleri için, yolda onu aldılar arabaya. Bizde şaşırdık ama gerçekten doğruyu söylüyor, bizimle hiçbir ilişkisi yok.”

Mahkeme başkanı sıkıntılı ve gergin bir şekilde Kemal’i dinlerken, solanda sesler yükselmiş, gülüşmeler ciddiyeti ayaklar altına almıştı. Dosyaları biraz daha karıştırdı hâkim, hakkında hiçbir belgeye rastlamadı. “Allah, allah” diyerek, bir süre ne yapacağını düşündü. Savcı ile göz göze geldi. Savcı iddianamesinde onunda örgüt üyesi olduğunu söylemişti ama şimdi kararsız gibi görünüyordu.

Yine atıldı;

“Vallahi ben tablacıyım, devrimci değilim, bak onlarda söylüyor,”

“Tamam, oğlum, tamam, yaz kızım;

‘Sanık Ahmet Demir’in örgütle ilişiği olduğuna dair somut bir delile rastlanmadığı, sanık beyanlarında isminin geçmediği, daha önceden kaydının olmadığı dikkate alınarak tahliyesine karar verilmiştir.’

Tam üç yıl üç ay sonra yeniden tablasının başındaydı. Artık daha sakin semtlerde dolaşıyor, beyaz minibüslerden hep kaçıyordu.

8 Şubat 2011 Salı

KONTROL

Kontrol.

"Haciz" diyorlar burada adına. Şehre ulaşan yolda, askerler, yaptıkları siperlerde ve yol kenarlarında mevzilenmiş, gelip geçen araçları durdurup kimlik ve güvenlik kon¬trolü yapıyorlar. Yol kenarlarında haki renkli büyükçe bir çadır görülü¬yor. Burası olağan kontrol noktalarından yalnızca birisi.

Şehrin hemen her varoşunda sıkça kontrolden geçmek günlük yaşamın kaçınılmaz bir parçası olmuştu artık. Birkaç asker ve sivil yol ortasında, ellerindeki silahları kaldırarak, geçen araçları durdurup kenara çekiyorlar. Otobüsümüz kontrol nokta¬sına geldiğinde, askerlerin bir kısmı hızla içeri girerken diğerleri et¬rafımızı çeviriyorlar.

Eller tetikte!

Askerlerin olağan dışı gerginliği hemen anlaşılıyor. Alışılmış kontrol¬lerde bu kadar ciddi olmazlar, aramayı geçiştirmeye çalışır¬lar. Kimlikleri isteyen askerler bile ellerini silahlarının tetiğinden kaldırmıyorlar. Otobüsteki diğer yolcularla birlikte ben de kimliğimi göstermek için hazırlıyorum. Ağır süren kontrol bir süre sonra bana geldiğinde, sivil giyimli olana kimliğimi uzatıyorum. Daha önce ıs¬lanmış olan kimlikte yazılar yer yer okunmaz halde! Sivil giyimli asker bir süre ona baktıktan sonra gözlerini gözlerime dikip, soluk kimlikten anlayamadığını gözlerimden anlamak istercesine sert sert bakıyor. Yorgun, bıkkın bir sesi var:

“Kimsin sen?”

“Kimlikte yazıyor ya...”

Konuşur konuşmaz yabancı olduğumu hemen anlıyor. Suratı asılıyor. Kimliğimle birlikte söylene söylene yol kenarındaki çadıra gidiyor. Çadırı pencereden görebiliyorum. Masada oturan şişmanca adama kim¬liğimi gösterip, bana ilişkin bir şeyler anlatıyor. Biraz tedirginim. Neler olacak bilmiyorum. Ancak rahat görünmeye çalışıyorum. En ufak bir telaş onları kuşkulandırabilir. Sivil giyimli adam tekrar ya¬nıma geliyor.

“Aşağıya in, bizimle geleceksin.”

“Neden?”

“Kimliğinde sorun var. Yabancısın da...”

“Yabancı olmam neyi belirler? Sorun yabancı olmam mı?”

İtirazlarım işe yaramıyor, aşağıya iniyorum. Kimliğimi elinde taşıyan adamla birlikte çadıra giriyoruz. Yıpranmış tahta bir masanın arka¬sında kalın bıyıklı, şişmanca bir adam oturuyor. Sol tarafta küçük bir çay ocağının üzerinde çay suyu kaynıyor. Askerlerden birisi, kirli bar¬dakları yıkarken; diğeri suyun kaynamasını bekliyor.
Sorumlu olduğunu her halinden belli etmek isteyen kısa boylu şişman adam bir süre yüzüme baktıktan sonra soruyor:

“Nerelisin?”

“Türkiyeliyim.”

“Türksün ha?”

“Evet.”

“Dilimizi biliyor musun?”

“Evet, biraz.”

“Bu kimlikte hiçbir şey belli değil. Kimsin sen? Nereye gidiyorsun? Ne işin var burada?”

“Adım Kemal Altun. Cephenin adamıyım. Kamptan şehre iniyorum. Tanıdıklarımı ziyaret edeceğim.”

“Hem yabancısın, hem de cephenin kimliğini taşıyorsun. Bu kimliği sana nasıl verdiler, ne işin var burada?”

“Burada yaşıyorum. Cephede kalıyorum ve onların kimliğini taşıyorum. Bu normal bir şey. Pek çok yabancı var cephede.”

“Kimliği satın da almış olabilirsin. Onların hiç Türk askeri yok.”

“Hayır, yanılıyorsun! Ben onlarla kalıyorum.”

“Sana inanmayı isterdim ama tedbirli olmak zorundayız. Kimin ne ol¬duğunu anlamak çok zor.”

“Evet, haklısınız, ama başka türlü size nasıl yardımcı olabilirim?”

“Bu sabah askeri akademinin aracını kurşunladılar. On üç genç insanı¬mız öldü. Saldırganlar kaçtı.”

“Evet, sizi anlıyorum; üzgünüm, ama ben sabah kamptaydım. Benden şüphelenmeniz çok anlamsız. Kampa sorun isterseniz.”

“Askerlerimize kurşun sıkanları senin ülken de destekliyor. Biliyor musun?”

“Ülkem de şu an yönetimde olan askerlere ben de muhalifim zaten. Onun için buradayım, ülkemde aranıyorum.”

“Üzgünüm, araştırmak zorundayız. Emin olmak zorundayız.”

“Ben sizin düşmanınız değilim. Kaldığım Cephe de sizin dostunuz. Size kamp komutanının telefonunu vereyim, arayın emin olun.”

Sorumlu, yanıt vermiyor. Kafası karışmış gibi. Beni çadırın dışına alı¬yorlar. Sorumlu telefon ederek, kendi sorumlusunu arıyor. Çadırın önünde aramaya katılan diğer askerler etrafıma toplanıyorlar. Hep beraber telefonun sonucunu bekliyoruz. Otobüste bekletilen yolcular sinirli ve bıkkın bir halde bana bakıyorlar. Askerler benimle sohbete koyuluyor. Bozuk Arapçam hoşlarına gidiyor.
“Ben devrimciyim. Ülkemde aranıyorum. Siyonizme, emperyalizme ve gericiliğe ben de karşıyım. Onlar benim ve halkımın düşmanı...” diyorum.

Bu onları sevindiriyor. Bana daha yakın davranıyorlar. Sigara ikram edip, oturmamı istiyorlar. Az sonra konuşmasını bitiren so¬rumlu, yanıma geliyor:

“Üzgünüm, seni merkezden istiyorlar. Ama meraklanacak bir şey yok. Yalnızca seni tanımak istiyorlar.”

İtiraz ediyorum. Beni bekleyenlerin merak edeceğini söyleyerek, mer¬keze götürülmemi engellemeye çalışıyorum. Ancak çabalarım sonuç vermiyor. "Emre uymak zorundayız," diyor, sorumlu. Eliyle işaret ederek saatlerdir bekletilen otobüsün gitmesini söylüyor. Beklemekten sıkı¬lan yolcular, yeniden yola çıkmanın rahatlığını yaşarken, beni bir te¬dirginliktir sarıyor. Ne olacak merkez denilen yerde!
Yoksa gerçekten benden şüpheleniyorlar mı?

Merkez!

Beni tanımada kullanacakları yöntem, nasıl bir yöntem!..
Bu sözcük beynimi tırmalıyor. Kendi ülkemin "merkezleri” geliyor ak¬lıma. Birkaç kez götürülmüştüm. İlkinde daha bıyığım bile çıkmamıştı. Lise öğrencisiydim. Bırakıldığımda, günlerce gözlerime uyku girme¬mişti. Yaşadıklarımı kafamdan bir türlü söküp atamamıştım. Etkisi üzerimden uzunca bir süre gitmedi.

İkinci defa merkeze götürülüşümde liseyi yeni sonlamıştım. İlkinden daha acımasız geçmişti bu kez. Aylarca sürmüştü işkence. Artık "mer¬kez" ve "işkence" bütünleşmişti belleğimde. İşkenceyi tekrar yaşamak ürküntüsüyle her yanım titriyor... Yıllar sonra başka bir ülkenin, he¬sapsız bir bölgesinde yine bir "merkez"e götürülüyorum. Aklımda hep işkence... "Neden bana işkence yapsınlar" diye düşünüyorum. Ben hiçbir şey yapmamıştım onlara. Düşmanları da değildim. Yine de onlara gü¬venmiyorum. Biliyorum ki, yaşamak zorunda olduğum bu karmaşada, hiçbir şey tam anlamıyla güvenli değil. Burada günübirliktir güvenler, de¬ğerler... Belki de en kalıcı değerler, güvensizlik ve değersizlik... Her de¬ğer, iğrenç bir değersizliği içinde taşıyor. Tam bir kaos ve dejeneras¬yon yaşanıyor burada.

İki asker ve sivil giyimli sorumlu ile birlikte yola çıkıyoruz. Bindiğimiz askeri araç hızla ilerleyerek, uzun bir yolu kısa sürede alı¬yor. Üç katlı, duvarlarında renkli afişler asılı, bayraklarla donatılmış bir binanın önünde duruyoruz. İçeri girerken kapıdaki nöbetçinin me¬raklı bakışlarını üzerimde hissediyorum. Genç bir subay beni teslim alıyor. Yanı başımızdaki odaya geçiyoruz. Oturmamı söylüyor. Masanın yanındaki koltuğa ilişiyorum. Kapıdaki görevli askere çay söyleyen su¬bay, sonra bana dönerek konuşmaya başlıyor. Oldukça hızlı konuşuyor. Anlamakta zorlanıyorum. Genç subay bir ara durup, gözlerimin içini yoklayarak;

“Beni anlıyor musun?” diye soruyor.

“Biraz. Ama şiveniz yabancı, anlamakta zorlanıyorum. Zaten Arapçam iyi değil.”

Gülüyor. "O kadar şeyi boşuna anlattım" dercesine söylenerek dışarı çıkıyor.

Genç subayın davranışları beni biraz olsun rahatlatıyor. En azından şimdilik işkenceye niyetli değiller. Burası insan pazarı gibi bir yer. İnsanlar diğer pek çok şey gibi, alınıp satılabiliyor. Takası yapılıyor. Kurşuna diziliyor veya denenmemiş yeni bir yöntemle öldürülüyor... Tüm bunları insanlar, insanlara yapıyor... Hem de kimi zaman insanlık adına... İnsanlığın yalnızca adı kalıyor geriye... Bu tür şeyler o kadar sıradanlaşmış ki burada, insanlar yadırgamıyor bile. Çok doğalmış, ya¬şamın bir parçasıymış gibi, kabullenilmiş...

Kafam, belirsizlik içinde boğuşmaktan yorgun düşüyor. ellerimle şa¬kaklarımı ovuşturuyorum, rahatlamaya çalışıyorum. Kapı açılıyor. Genç subay, yanında orta yaşlı, sarışın, ince yapılı biriyle birlikte odaya gi¬riyor.

“İşte sana Türkçe bilen birisini getirdim. Senin için daha rahat olur. Arkadaş bizden.”

Tercümanım, elini bana uzatıyor; tokalaşıyoruz.

“Merhaba, adım Ali. Türkmenim. Sana yardımcı olmaya çalışacağım. Ya senin adın ne?”

“Kemal.”

“Bak Kemal, bizden korkmana gerek yok. Bilgi için kimi sorular sor¬mamız gerekiyor. Anlıyorsun değil mi? Nerelisin?”

“İskenderun.”

“Arapsın o zaman?”

Bu soru şaşırtıyor beni. Arap değilim. Kaldı ki böyle şeylerin benim için önemi bile yok. Ama Türklerden öylesine nefret ediyorlar ki... Osmanlı’dan kalma dört yüz yıllık nefret duygusunu bilinçsizce taşıyor gibiler.

“Arabım, annem Arap.”

“Arapçan biraz bozuk...”

“Evet, bizim evde pek Arapça konuşulmazdı, çevremde de öyleydi.”

Benden öğrendiklerini, konuşmaya ara verip, bizi dikkatlice dinle¬yen subaya anlatıyor. Subay elindeki kâğıtlara bir şeyler yazdıktan sonra, Ali'den bazı şeyleri daha sormasını istiyor. Ali soruları not alı¬yor. Odadaki havayı iyiden iyiye yumuşatıyor. Ben de yetersiz, bozuk Arapçamla konuşmalara katılıp, gülerek şakalar yapmaya başlıyorum. Yüreğimdeki tedirginlik biraz hafifliyor. Ali tekrar sorular sormaya koyuluyor:

“Ülkenden neden kaçtın?”

“Aranıyordum.”

“Neyle suçladılar seni, neden aranıyordun?”

“Siyasiyim, muhalifim.”

“Ülkenden nasıl çıktın, buraya nasıl geldin?”

“........”

“Ne zaman geldin?”

“Altı ay kadar oluyor.”

“Hep aynı cephede mi kaldın?”

“Evet.”

“Başka bir ülkeye gitmeyip neden ülkemizde kalıyorsun?”

“Ülkeme yakın. Her solukta kokusunu duyabiliyorum. Olabildiğince ül¬keme yakın olmak istiyorum. Ayrıca Filistin davasına saygı duyuyorum. Onların yanında olmak beni mutlu ediyor.”

Tercüman Ali bir süre daha sorular sormaya devam ediyor. Tüm soru¬lara mantıklı ancak pek doğru olmayan yanıtlar veriyorum. Kimi genel şeyler dışında, gerçekle ilgili olmayan şeyler söylüyorum. Kimi soru¬ları da, anlattıklarım inandırıcı diye yanıtlamıyorum.

Bu ülke kimseye güvenmemeyi öğretmişti bana. Ben de iyi bir öğrenci gibi davranmıştım. Şimdilik hiçbir sorun çıkmıyor, ama ya sonra? Tekrar aynı şeyleri sorarlarsa ve ben bocalarsam... Her şeyi ezberle¬meliyim.

Ben verdiğim yanıtları içimden tekrar ederek ezberlemeye çalışırken, tercüman Ali de subaya benden edindiği bilgileri aktarıyor. Bu arada odanın kapısı hızla açılıyor; içeriye önce, zayıf, uzun boylu, gözlüklü, rütbeli genç bir subay giriyor. Arkasından birkaç asker. Genç subay ve tercüman Ali ayağa kalkıp toparlanıyorlar. Yeni gelen subay sorgu tutanağını eline alıp, göz gezdiriyor. Okuduklarına inan¬madığını göstermek istercesine suratını asarak, sert bir tonla;

“Bunlar hikâye,” diyor. “Bizi kandırmaya çalışıyor. Tek sorguda her şeyi an¬lattı ha!.. Üzerini arayıp yan odaya götürün.”

Askerlerden birkaçı hareketlenerek üzerimi aramaya koyuluyor. O âna kadar üzerim aranmamıştı. Silahım da belimdeydi. Arayan asker sila¬hımı aldı, diğer eşyalarımı da. Sorumlu subay silahı eline alıp şaşkınca soruyor:

“Bu silah ne?”

“Ben cephede askerim. Sizlerin de silahı var, benim de. Taşımak zorun¬dayım.”

“Üzerinde silahın var ve her sorduğumuza yanıt veriyorsun. Üstelik hiç kullanmayı düşünmeden, hemen bize teslim ettin. Yerinde başkası olsa çok şey yapabilirdi. Ancak verdiğin yanıtlar da doğru değil. Sana inan¬malı mı bilmiyorum.”

“Ben size karşı neden silah kullanayım, siz benim düşman olarak kabul ettiklerimden değilsiniz ki... Aklıma dahi gelmedi.”

Yan odaya geçiriyorlar beni. Burası ufacık bir oda. Duvarlarında kuru¬muş kan lekeleri görünüyor. Köşede bir ranza var, birkaç tane de koltuk duruyor. Yan yana iki koltukta, elleri birbirine kelepçeli, gözleri siyah bir bantla bağlanmış iki kişi, sessizce oturuyorlar. Ben onlara göre ra¬hat sayılırım. Odadan çıkmadan önce beni uyarıyorlar:

“Konuşma!..”

Askerler çıktıktan sonra karşımdaki koltukta oturanları incelemeye koyuluyorum: İki genç adam. Giyimleri temiz. Biri diğerine göre daha ince. Yüzleri sapsarı. Yürekleri korku yüklü. Bunu hissediyorum. İçimden bir ses bunlar Türkiyeli diyor. Ülkemden bir sıcaklık geliyor, yanı başıma. Ayağa kalkıp yanlarına gidiyorum.

“Merhaba.”

“ ........”

“Beni anlıyor musunuz?”

“........”i.

“Nereden geliyorsunuz, neden gözleriniz bağladılar?”

“........”

Yanıtsız kalıyor sorularım. Beni anlamıyorlar mı yoksa konuşmaktan mı korkuyorlar? Anlamamış olsalar, kendi dillerinde bir şeyler söyler¬ler... Korkuyorlar. Onları konuşmaya zorlamaktan vazgeçip, hırsla ye¬rime dönüyorum. Cebimden sigaramı çıkarıp, yakıyorum. Gözlerim ta¬vanı yokluyor. Gelecekleri belirsiz insanların, ürküntü dolu yüzlerine bakamıyorum. Sigaramdan birkaç nefes çekmiştim ki, içle¬rinden biri usulca sesleniyor:

“Sizi anlıyoruz. Biz de Türkiyeliyiz. Konuşmamamız için bizi tehdit ettiler. Kusura bakma.”

“Siyasi misiniz?”

“Evet.”

“Hangi örgütten?”

“........”

“Nereden geliyorsunuz?”

“Almanya'dan. Arkadaşlarımızın yanına geldik. Pasaportumuz dışında kimliğimiz yoktu. O da sahteydi. Bizi apar topar buraya getirdiler. Ne yapacaklar, bilmiyoruz.”

“Arkadaşlarınızın haberi var mı?”

“Sanırım. Bizi bekliyorlardı.”

Yanılmamışım. Ülkemin insanları bunlar. Katıksız bir Türkçe konu¬şuyorlar. Kendi ülkemizden kilometrelerce uzakta, başka bir ülkenin, parsellenmiş bir bölgesinde, daracık, kan lekeleriyle kaplı bir odada karşılaşıyoruz. Oysa daha başka nerelerde karşılaşamazdık ki!.. İstanbul'da, Galata köprüsünün altında biramızı yudumlarken, Adana Sular’da volta atarken... En olumsuz halde, İstanbul, Ankara veya başka bir şehrin emniyetinde... Veya bir cezaevinin nemli bir köşesinde karşılaşabilirdik. Ama yaşam bizi burada karşılaştırmıştı.

Hiçbir hukuksal dayanağımızın olmadığı bu ülkede, bir grup insanın ellerindeyiz. Belki "hangi örgüttensin", "hangi eylemlere katıldın" sor¬gusuyla işkence görmeyeceğiz. Yine de tutsağız!.. Ülkemizden kaçıp ülkelerine gelmiştik. Üstelik gelirken, onlara sormamıştık bile. Ateş hattından kaçan sığınmacılardık. Bizler sağanaktan kurtul¬maya çalışırken, önümüze çıkan ilk kovuğa sığınır gibi sığınmıştık, ül¬kelerine. Belki de bu yüzden bizleri sorgulama hakkını kendilerinde görüyorlar. Bizden önce kim bilir kaç kişi gelip geçmiştir buradan! Haksız olan bizler miydik? Yoksa, kendi ülkemizde bize yaşam hakkı tanımayanlar mı? Başka ne yapabilirdik ki? Sonu hiç gelmeyecek bir tutsaklığa, "yaşasın ölüm" dedirten işkencelere, uykusuz firar gece¬lere ve insanlık onurunu yadsıyan pek çok şeye karşın, ülkemizde kal¬makta ayak mı diretmeliydik? Yıldızsız karanlık bir gecede, insansız bir sokağın köşe başında, cansız yatmak da vardı göze almamız gereken. Tüm bunları göze alamayan bizler, birer korkak mıydık? Her şeye rağ¬men ülkemizde mi kalmalıydık? Babaların, öz evlatlarını ihbar edip yakalattığı bir kaosta, daha ne kadar dayanabilirdik? Ülkemin sınırla¬rını arkamda bıraktığım ilk gece, bir hüzün, bir burukluk vardı yüre¬ğimde. Son kez arkama dönüp baktığımda, kafamda tek bir soru takılı kalmıştı: Bir daha geri dönebilecek miyim?.. Zor olanı göze alamayıp, rahat olanı mı seçmiştik? İşkencelerde, çatışmalarda, idam sehpala¬rında katledilen insanların haberleri kulaktan ku¬lağa yayılırken, bizler sırtımızı dönüp, kaçıyor muyduk? Can telaşı ¬mıydı bizimkisi? Utanılacak, hesabı verilemeyecek bir şey miydi, yaptığımız?..

Yeni bir sigara yakmaya koyuluyorum. Kapı açılıyor. Sorgucular odaya doluşuyor. Sertlikleri biraz kaybolmuş gibi. Bana inanıp inanmamakta kararsız olan sorumlu yanıma gelip, eliyle, gözleri bağlı olan diğer ar¬kadaşları göstererek soruyor:

“Bunları tanıyor musun Kemal?”
“Hayır tanımıyorum.”

“Bugün yakalandılar. Üzerlerinde sahte pasaport çıktı. Bunlar da senin ülkenden. Avrupa’yı bırakıp buraya gelmişler. Burada kalmak istiyor¬larmış. ‘Biz devrimciyiz,’ diyorlar ve bizim, her söylediklerine hemen inanmamızı bekliyorlar. Bizim ülkemiz bu duruma nasıl geldi sanıyor¬sun. Sınırlarımız han kapısına döndü. Devlet diye bir şey kalmadı. Her çeşit insan cirit atıyor topraklarımızda. Her gün onlarca insanımız öl¬dürülüyor. Bizim kendi sınırlarımızı, halkımızı korumaya hakkımız yok mu? Daha ne yapmamızı bekliyorsunuz?”

“Bizim size zararımız dokunmaz.”

“Bunu ben de biliyorum.”

“O zaman bizimle neden uğraşıyorsunuz?”

“Anlayın bizi, kendi güvenliğimizi sağlamak zorundayız.”

Tercüman Ali ile yardımlaşarak uzunca bir süre tartışıyorum. Sorumluyu anlayamadığım zaman o bana yardım ediyor. Ben de anlat¬makta zorlandığımda ona kendi dilimle anlatıyorum. Çoğu zaman öyle¬sine zorlanıyorum ki, dilimi oynatmak dahi içimden gelmiyor. Beynim müthiş yoruluyor, bitkin düşüyor. Sorgu sorumlusu subay, odadan çık¬tıktan sonra, tercüman Ali yanımda kalıp, ellerini omzuma koyarak üzüldüğünü göstermeye çalışıyor:

“Üzülme, birkaç gün sonra bırakırlar.”

Türkiyeli dostlarla kalıyorum. Az önceki tartışmada seslerini çıkartmadılar. Yalnızca dinlediler. Oysa tartışma kendileriyle de ilgiliydi. Durumu kabullenmiş gibiler. Kaçağız ya, sığınmacı!.. Her şey doğal...

Genç subay odaya girip hazırlanmamı söylüyor. Anlaşılan, kalacağım birkaç günü de burada geçirmeyeceğim. Odadan çıkmadan önce dost¬lara bakıyorum, son kez. Onlar bana bakamıyorlar. Şeytanın bile aklının karıştığı bu ülkede, bir daha karşılaşabilmemiz imkânsız gibi...

“Hoşça kalın dostlar...”

Ana kapıdan çıkmazdan önce gözlerimi bağlıyorlar. Hem de "bu seni ür¬kütmesin" demeyi ihmal etmeden. Arabaya biniyoruz. Sarsılarak ilerliyor, trafik gürültüsünü geride bırakıyoruz. Arabanın her savruluşunda, kendimi karanlık bir boşlukta yuvarlanır gibi hissediyo¬rum. Sonu belirsiz, derin bir boşluk.

Belleğimde, yıllar öncesinde bir haziran gecesi, gözlerim bağlı emni¬yete götürülüşüm canlanıyor. Mevsimin son yağmuru toprağı delerce¬sine bir hışımla yağarken, geride talan edilmiş bir ev ve korku dolu acılı yürekler bırakarak tıkılmıştım, karanlığa... Patlamış dudaklarım¬dan akan kan, olacakların habercisiydi sanki... Aylarca sürmüştü ka¬ranlık. Aylarca sürmüştü işkence. Gün ışığı belleğimden silinip git¬mişti. Bir dünyadan başka bir dünyaya çekilmiştim ansızın. Ölümün bile özlendiği, insanca değerlere yer olmayan karanlık bir dünya... Aylar sonra güneşe yüz dönüp gülümsediğimde, yeni bir yaşamdı artık, yüreğimde ulaştığım.

Gözlerim yine bağlı. Karanlıktayım. Gözlerim karanlığı kabullenmiyor, direniyor. Ağırlaşıyor tonlarca. Ellerimle göz bağının üzerinden bastı¬rıp, karanlığı irademle sınırlandırmaya çalışıyorum. Ben kapatıyorum gözlerimi, başkası değil... Görmek istemiyorum ve görmüyorum. Gözlerimin sancısı hafifliyor, rahatlıyorum.

Hiç konuşmuyorum. Bana sorulan soruları yanıtsız bırakıyorum. Sohbet etmeyi deniyorlar. Yine susuyorum. İçimden konuşmak gelmiyor. Konuşmak hiçbir şeyi değiştirmiyor. Ne söylenirse söylensin yine bildiklerini yapıyorlar. Sürekli susmam, onları rahatsız ediyor. Genç subay dayanamayıp göz bağımı açıyor. Diğerlerine dönüp bir küfür sallıyor:

“Bize hiçbir zararı dokunmayan insana neden böyle yapıyoruz? Hem emperyalizme ve Siyonizm’e karşı birlikte dövüşmüyor muyuz? Birlikte kurşun sıkıp, yan yana ölmüyor muyuz?”

Sonra bana dönüp devam ediyor:

“Sana hiçbir şey olmayacak. Hiç korkma. Bir şey yapmaya kalkan olursa adımı ver. Adım Ebu Emin.
Onun dostuyum de. Oldu mu Kemal?”

“Bana neden bunları yapıyorsunuz?”

“Bilmiyorum ama senin şahsınla ilgili değil.”

“Başka ne ile ilgili o zaman?”

“Tam bilmiyorum.”

“Dostlarınızı ve düşmanlarınızı mı değiştirdiniz?”

“Hayır, hayır böyle bir şey olamaz. Düşünme bunu.”

Ebu Emin'le konuşmamız sürerken, araba duruyor. Yüksek duvarlı bir binanın önündeyiz. Nöbetçi arabayı tanıyor, aralanan kapıdan yavaşça geçiyoruz. Tek katlı uzunca bir binanın arka kapısından bod¬rum katına iniyoruz. İçeride üç-beş asker oturuyor. Bir masa, köşede küçük bir dolap ve birkaç sandalye göze çarpıyor. Askerler, Ebu Emin'i görünce ayağa kalkıyorlar ve kendilerine çekidüzen veriyorlar. Kapının yanı başında, konuşmalarını dinliyorum. Ebu Emin, "Misafir o, iyi davranın," diyor ve çekip gidiyorlar.

Artık yeni insanların elindeyim!..
Ayaktayım!

Bu kez "otur" demiyorlar. Yüzümü duvara çevirip üzerimi arıyorlar. Sigara ve kibritimi arıyorlar. "Yasak" diyorlar. "Ama" diye itiraz ede¬cek oluyorum, sesim çıkmıyor. İtirazım hiç bir şeyi değiştirmez, bili¬yorum. Saatimi istiyorlar. Ben nedenini öğrenmeye çalışırken, söküp alıyorlar. Tüm bunlar olurken "misafir" olduğumu düşünüyorum.

Ya misafir olmasaydım?

İtirazın fayda etmeyeceğini anlıyorum. Birkaç gün nasıl olsa diyerek, eşyalarımın alınmasının üzerinde durmuyorum. Gardiyan askerlerden iri kıyım olanı, masanın üzerindeki anahtar yığınını eline alıp "Benimle gel," diyor. Peşine takılıyorum. Sol yandaki koridorun şebekesini geçip, hücrelerin bulunduğu yere varıyoruz. Koridorda tek bir lamba yanıyor. Hücrelerin mazgalları kapalı. Karşılıklı on kadar hücre sayıyorum. Sağdan üçüncü hücrenin önünde duruyoruz. Gardiyan asker elindeki anahtarları tek tek yoklayarak, hücrenin anahtarını buluyor. Kapı gü¬rültüyle açılıyor. El içi kadar bir boşluktan sonra, bir kapı daha var. Kapı boşluğunda, kendini zor aydınlatan soluk bir ampul yanıyor. İkinci kapı açıldığında, ürkütücü bir ses koridora yayılıyor. Gardiyan eliyle işaret ederek, beni içeri "buyur" ediyor. Sinsi sinsi sırıttığını hissedi¬yorum. İçeri giriyorum. Misafirhane burası!..

Karanlıkta görmekte zorlanıyorum. Çevremde kımıltılar hissediyorum. Benim dışımda iki kişi daha var. Zorla seçebiliyorum yüzlerini. Diz çö¬küp, kıvrıldığım yerden onları seyrediyorum. Hiçbir şey düşünemiyo¬rum. Beynim yorgunluktan dökülüyor. Ağrıyor da üstelik. Gözlerim ka¬ranlığa alışıyor, hücre ortaklarımı seçebiliyorum artık. Öyle ya ortak sayılırız... Birisinin gözaklarından ve dişlerinden başka her yanı simsi¬yah. Saçları kıvır kıvır; iki büklüm haliyle bile boyu uzunca görünüyor. Gözleri karanlıkta parlıyor. Sudanlı olduğunu söylüyor,

"Ben Ahmet," diyor.

Diğeri Mısırlı, Cemal. Kısa boylu, tıknaz. Saçları önden dökük. Kırk yaşlarında gösteriyor. Güven verici bir yüz ifadesi yok. Daha ilk bakışta, uyanık geçinen, üçkâğıtçı bir tip izlenimi uyandırıyor bende.

Diğeri Merdan. Kürt. O da Türkiyeli. Ürkek bakışlarıyla beni süzüyor. Sudanlı Ahmet, daha bir girişken. Yarı Arapça, yarı İngilizce, sohbet etmeye başlıyoruz. Ben kısaca durumumu anlatıyorum.

"Bırakırlar seni," diyor.

“Ben tam kırk altı gündür buradayım. Sürekli işkence yapıyorlar. Ajansın diyorlar. Irak ajanı. Bunun için birkaç kez Irak'a gitmiş olmam yetiyor... Bizim oralarda insanlar çok yoksuldur... Bizler de yoksuluz, iş bulmak çok zor. Pek çok insan çalışmak için ülkesini terk edip, başka ülkelere gider. Ben de Irak'a çalışmaya gitmiştim, orada iş bulabilece¬ğimi sanıyordum. Birkaç Iraklı tanıdığım vardı... Sonra, sonra olan oldu. Buradayım işte. Daha ne kadar tutarlar, bilmiyorum. Deli olaca¬ğım. ‘Öldüreceğiz,’ diyorlar. Korkuyorum. İsterlerse çok rahat öldüre¬bilirler beni... Suçsuz olduğuma bir türlü inanmıyorlar. Ben neden Irak'a ajanlık yapayım? Saddam, tüm Araplara ihanet etmedi mi? Hain o!”

Sudanlı Ahmet konuşurken, sanki gözleri yerinden fırlıyor. Yüreğinde ölümüne bir korku taşıyor gibi...

Başımı Mısırlıya çeviriyorum. Köşede sessizce büzülmüş, konuşmalarımızı anlamaya çalışıyor.

“Ya seni neden getirdiler?”

Mısırlı uzunca bir süredir bu sorunun sorulmasını bekliyor gibi hızlı hızlı anlatmaya başlıyor. Beni inandırmak gibi bir çabası var. Oysa benim inanıp inanmamam neyi değiştirecek...

“Kaldığım otelden aldılar beni. Tüccarım ben. Ticaret için geldim bu¬raya. Pasaportum, izin belgem her şeyim tamam. Yine de getirip buraya attılar beni. Saddam’ın ajanı olduğumu söylüyorlar. Sürekli buradaki tanıdıklarımı soruyorlar. Allah şahit benim hiçbir şeyle ilgim yok. Bıraksalar hemen ülkeme döneceğim. Bir daha buraya gelmek mi... Tövbeler olsun. Sorumlu, ‘Seni yasal olarak, ülkeden çıktı gösterdik, ölene kadar buradasın,’ diyor. İlk geldiğimde çok dövdüler, ‘gene ala¬cağız’ dediler... Beni öldürecekler...”

Daha çok şey anlatıyor Mısırlı. Arapça beynimi yoruyor. Her Arapça ke¬limeyi Türkçeye çevirerek anlamaya çalıştığımdan olsa gerek, beynime bir ağırlık çöküyor. Kimi zaman bildiğim kavramları bile anlamakta zorluk çekiyorum. Mısırlı belki başka şeyler de anlattı. Ama ben, ton¬larca ağırlaşan beynimle ancak bu kadarını anlayabildim...

Merdan kendinden söz etmeyi istemez gibi görünüyor. Kararsız. Bana güvenmeli mi yoksa güvenmemeli mi! “Bu adamı bilinçli olarak benim yanıma koydular” diye düşünüyor olmalı. Sonra hikâyesini kısa kesik cümlelerle ve bozuk bir Türkçeyle anlatıyor:

“Üç ay oldu ben buraya geleli. Örgütten ayrıldım. Ne olduğunu anlamadan beni yakalayıp buraya getirdiler. ‘Türkiye’ye vereceğiz’ diyorlar. Verirlerse beni yaşatmazlar.”

Yaşı daha genç. On sekizine yeni girmiş gibi. Korkuyor. Merdan korkmasın da ben mi korkayım. Daha hayata yeni adım atmışken örgütü tanımış ve yaşamına bağlanmış. Ancak bir süre sonra kaçmak zorunda kalmış. Örgüt de yaptığına ihanet demiş ve onu, düşman saflarına koymuş. Merdan’ın umutları yaşama yeni başlamışken tükenmiş. Ne yapacağını bilmiyor. Herkesten, her şeyden korkuyor. Yaşamı dar etmişler ona. Diyarbakırlı. İlkokuldan sonra okumamış. Köyde toprakla uğraşıp yarı aç yarı tok yaşayıp gidiyormuş. Umutsuzmuş ama çaresiz değilmiş.

“İstanbul’a çalışmaya gidecektim, köye geldiler. Aralarında ilkokuldan arkadaşım Baran da vardı. ‘Böyle ezilerek, aç sefil yaşamak, yaşamak değil’ dedi. ‘Eziliyoruz, horlanıyoruz, aç kalıyoruz’ dedi. ‘Bu devletin bize reva gördüğü bu. Mücadele etmeliyiz’ dedi. Birkaç gün köyde kaldılar. Sonra ben de onlara katılıp dağa çıktım... Olanlar ondan sonra oldu. Bir yıl dağda kaldım, köyleri dolaşıyor, eylem yapıyorduk. Sonra Baran örgütle çatışma yaşadı. Benim köylümdü. Ben de ona katıldım. Sonuçta buradayım.”

Merdan tükenmiş gibi, konuşmakta bile zorlanıyor. Yaşamı kavrayabilecek bilince sahip değilken, onu değiştirmeye yönelmiş. Yaşam da onu savurup atmış. Tutunacak hiçbir dalı kalmamış. Yaşam artık ağır bir yük onun için. Altından kalkmaya çalıştıkça daha bir batmış...

Öylesine yorgunum ki... Uyumak istiyorum. Ölesiye bir uyku çöküyor. Göz kapaklarım kendiliğinden düşüyor. Uyumakla her şey bitecekmiş gibi gelir, bana. Daracık hücrede leş gibi kokan tek bir yatak var. Çömeldiğim yere kıvrılıyorum, hemen dalmışım...

Sabahın erken saatlerinde kulağıma gelen gürültüyle uyandım. Askerler... Sabah sporuna çıkmışlar. Hep bir ağızdan olanca nefeslerini kullanarak bağırıyorlar, slogan atıyorlar:

"Tüm Araplar tek bir ulustur ve tek kurtuluş yolları sosyalizmdir!"

Aklım takılıyor slogana. Düşünüyorum... Hem Arapları tek bir devlette toplayacaklar hem de sosyalizmi kuracaklar. Yani Araplar için sosya¬lizm. Bu topraklarda yaşayan diğer halklara hiçbir şey yok... Hem Arap milliyetçiliği hem de sosyalizm... Nasıl becereceklerse bunu? Her şey bir yana, eğer kurtuluşun tek yolunun sosyalizm olduğuna gerçekten inanıyorlarsa, benim burada ne işim var?.. Beni buraya apar topar tıkı¬verdiler... Oysa ben sosyalistim diye haykırmıştım. Demek ki onlara kabul ettirecek kadar haykıramamıştım!.. Sonra, "Kahrolsun emperya¬lizm ve siyonizm!" sloganı yükseliyor. Ardından diğer sloganlar. Düşmanlarımız hep ortak. Bağıran askerlerle, kapımda nöbet tutan gardiyanlarla aynı saflardayız. Bırakmak isteselerdi bir telefon etmeleri yeterdi. Her şeyi öğrenirlerdi. Neden etmediler acaba? Kaldığım cepheyle yeni ve yakın zamanda sorunları mı çıktı? Düşman mı saymaya başladılar? Böyle bir şey olsa söylemeleri gerekirdi. Ben de az çok duyardım. Ama yine de belli olmaz. Burada kimi zaman dostlukların ömrü, saatini bile doldurmuyor. Bir gün önce rahatlıkla geçilebilen bir sokaktan ikinci gün geçilemeyebiliyor. Anlık bir gelişmede el değiştirmiştir sokak. Ya da yeni bir olayla dost bilinen sokaklar düşman olmuştur. Basıyorlar kurşunu. Hiçbir şeyin, ama hiçbir şeyin kalıcılığı yok bu¬rada.

Kafamdaki karmakarışık düşüncelerden kendimi sıyırıp hücreye dönü¬yorum. İki sıra briket örgüsüyle, yatılan yerden ayrılmış tuvalette yüzümü yıkıyorum. Ufacık bir delikten sızan gün ışığı hücreyi aydın¬latıyor. Şimdi daha iyi görebiliyorum...

Sudanlı, geceden daha zayıf. Simsiyah. Köşeye çömelmiş, elleriyle il¬ginç hareketler yapıyor. Kolunu kısa, kesik hareketlerle aşağıya doğru fırlatarak uzun parmaklarını birbirine çarptırıyor. Ve müzik ritmini andıran bir ses çıkarıyor. Yüzünde tebessümün belirtisi yok. Merdan gözlerini tavana dikmiş anlamsızca bakıyor. Mısırlı diz çökmüş, vücudunu öne arkaya sallayarak bir şeyler mırıldanıyor. Kendini bu işe kaptırmış gibi...

“Ne yapıyor bu?”

“Dua ediyor. Birazdan sorguya alacaklar. Allahtan başka yardım edecek kimi var ki?..”

Ayağa kalkıp ayaklarımı rahatlatıyorum. İlk kez açlığı hissediyorum. Uzun bir süredir tek bir lokma yemedim. Midem kazınıyor. Heyecandan olsa gerek, daha önce hiç aklıma gelmemişti.

“Burada sabah yemeğini ne zaman veriyorlar?”

“Ne yemeği?”
“Sabah için kahvaltı.”

“Sabah yemeği yok burada.”

“Neden?”

“Vermiyorlar. Sadece tek öğün veriyorlar. Akşama yakın geliyor o da.”

“Peki, doyuruyor mu?”

“Onlar doyurduğunu söylüyor. Ben alıştım. Yakında sen de alışırsın. Bazı akşamlar haşlanmış patates dağıtıyorlar.”

Sudanlı Ahmet'in patates dağıtımından söz ederken gözleri parlıyor. Seviniyor. Bense şaşkınım. Ülkemi düşünüyorum. İstemeden ülkemdeki ‘merkezler’ geliyor aklıma. Yemek sorunumuz pek olmazdı. Her türden yemeğimiz bulunurdu. Dayağımızı da, aşımızı da yerdik. Kimi yerlerde çay ve sigara bile satılırdı... Kıyaslamanın kendisi bile beni iğrendiri¬yor... Kendime kızıyorum. Neyi kıyaslıyorum. İnsan onuruna yönelik, çağdışı saldırıların detayda gizlenmiş kimi farklılıkları önemli mi? "Bizim işkencemiz daha insancıl" diyen polisler gibi hissediyorum kendimi. Kendimden utanıyorum.

İşkence her yerde aynıdır. İşkenceci de... Tüm işkenceciler aynı ruhla, aynı amaçla insana saldırı¬yorlar. İnsanın iradesini zayıflatıp, parçalamak... Bilinç bütünlüğünü yok edip, kişiliksizleştirmek... İnsan eylemini biçimlendiren amaç her zaman önemli ancak, burada değersizleşiyor. Karşıtının eylemine denk düşen her türden düşünce, farklılığını kaybediyor. İşkence nerede ve nasıl yapılırsa yapılsın amaç ortak değil mi? Horlanan, eziyet edilip parçalanmaya, çözülmeye çalışılan insan onuru değil mi?.. İnsan değil mi?.. Demokratik amaçlı işkence... Nedir? Çoğunluğun çıkarını korumak için azınlığa ya da bireye eziyet etmek. Çoğunluğa zarar veren ya da kendini çoğunluğun temsilcisi görenlere yönelen kişiyi -insanı- zararsız hale getirmeye çalışmak. Çözmek... Çözebilmek için her türlü yöntemi olur saymak... İnsan; insani değerler harcanarak, insanlık onuru hiçe sayılarak, insana eziyet etmeyi meslek haline getirecek insanlar yetiştirilerek korunacak... Yani insancıl amaçlı işkence!.. Veya insanlık adına görev yapan işkenceci!..

Koridordan ayak sesleri geliyor. Mısırlıya çevriliyor gözlerim. Köşede büzülmüş, titriyor. Eriyip, küçülmüş; duvarda sığabileceği küçük bir delik bulsa, içine girip kaybolacak sanki... Yüzü, donuk bir sarıya kes¬miş. Sarı değil, kirli bir beyaz... Koridordaki ayak sesleri biraz daha yaklaşıyor. Mısırlı Allahı hücreye taşıyor. Merdan donuklaşmış bakışlarını kapıya yöneltiyor. Sudanlı Ahmet kulağını ka¬pıya dayamış, soluksuz bekliyor. Yüzü bir parça soluk. Sürekli görünen dişlerinin parlaklığından eser yok... Gözleri siyaha çalıp, derisiyle bü¬tünleşmiş... Ayak sesleri kesiliyor. Ancak açılan bizim kapı değil. Yan hücreden, bağırıp küfrederek birini çıkartıyorlar. Tiksindirici bir yal¬varış sesi koridora yayılıyor.

“İnanın bana, benim onlarla bir ilişkim yok. Onlar benim halkımın düşmanı.”

Sesi öylesine yakarış yüklü ki, sözleri ağlama nağmeleri gibi anlamsız geliyor. Atılan tekme ve yumruk sesleri, kesik kesik acılı feryatlar kulağımı parçalıyor. Tüylerim ayağa kalkıyor. Yüreğim nefretle çarpı¬yor, bir ürperti, bir korku her yanımı sarıyor. "Bunlar resmen işken¬ceci" diyorum içimden. Sorguculardan biri bizim hücrenin mazgalını açarak hayvani bir tonla sesleniyor:

“Sen de hazırlan Mısırlı. Namussuz. Saddam köpeği. Seni mahvedece¬ğim. Her şeyi anlatacaksın bize.”

Mısırlı yalvarmak için mazgala fırlıyor. Ancak yetişemiyor. Sorgucu hızla mazgalı kapatıp, uzaklaşıyor. Mısırlı ona anlatacaklarını bize anlatmaya koyuluyor. Gözlerinden inen yaşlar, burnunu aşıp ayaklarının dibinde birleşiyor. Sesi boğuk...

“Ne desem inanmıyorlar. Yukarıda Allah var, hiçbir ilişkim yok on¬larla.”
Yeniden büzülüyor köşeye... Elleriyle yüzünü kapatıp, sallanmaya koyu¬luyor. Merdan ile Sudanlı Ahmet rahatlamış gibiler. Sudanlı Ahmet biraz sakin bir tonla;

“Bugün almayacaklar onu. Bu kesin,” diyor. Dişleri yine meydana çıkıyor, gözleri parlıyor.

Derinden gelen bir bağırtı tüm koridora yayılıyor. Ciğerleri söken acı yüklü, anlık haykırış... Hemen kesiliyor. Arkasından rast gele bağırtılar. Sille, tokat, tekmeler... Tekrar, tekrar bağırtılar, yine bir haykırış, soluğu tüketen cinsten... Küfürler, bağırtılar... İlk anda elektrik geli¬yor aklıma. Akımı yükledikçe bağırttırıyorlar çocuğu. Onu göremedim, ancak haykırışı gencecik. Beyni ânında felç eden elektrik... Kesik ke¬sik bağırtılar ondan olmalı. Aniden beyne yüklenen şok, bedenin tüm hücrelerini yerinden koparıyor. Kaslar son sınırını zorlarcasına gerili¬yor. Eklem yerleri hareketsizleşerek işlevini yitiriyor... Yorgun, acılı haykırışlar, küfürler, bağırtılar yarım saat kadar sürüyor. Her yanım¬dan ter boşanıyor. Sorular, yanıtlar... Tekrar sorular, tekrar yanıtlar... Saatlerce devam ediyor. Artık bağırtılar seyrek geliyor. Konuşmalardan anladıklarım ürkütüyor beni. Filistinli genç, birkaç kampın planını yüz bin lira karşılığında nasıl sattığını anlatıyor. Yüz bin lira ve bir pasaport karşılığında... Korkunç bir şey!

Alçaklık!
Küfrediyorum, Filistinliye...
Kızgınım...

Düşünce sistemim alt üst oluyor. Aklımdan işkenceyi hak ettiğini bile geçiriyorum. Belki de işkenceye direnemeyip, boyun eğmesine sinirle¬niyorum. Hayır, hayır... Her ikisi de iğrenç... Düşünemiyorum ar¬tık, düşünmek istemiyorum... Düşünecek ne kaldı ki?

Oturduğum yerden ayağa kalkarak, havalandırma deliğinden dışarıyı seyretmeye koyuluyorum. Gökyüzünü görebilmek mümkün değil... Yaşadıklarımdan utanıyorum. Hiçbir şeyi görmek, duymak, düşünmek istemiyorum.

Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Saatim yok. Aldılar. Bana günlerce, belki de yıllarca gibi geldi. Çatışmalarda insanların birbirini öldürmesi, ölmek veya öldürmek bu kadar ürkütücü gelmiyor bana. İşkence kadar, ihanet kadar iğrenç başka ne olabilir ki yaşamda... İğrençlik son sınıra dayanıyor. Her şey karşı¬tıyla gelişip güçleniyor.

Koridor yine kalabalık, ayak sesleri geliyor. Mısırlının yüzü yine sa¬rıya kesti. Sudanlının her zaman görünen dişleri kayboldu, Merdan dondu. Benim de kulağım ve gözlerim kapıda. Filistinliyi hallettiler hücresine götürüyorlar diye düşünüyorum. Ama değil. Bizim kapıya sokuyorlar anahtarı. Gürültüyle ilk kapı aralanıyor. İkinci kapının mazgalından sarıya çalan saçlarıyla bir baş uzanıyor. İçeriyi yorgun gözleriyle süzüyor. Kapı açılıyor. Sarışın sorgucu Mısırlıyı çağırıyor, diğerleri dış kapının önünde bekliyor. Mısırlı Allah kitap karıştırarak ağlamaya yalvarmaya başlıyor. Sorgucunun ayağına kapanıyor. Sorgucu küfrederek kurtardığı ayağıyla tekmeyi karın boş¬luğuna patlatıyor. Bir inilti çıkıyor Mısırlıdan. Gözlerini bağlayıp dı¬şarı çekiyorlar. Mısırlının haykırışı koridora yayılıyor. Kapının kapan¬masını beklerken tanıdık biri geliyor. Beni buraya getirenlerden.

“Nasılsın Kemal, sen rahatsın değil mi?”

Kızgınlığımı, ürpertimi yüz hatlarımdan ve bakışlarımdan anlamış ola¬cak ki, misafir olduğumu hatırlatma gereği duyuyor. Yanıt vermemi beklemeden konuşmasını sürdürüyor:

“Bunlar insan değil, hain. Az önceki Filistinli MOSSAD'a çalışıyordu. Halkının, tüm Arap halkının düşmanına bilgi satmış. Örgütünün bildiği tüm yöneticilerinin, kaldıkları tüm özel yerlere kadar olabilecekleri her yeri vermiş. Gizli kamp yerlerinin planlarını satmış. Bir de hâlâ onları koruyor. Ayaklarından asmak gerek böylelerini, hem de ölene ka¬dar hiç indirmeden. Sen üzülme, bak, senin ülkenden biri de var yanında, keyfine bak. Yakında bırakırlar seni...”

Kapı tekrar kapanıyor.

Mısırlının sorgusu başlıyor. Bu kez hemen haykırma, bağırtı, çığlık gelmiyor. Mısırlı yalvarıp, ağlıyor. Çocuklarının adlarını sıralıyor, başlarına yeminler ediyor. Bırakırlarsa hemen ülkesine gideceğini, bir daha buralara gelmeyeceğini söylüyor. Acınası ses tonuyla, daha pek çok şey anlatıyor.

Dinleyemiyorum!.. Yatağın kir tutmuş pamuğundan bir parça kopartıp, kulaklarıma tıkıyorum. Gömleğimi çıkartıp gözlerime sarıyorum. Sesler kesiliyor ve hiçbir şey görmüyorum. Köşeye uzanı¬yorum. Başım ellerimin arasında, sıkıca bastırıyorum. Duyma yetimden nefret ediyorum. Uyumak istiyorum. Bir boşluktayım sanki karanlık, sessiz ve derin bir boşluk. İnsansız, havasız!..

Sudanlı Ahmet'in dürtüklemesiyle uyandım. Gömleğimi kafamdan çö¬züp, kulağımdaki pamuk tıkacı çıkarttım. Hava kararmış ve akşam ol¬muştu. Mazgaldan yemeği veriyorlar. Bir ekmek, bir tabak nohut ve pilav. Kaşık arıyor gözlerim. Kaşık yok. Sudanlıya soruyorum. "Ne gezer," diye yanıt veriyor. O da yasak. Sulu yemeği ellerimizle yemek zorundayız. Yemekleri bırakıp, ekmekten bir parça koparıyorum. Açlığım bitiyor. Aklıma Mısırlı geliyor.

“Ne oldu Mısırlıya, daha getirmediler mi?”

“Başka yere koydular. Onunla işleri bitti. Her şeyi kabul edip, sorgucu¬larla anlaştı. Onlar için de çalışacağını söyledi. ‘Mısır'da bilgi alabile¬ceğim çok insan var, sizlere aktarırım’ diyordu.”

“Yani?”

“Evet, o Saddam ajanı. Kabul etti. Birkaç kez elektrik vermeleri yetti. Birçok isim verdi. Sorgucular da sevinçle beni unutup gittiler.”

“Vay be!”

Ağustos eylüle dönüyor, yazı sonlayıp sonbahara giriyoruz. Boğucu sı¬caklar biraz olsun hafifliyor. On yedi gündür buradayım, yalnızca iş¬kence seslerini dinliyorum. Kadın, erkek, genç ve yaşlı çığlıklar, ba¬ğırtılar... Sudanlıyı birkaç kez daha aldılar. Biraz hırpalayıp, yokladılar. Artık pek şüpheleri kalmadı gibi. Bırakılmayı bekliyor. Bense ülkemi düşünüyorum... İnsanlarımı... Issız sokaklarında akşam dolaşmalarını. Altın sarısı kumsalıyla kasabamı. Sonra sevdamı...

Eylül bir yıl dönümüne daha giriyor, ülkemde. İşkence tezgâhları, ceza¬evleri, devrimci demokrat, aydın dolu. Kışlalar sokaklara inmiş. Sokaklar kışlalara taşınıyor. Ölüm köşe başlarında pusuda. İnsanlar ür¬kek, tedirgin, acılı. Komutlar yönetiyor yaşamı... Ülkemin insanları, acılı tarihini yaşarken, ben, kilometrelerce uzakta, daracık bir hücrede soluklanmaya çalışıyorum. Kimbilir, belki bir daha göremem kasabamı; denizinde kulaç atıp, olta sallayamam. Anneme, sevdalıma "bakın, ben döndüm" diyemem... Belki de, o sıcak dostluğuyla insanla¬rımı kucaklayamam. Oysa bu insanlardı benim yaşamım. Ülkemde acı çeken insanlar için değil miydi tüm çırpınışlarımız... Bizleri ayağa kaldıran, kuytu bir sokakta kurşuna dizilen liseli gencin öfkesi değil ¬miydi? Yıllarca amansız bir başkaldırının dolaştığı sokaklarda, şimdi ürkek bakışlarıyla gezinen insanlar ve her yanı kana bulanmış postal¬lar var. Kanımızla "her şey senin için özgürlük" sloganını yazdığımız o heybetli duvarı kurşundan geçirmişler. "Yazı hâlâ direniyor," diyorlar. Yağmur sonrasının sonbaharında, hafifçe çıkarıp başını, hüzünlü bir tebessümle selamlıyor insanları. Sanki "hiçbir şey boşa değil" der gibi.

Yitik insanlar diyarı oldu sokaklar. Genç insanlar güpegündüz so¬kaklarda yitiyorlar. Yitiriliyorlar. Analar evlatlarını arıyor, ağıtlar yakarak. Ağıtlar gökyüzünde yitiklere ulaşıyor. Darağaçları... Asılan insanların gözlerindeki parıltı ve haykırışlarındaki kararlılık, yayılı¬yor sokaklarda, fısıltılarla... Tüm halkın yüreğine taşınıyor, sonba¬hardaki "kan çiçekleri"... Yeni bebeler doğuyor, karanlık eylülünde ül¬kemin! Kan çiçeği koyuyorlar adlarını, nüfusa götürmeden. Ülkemde yeni bir yaşam filizleniyor, sokakların gizemli köşelerinde...

Ülkemden uzakta da olsam, acıları acımdır diyorum, kederleri kederim. Paylaşmalıyım. Aklıma ilk gelen şey, açlık grevi. Üç günlük açlık grevi de olsa, tüm direnenlerle birlikte ol¬malıyım. Böylesi bir şey, düşüncede bile beni rahatlatıyor. Ülkemle aramdaki uzaklık hızla kayboluyor. Yüreğimde hüzünlü bir coşku...

İlk gelen yemeği almıyorum. Gardiyan anlam veremeyip çekip gidiyor. İkinci gün yine reddediyorum. Gardiyana gerekçesini anlatmak beni fazlasıyla yoracağından, yalnızca "almıyorum" diyorum. Akşamın geç saatlerinde, beni, ilk geldiğimde girdiğim odaya götürüyorlar. Genç subay masada oturuyor. Yanında tercüman Ali var. Adını hatırlıyorum. Ebu Emin;

“Neden yemek yemiyorsun Kemal? Bize mi kızgınsın?” diyor, şaşkınca.

Tercüman Ali yanıma gelip ellerini omzuma koyuyor.

“Neden yemiyorsun Kemal? Yakında çıkacaksın. Bir iki pürüz var, o ka¬dar. Seni burada unutmuş değiliz. Ölmek mi istiyorsun? Bizi anlamalı¬sın.”

“Doğrudan neden, siz değilsiniz.”

“Neden yemiyorsun o zaman?”

“Bugün ülkemde darbenin üçüncü yıl dönümü. İnsanlarım acı çekiyor. Arkadaşlarım cezaevinde, işkence tezgâhlarında. Acılarını paylaşmak istiyorum. Ama buradayım. Yapabileceğim tek şey bu. Protesto ediyo¬rum. Nefretimi haykırıyorum, onurumu sahipleniyorum!..”

“Bu nedenle mi yemiyorsun?”

Kafa sallıyorum. Tercüman Ali şaşkın, dayanamayıp gülüyor... Diğerleri de ona katılıyor. Gülüşmeler tepemi attırıyor, kızıyorum. Aşağılanmış gibi hissediyorum kendimi. Bağırıyorum:

“Bunda gülecek bir şey yok. Ne sanıyorsunuz siz?”

“Kusura bakma Kemal, biz bu tür şeylerden anlamayız. Bizim bildiği¬miz düşmanla savaşılır, ona zarar vermeye çalışılır. Sen kendine zarar vererek savaştığını sanıyorsun. Ama arkadaşlarına ve ülkene bağlılığın çok güzel, onur verici.”

Önce anlatmayı düşünüyorum, mücadelenin yalnızca bomba ve silahla olmadığını, başka yöntemlerin de kaçınılmaz olduğunu. Ancak anlama¬yacaklar, biliyorum. Kendimi boş yere yormak gelmiyor içimden. Vazgeçiyorum. İçlerinden biri sigara uzatıyor. Alıyorum. Günlerdir ilk kez sigara içiyorum. Başım hafif dönüyor, müthiş bir tat alıyorum. Sohbete geçiyoruz. Bozuk Arapçama ilgi duyuyorlar.

Daha bir saygılı davranıyorlar...

“Sigara ve çay veriyorlar değil mi?”

“Hayır. İlk gece üzerimdekini de aldılar.”

Yanıtım Ebu Emin'i kızdırıyor. Gardiyanların kıdemlisine dönüp, öfkeyle bana sigara vermelerini söylüyor. Misafir olduğumu tekrar hatırlatıp, kendi sigara paketini bana uzatıyor. Beni hâlâ neden tuttuklarını soru¬yorum. Kendilerinin üstünde bir sorun olduğunu söylüyor. Ardından da, yakında bırakılacağımı ekliyor.

Hücreye geri döndüğümde olanları anlatıyorum. Sudanlı şaşkın. Merdan’ın yüreğindeki telaşa hiçbir şey fayda etmiyor. Sigaramı onlarla payla¬şıyorum. İlk kez sohbetimiz neşeli geçiyor. Türkü söylüyorum, ilk kez...

"Yıkılma bunları gördüğün zaman
Umudu kesip de incinme sakın..."

Dizeler gözlerimi yaşartıyor. İçimden ağlamak geliyor. Kendimi tuta¬mıyorum. Köşeme çekilip, ellerimle gözyaşlarımı gizliyorum. Sudanlı ve Merdan günün rahatlığıyla uykuya dalıyorlar. Ben bir süre daha uyanık kalıp, otur¬duğum yerden dışarıyı görmeye çalışıyorum. Pencereden sızan ay ışı¬ğının maviliğini seyrediyorum. Akdeniz'deyim sanki...

Sahilde küçük bir kasabada yaşadım, uzun yıllar. Yaşamı sırtladığım bu yerde, gençliğimin sevdasını, aşkını ve hüznünü yaşadım. Sevda türkü¬leri dinledim, sokaklarında. Mücadeleyi tanıdım, dostluğu ve ihaneti... Bir avuç genç insandık. Dostluğumuz biraz da gençliktendi. Damarlarımızdaki devinim, bilincimizi zorluyordu. Pervasızdık; ancak yaşamdaki yığınla sorunu görüp, sorumluluk duyabildik. Şafağı tıkayan sis aralanmalıydı. Bunu biliyorduk. Aydınlık bir akşamda kurşunlanan liselinin gözlerindeki sönmeyen parıltıyı yakalayıp, sahiplendik. Özlemlerini özlemlerimize kattık, umudunu umudumuz belledik, sım¬sıkı sarıldık. Gençtik. Kitap sayfalarına yeni varmıştık. Sabırsız ve deneyimsizdik. Yaşam bir anlamıyla, oyundu gözlerimizde. Bizlerse amatör oyunculardık. Limanın açık denize bakan yakasında, "topamarosları" okurduk, gıptayla, heyecanla. Kapılarımız gece yarıları tekmelenmeye başlandığında, uzaklaştık tanıdık yerlerden. Kaçıyorduk artık...

Bir belirsizlik denizinde çırpınıp duruyordum. Geceler... Çoğunlukla uy¬kusuz ve ürkek geçen geceler... Tasarımsız yarınlar... Yaşam bir adım önümdeydi. Sarının öldüğünü öğrendiğimde, ilk kez derinden sarsıldım. Gözyaşlarımı dalgalara yükleyip, ona gönderdim... Üç dal karanfil bı¬raktım denize. Ona ulaşsın istedim... Artık ülkemin sokaklarına sığmaz olmuştum. Bir gece... Soğuk bir kış gecesi, özlemle¬rimi ve sevdamı yanıma alıp, terk ettim ülkemin sokaklarını... Özgürlüğümdü benim deniz; belki de yaşamım... Artık sığınmacıydım...

Hücrede geçirdiğim yirmi sekizinci günün sabahı, yan hücrede kim var, merak ediyorum. Duvara üç kez üst üste vuruyorum. Yanıt gelmiyor. Tekrar tekrar deniyorum. Tek vuruşluk yanıt aldığımda birilerinin ol¬duğunu anlıyorum. Duvarı gözlerimle yoklarken, tavana yakın bir çatlak gözüme ilişiyor. Tuvalet briketlerinin üzerine çıkıp, sesleniyorum. Beni duyup duymadıklarını soruyorum. Yan taraftan ses geliyor, dilini anlayamıyorum. Tekrar seslenmeye hazırlandığım bir sırada, hücrenin kapıları açılıyor. Hemen aşağıya atlıyorum. Daha önce hiç görmediğim gardiyanlar, küfrederek, beni koridora çekiyorlar. Tekme, tokat, yum¬ruk... Rast gele vuruyorlar. Ellerindeki kırbaçları indirmeye başlıyorlar. Acı beynimi parçalıyor. Arapça bildiğim tüm küfürleri sıralıyorum. Daha fazla saldırıyorlar. Her kırbaç darbesini doğrudan beynimde duyu¬yorum. Vurmak için birbirleriyle yarışıyorlar. En fazla göğüs boşlu¬ğuma vurmaya çalışıyorlar. İki büklüm oluyorum. Ellerimle yüzümü ve kafamı koruyorum. Dizlerimi karnıma çekiyorum. Uğraşıyorlar, açamı¬yorlar. Sırtım harabeye dönüyor. Kırbaç darbesinin her inişinde sancı ile kıvranıyorum.

Nice sonra yorulup bırakıyorlar. İçlerinden biri tatmin olmuş değil, "Elektriğe bağlayalım," diyor. Diğeri, "Birazdan sorumlu gelir," diyerek itiraz ediyor. Her yanım acı içinde, yanıyor. Sinirden dudaklarımı ısırıyorum. "Akşama görüşürüz," diyerek yeniden hücreye kapatıp gidiyorlar.

Köşeye çekilip, yığılıyorum. Tüm bedenim acıdan ve sinirden titriyor. Sancı beynimi parçalıyor. Bedenimin her hücresi kor bir ateşin içeri¬sine düşmüşçesine, yanıyor. Merdan duvarın bir köşesine büzülmüş kendini kaybetmeye çalışıyor. Sudanlı, korku ve şaşkınlığını bastırıp yanıma geliyor. Üstümdeki gömleği soymayı deniyor. Gömlek, kanlı be¬denime yapışmış çıkmıyor, zorladıkça katlanılmaz bir acı, her yanımı sarıyor. Sudanlı,

"Çıkartmak gerek, sonra daha kötü olur," diyor.

"Tamam" anlamında başımı sallıyorum.

Bardağa su doldurup, gömleği¬min yapışan yerlerini ıslatıyor. Bağırmamak için elimin etli kısmını ısırıyorum. Bağırmak korkunç, aşağılık bir şey gibi geliyor. Dişlerim elime geçiyor. Her yanım ter ve ateş. Gömlek çıktığında bedenim tü¬keniyor, beynim acıdan bitkin düşüyor. Yarı baygın uzanıyo¬rum. Her şeyi unutmak istiyorum. Düşünmemeye çalışıyorum, işken¬ceyi, beynimi saran acıları. Denizi düşünüyorum; martıları, kumsala baskın yapan dalgaları. Olmuyor. Acıyı söküp atamıyorum. Sudanlı yı¬kadığı gömleğimin ıslaklığıyla kırbaç yerlerinin üstünü, hafifçe sili¬yor. Su rahatlatıyor. Ancak anlık bir rahatlama. Sonra, tüm katlanıl¬mazlığıyla yeniden saplanıyor acılar...

Yıllar sona yeniden yaşadım işkenceyi. Hem de çok farklı bir alanda. Sorgusuz, sualsiz. Ülkemdeki gibi zevk alarak yaptılar işlerini. Sadist bir haz aldılar. Beyinsizler sürüsü hepsi de. İnsan olmanın bilincine varamamış kara beyinliler... İşkence, ulus, ülke, sınır farkı tanımıyor. Biçim değişse de öz her yerde aynı. Beyne acı yükleyip, bilincin bütün¬lüğünü zayıflatıp, parçalamak. İnsanın kişiliğini elinden almak... Yer yer cop, yerini kalasa bırakabiliyor veya falakaya, askıya. Elektriğin voltajı, manyetosu farklı olabiliyor. Belki sorgu tekniği de... Ancak iş¬kencenin kendisi hiç değişmiyor. Uluslararası ortak bir dil gibi... Hece kalıpları, kadına, erkeğe göre değişse de, hitap biçimleri veya cümle yapısı farklılık gösterse de, dil hep aynı kalıyor. İŞKENCE... İnsana en zayıf yerinden acı yüklemek, iradeyi sıfırlayıp, insanı aşağılamak, kişiliksiz¬leştirip, silikleştirmek...

Sorgusuz yapıldı, işkence. Adice... Ama işkenceciler uzman ve deneyimli. Acıya daha az dayanıklı yerleri kolaylıkla saptayabiliyorlar ve dünya ile tüm bağlarını kesip, önceden saptanan bu yerlere ulaşmak için tüm yeteneklerini kullanıyorlar. Kara beyinlerinden salyalar akı¬yor. Bağır, yalvar istiyorlar. Bağırmak onları zevkten çılgına çeviriyor. Hele yalvarmak... İnsan olduğum için utanıyorum. Tüm insanlar adına utanç duyuyorum. Aslında zavallı olan ben değilim. Bunu biliyorum. Zavallı olan, beyninde insanlık adına hiçbir şey taşımayan¬lar. Gecenin karanlığında kendini bulanlar... İşkenceciler…

Aklıma, "akşam görüşürüz" demeleri geliyor. Yüreğim ürperiyor. Yeni baştan her şeyi tekrar yaşamak... Akşam daha rahat olacaklar. Gündüz biraz telaşlıydılar, tam zevkine varamadılar, işin. Ama ya gece...

Ölüm geliyor aklıma. İşkencede ölmek. Hem de sımsıkı sarıldığın değer¬leri sahiplenmek, dostlarımı, onurumu korumak için değil, meslekten işkencecilerin elinde, nedensiz, gerekçesiz, yabancı olmanın faturası bir işkenceyle... Evet sığınmacı olmak... Bunlar yabancıları sevmiyor¬lar. Hiçbir şeyin bilincinde değiller. Nefretlerini bastıramayıp, saldı¬rıyorlar. Ben bu türden saldırılarda, kendi ülkemden, insanlarımdan sınırlarca ötede ölmek istemiyorum. Böylesi bir ölüm korkutuyor beni.

Birkaç ay önce şaşkınca, üç insanın asılmasını izlemiştim. Bir başka ülkede, yasaların ölümle cezalandırdıkları üç kişi, şehrin ünlü bir meydanında seyirlik asılmıştı. Sabahın erken saatlerinde tesadüfen geçiyordum. Trafik önce yavaşlamış sonra tamamen durmuştu. Araçlardan birer ikişer insanlar iniyordu. Ben de inmiştim. Burası şeh¬rin Merci Meydanı denilen tarihi bir kavşağıydı. Osmanlı'dan kalma bir meydan. Merakla, kavşağa doğru kalabalıkla birlikte yürümeye koyuldum. Kavşağa yaklaştığımda, kırmızı bereli askerlerin etrafı sardıklarını fark ettim. Biraz daha ilerlediğimde tam bir şok yaşadım. Alanın or¬tasındaki, dairemsi çimenli yere, birer adım arayla askerler dizilmiş, ortalarına üç sivil adam oturtulmuştu. Üzerine uzun beyaz elbiseler giydirilmiş, elleri arkadan kelepçelenmişti. Yüzlerinde renk diye bir şey kalmamıştı. Bir köşede korkuyla bekleşiyorlardı. Subaylardan biri, oturduğu sandalyenin üzerine çıkarak, bu üç insanın suçlarını oku¬muştu. Asacaklardı... Hem de yaşayan insanlara seyrettire seyrettire asacaklardı. İbret-i âlem için cezalandırılacaklardı.

Subayın konuş¬ması bittiğinde, ilk ismi okunanı, askerler sürükleyerek getirdiler. Alana kurulan darağacı falan değildi, iki dikey demir ortasına su bo¬rusu şeklinde yuvarlak bir metal atmışlar ve üç ipi, birer metre ara¬lıklarla hazırlamışlardı. Belki de böylesi daha pratik bulunmuştur, kim bilir... Fazla zahmete bile gerek duymamışlardır. İplerin altına, eski, boyasız, büyükçe bir sebze sandığını andıran bir çıkıntı koymuş¬lardı.

Bu tahta yükseltinin yanına getirilen adam, ağlayarak yalvar¬maya başlamıştı. Yüzlerce insan, askerlerin oluşturduğu kordonun dı¬şında olanları izliyordu. Az sonra ölecek adamın son çırpınışlarını, af dilemelerini izleyen insanlardan çıt çıkmıyordu. Adamın ayakları tut¬maz olmuştu. Gözaltları torbalaşmış, gözbebeği kaybolmuştu. Otuz yaşlarında ancak vardı. Son isteği sorulduğunda, yarı ölü haldeydi, hiçbir şey isteyemedi. Daha asılmadan ölmüş gibiydi. Ağzını bantladılar, tahta sandığın üzerine taşıyarak çıkardılar. Boynuna yaftasını astılar. Subayın öfkeli emriyle, askerlerden biri, ipi adamın boynuna geçirdi. Diğer iki asker adamı ayakta tutmaya çalışıyordu. Sonra askerler ke¬nara çekilip, adamı ipe bıraktılar. Subay, adamın ayaklarının altındaki sandığa tekme atmasaydı bile, adam asılırdı. Cansız gibiydi.. Yükselti tekmelendiğinde adam çırpınmaya başlamıştı. Birkaç kez kesik kesik çırpındı. Hafif bir ses duyuldu, ardından boynu yana düştü. Yüzü sapsarıydı, hızla siyahlaştı. Üç-beş dakika sonra adamda kımıltı kalmamıştı. Ölmüştü artık... Öylece asılı bıraktılar...

O belki de ilk asıldığı için şanslıydı. Asılmayı bekleyen diğer iki kişi onun asılışını seyrettiler. Bir kaç dakika fazla yaşamak, ölmeden önce birkaç kez daha öldürmüştü onları. İkinci, üçüncü adam da aynı şekilde asıldı. Yaklaşık on beş dakika sonra yatay demir borunun ucunda, üç adam sallanıyordu.

Benim korku ve ürküntüden her yanım titremeye başlamıştı. Olduğum yerde çakılıp kalmış, insanların asılışının her anını izlemiştim. Korkunç bir şeydi... Kendime geldiğimde oradan kaçmak istedim. Arkama dönüp kalabalığı aralarken, orta yaşlı bir ka¬dının ellerinden tuttuğu iki küçük çocuğuyla birlikte idamı seyretti¬ğini gördüm. Yaşları sekiz-on gibi olan çocuklar, korkuyla olanları iz¬liyordu. Yüzleri sararmıştı. Anne ise hiç oralı değildi. Rahat mı rahat, bir sinema gösterimi gibi seyrediyordu olanları. Ağzında sakız... Arkama bir kez daha dönüp bakmadan, oradan kaçtım.

Günlerce gözlerime uyku girmedi. Ne zaman gözlerimi kapasam, asılan insanları görüyordum. Kimi zaman ipte sallanan dostlarım oluyordu... Kimi za¬man ise ben... Bir ülkenin hukuku, kendi insanına yasaları çiğnediği gerekçesiyle, ipte sallanarak öldürme cezası veriyor. Hem de caydırıcı olsun diye, geride kalanlar aynı şeyleri yapmasın diye, cadde orta¬sında, güpegündüz asıyorlar insanları. Bir anlık itimle işlenen suçlar¬dan, geriye dönüş yok artık. Bedelini yaşamla ödemeli. Hem de yaşayan¬lara korku vermek gibi çağdışı bir gösteriyle...

Ölümün en korkunç olanı bu diye düşünüyorum. Bir de, kuytu bir köşede öldürülüp, karanlık bir sokağa atılmak... Her anında acı çekerek, ölüme adım adım yaklaştığını hissederek ölmek... Burada, şöyle ya da böyle ölmüş olmam kimin umurunda?.. Burada hiç bir yasal dayanağım yok. Dostlarım ne yapabilirler? Yasal bir dava bile açamazlar. Yasal olarak yokum ben, yok olan bir daha yok olamaz. Burada yaşam yasasız sürüyor. Herkes kendi yasasını koyuyor, uyguluyor. Her güç kendi alanında kendi yasasını tanıyor... Bu girdapta tek başınayım. Keyiflerine bağlı yaşamım. Gecenin boğucu sessizliğinde ölümü düşünmek, bedenimi titretiyor. Ağrılarımı unutu¬yorum. Uzandığım yerden kalkıp karanlığı seyrediyorum. Dostlarım ge¬liyor gözlerimin önüne... Bir sıcaklık sarıyor yüreğimi. Yanı başımda¬lar, hissediyorum. Yalnız olmaya¬cağım, ölümü kucaklarken bile.

Ölümü düşünmek ağrıma gidiyor. Yapmayı istediğim ancak yapamadığım o kadar çok şey var ki... Kısacık yaşamımda, çok şeye zaman bile bulamadan çekip gitmek ve bir daha yapamayacak ol¬mak üzüyor beni. İnsanlara bir şeyler verebilmek, yaşama anlam ka¬zandıran değerleri insanlarla paylaşabilmek, güzel olanı yaşamak için değil mi her şey? Bir Fransız Rezistansçının ölüme giderken son söz¬leri geliyor aklıma:

"Yaşam, sen o kadar güzelsin ki, şimdi ben, senin için ölmeye gidiyorum."

Güzel olan düşlere ulaşabilmek için çekilen acılar, verilen uğraşlar ve pek çok şey, hiçbir değer üretmeden öyle mi kalacak?

Koridordan ayak sesleri geliyor. Duyuyorum. Akşam oldu, sözlerinde duruyorlar. Sudanlı üzgünce gözlerime bakıyor. Gözleri ağlamaklı. İkinci kapının mazgalından tanıdık biri görünüyor:

“Hadi bakalım Kemal, hazırlan gidiyoruz.”

“Nereye?”

“Cepheden seni almaya geldiler, misafirliğin bitti. Özgürsün artık.”

Telaşlı bir sevinç dalgası tüm yüreğimi kaplıyor. Anlatılmaz bir duygu... İşkence bekliyorken, ölüm kara bir bulut gibi abanmışken üze¬rime, bir anda özgürüm. Çıkıyorum... Kurtuluyorum bu lanet olası yer¬den. Müthiş bir sevinç...
Hemen ayakkabılarımı ayağıma geçiriyorum. Merdan ve Sudanlı Ahmet ile veda¬laşıp kendimi koridora bırakıyorum. Gündüz işkenceye alındığım yer burası. Bu defa son kez adımlıyorum. İlk geldiğimde girdiğim odaya götürüyorlar. Ebu Emin odada, gündüzden birkaç gardiyan da. Yüzümdeki yaralar odanın aydınlığında daha bir belirgin. Ebu Emin şaşkın soruyor:

“Ne oldu sana?”

“Adamlarına sor.”

“Hangi alçak yaptı bunu? Size kaç kez söyledim misafir olduğunu! Hepiniz hayvansınız!”

Gündüzün keyifli işkencecilerinden birkaçı odada. Başları önlerine eğik. Susuyorlar. Ebu Emin kendine en yakın olana tekme-tokat girişiyor. Öfkesi benden dolayı mı, yoksa emirlerinin dikkate alınmamasından mı? Anlayamıyorum. Sonra bana dönüp özür diliyor. Gardiyanları döv¬mesine engel olmama biraz alınıyor. Karşımda daha bir eziliyor. Her yanım acıdan dökülüyor. Saatimi ve sigaramı alıyorum. Aceleyle yak¬tığım sigaradan bir nefes çekiyorum. Tüm bedenim uyuşuyor. Başımda bir hafiflik...

Merkeze tekrar vardığımızda, sorgumu yapan sorumluyu beni bekler buluyorum. Cepheden gelen dost beni koridorun başında görünce, göz¬lerime bakarak gülümsüyor. Yanına vardığımda neşesi kayboluyor. Üzüntü ve öfkeyle kucaklamaya yelteniyor. Acıyla irkiliyorum. Gömleğimi sıyırıyor... Sorumlu sorgucu yığınla şey söyleyerek kendini aklamaya çalışıyor. Masanın çekmecesini açıp silahımı, kimliğimi ve paralarımı veriyor. Yanlışlığın bir daha olmayacağını söylüyor. Cepheden gelen dost öfkeyle bağırıyor. Ben susuyorum.

Başlarını önlerine eğip, dinliyorlar. Tek bir ses çıkmıyor. Oradan hızla uzaklaşıyoruz. Kapıdaki arabaya binip merkez denilen bu yeri arka¬mızda bırakıyoruz.

Öylesine yorgun ve bitkinim ki, hemen uykuya dalıyorum. Nice sonra arabanın tekrar yavaşlamasıyla uyanıyorum. Çevreme uykulu gözlerle bakınırken gözlerim, kum torbalarıyla örülü siperlere takılıyor. İrkiliyorum.

Yeni bir hacizdeyiz. Kontrol için yaklaşan askerlere bakıyorum. Yabancı değiller. Tanıyorum, hem de yakından.

Bunlar bizimkiler...

“Hoş geldin dost,” diyorlar.

Yüreğim tüm acılarını unutuyor…