18 Ekim 2008 Cumartesi

O, YAŞAM BOYU TEDİRGİN KALACAK...

Özgürlüğün ilk günleri.
Korku, telaş ve biraz da heyecan yüklü yüreğim.
Yabancılık...
Yeni bir yaşama atılan ilk adımda, acemiceyim. Aldırmıyorum. Gizli bir sevinç var yüreğimde. Telaşlıyım.

Ankesörlü telefon kullanmayı bilmiyorum. Küçük kardeşim gösteriyor. "Basit ağbi," diyor, "önce jetonu atacaksın, düdük sesini bekleyip, sonra numarayı çevireceksin." Gösterirken gülüyor.
Acemiyiz ya yaşamda...

Ne kadar paraya ne alabilirim? Aldığım şeyi ucuza mı kapattım, yoksa sıkı bir pazarlıktan sonra kazıklandım mı? Kurnazız ya, duvar kurnazı!.. Paranın alım gücüne yabancıyım. Bundan olsa gerek, ceplerim sıkça boşalıyor. Daha ziyade aklıma o zaman geliyor paranın gücü veya parasızlığın yaptırımı...

İçki doyumsuz bir tat gibi... Yıllarca yaşanmayan, unutulmaya yüz tutmuş duyguları yaşatan şey. Hoşlanıyorum, çakır keyif olmaktan. Sanki yaşamın üzerine çıkıyorum. Yaşam bana değil, ben yaşama hükmediyorum. Kendi dünyamda özgürüm.

Bir taksiye atlayıp, "çek şuraya" demek... Belediye otobüsüne binip şehir turu atmak, hem de ciddi bir iş yapıyormuş gibi. Doğup büyüdüğün şehirde kaybolmak. Kelepçeli dolaştırıldığın yerlerde, salınarak gezinmek...

Bu türden ince zevkleri yaşadığım ilk günlerimin coşkunluğuyla Ankara otobüsüne bindim. Önümde yedi saatlik uzun bir yol var. Ama hoşlanacağımı düşünüyorum, yolun uzunluğu beni rahatsız etmiyor.

Orta sıralardaki on sekiz numaralı koltuğumu bulup oturuyorum. Koltuğumu hafifçe arkaya yatırarak sırtımı yerleştiriyorum. Rahatım. Keyfime diyecek yok. Otobüsün kalkmasına beş dakika var. Elimdeki gazeteye şöyle bir göz gezdiriyorum. Köşe yazılarını okumayı sonraya saklıyorum. Hareket etmemize birkaç dakika kala yan koltuğa biletli yol arkadaşım geliyor. Elindeki bont tipi çantayı, üstteki bagaj yerine koyarak, oturuyor. Bana şöyle bir bakıp hafifçe gülümsüyor. Yanıt veriyorum. Saat on iki de otobüs hareket ediyor. Hostes herkese iyi yolculuklar diliyor...

Otobüs hareket edip de, yanımda oturan adamın çantası, ileri geri çarparak rahatsız edici sesler çıkartmaya başlayınca, önümdeki koltukta oturan öğrenci gençler, muavini çağırarak gürültüyü engellemesini istiyorlar. Muavin çantanın kime ait olduğunu soruyor. Yol arkadaşım "Benim," diyor. Muavin çantayı oradan alarak adama uzatıyor. "Oturduğunuz koltuğun altına koyun," diyor. Adam "Hayır, çanta kirlenir, rezil olur," diye yanıtlıyor. Ben pencerenin yanındaki koltuğumdan, olanları ilgisizce seyrediyorum. Adam konuşmaya başladığında, sesi kafama takılıyor... Ben bu sesi tanıyorum... Muavinle tartışmayı sürdürüyor. Gözlerimi kapatıp adamın sesini hissetmeye çalışıyorum. Bu ses... Bu ses beynimi parçalıyor. Bedenim ince bir titreşimle sarsılıyor.

Geriliyorum...
Evet bu o!.. Bu ses onun sesi... Onun sesi!..
İşkencecim!..
Namık!.. Katil Namık! Karateci Namık!.. Kürt Namık!.. İşkenceci Namık!..
Konuşmasını biraz daha dinliyorum. Eminim. Onun sesi... Yüzüne biraz daha dikkatlice bakıyorum. Hiçbir kuşkum kalmıyor.
Bu o...

Nasıl unuturum bu sesi!.. Yıllarca uykularıma girmişti. Beynimde dolaşıp durmuştu.
Tam sekiz yıl önce... Doksan gün bu sesi duymuştum. Her gün...Bazen delikanlı pozlarında, "Ezdirme kendini," diyor... Bazen acımasız, elinden uçan kuş bile kurtulmuyor. Kimi zamanlar ise zorunlu olduğu için bu işi yapan bir zavallı kimliğiyle.

Dünya ne küçük...

Sesler kesilmiş, tartışma bitmişti. Ona dönüp bakamıyorum. Pencereden dışarıyı seyrediyorum. Korktuğumu hissediyorum. Sorular uçuşmaya başlıyor. Bu karşılaşma yalnızca bir rastlantı mı? Yoksa bana ilişkin hala değişik hesaplar mı var? Belki de benim tanıyabileceğim birini bana göndererek, bana mesaj vermek istiyorlar... Bir çeşit uyarı. Rahat dur ha!.. Yoksa, Namık!..
Onu tanıyabileceğimi nasıl bilebilirler ki?

Gözlerim sürekli kapalıydı. Sorguya alındığımda gözlerimi, göz kapaklarımı sıkıca kavrayan koyu renkli bir bezle kapatıyorlardı. Günlerce, aylarca kaldığım sorguda göz bandımı, yalnızca sorgu zamanları dışında çıkartıyorlardı.

Ancak kimi zamanlar göz bağımın altından sorgucuların yüzünü görebilmiştim. Sorgu sonrasındaki kimi olaylarda görebildiğim yüzler vardı. Sorgumu yapan ekip beş kişiydi. Namık onlardan birisiydi!
Onunla konuşmalıyım...

Hayır, hayır, beni tanımadıysa ne diye konuşacağım. Boşu boşuna kendimi tanıtmanın ne anlamı var? Beni hatırlamıyordur bile. Benim gibi yüzlerce insan geçmiştir elinden. Belki de ben şuyum dediğimde korkup, benden kurtulmak isterse!.. Konuşmalıyım, mutlaka konuşmalıyım, onunla...
Bana yapabileceği başka ne kaldı ki?
İşkence.
Ölüm korkusu.
Yıllarca süren haksız tutsaklık...

Karar veriyorum. Konuşmalıyım. Konuşup, yüzünün alacağı şekli görmeliyim...
"Sizin isminiz Namık mı?” diye sordum, çekingen bir ses tonuyla.
Yüzüme şöyle bir baktı, bir an düşündü ve kararsızca;
"Evet," diye yanıtladı.
"Siyasi şubedensin değil mi?”

Evet anlamında kafasını sallamakla yetindi. Yüzündeki güvenli ifade kaybolmuştu. Tedirginleşmişti. Beni tanımaya, çıkarmaya çalışır gibi bakıyordu yüzüme. Onu etkilemeyi başarmıştım.
“Beni hatırladınız mı?”
“Hayır.”
“Ben Kemal.”

Biraz düşündü, belleğini zorladı ve kısık bir sesle;
“Seni hatırladım. Bizi çok yormuştun. Kemal, evet. Ne zaman çıktın?”
“On beş gün oluyor.”

Elini uzatıp tokalaşmak istiyor. Bir an için eline bakıyorum. Kocaman simsiyah eller... Bana ve pek çok insana acı çektirmek için defalarca kullanılmış eller... Şimdi tokalaşmak için uzatılıyor. Tokalaşayım diye düşünüyorum, ama ellerim gitmiyor. Öylece bakakalıyorum. Anlıyor. Elini yavaşça kapatıp, dizlerinin üzerine bırakıyor. Suratı allak bullak. Solgun, tedirgin. Ben de tedirginim.

“Bizlere az acı çektirmedin,” diyorum.
“Ben görevimi yaptım,” diyor.

Sanki işkence yapmak, cinayet işlemek bir meslekmiş gibi konuşuyor. İşini yap demişler o da yapmış. Kaygılı bir ifadeyle devam ediyor:

“Yoksa benim seninle ne alıp veremediğim olabilir? Seni tanımazdım bile. Ben yapmıyorum desem, bir gün görevde bırakmazlardı. Hem ben yapmasam da yapacak birini mutlaka bulurlardı.”

“Elbette bulurlardı.”
“Hem ben sana hiç dokunmadım. Sana vurduğumu gördün mü hiç?”
“Seni görmem mümkün değildi,” dedim ve yanıt vermesine fırsat vermeden ekledim:
“Ama sesini her seferinde duydum.”

Aslında şahıs olarak kimin kime işkence yaptığının pek fazla bir önemi yok. Yüzlerce Namık bulmak hiç sorun değil diye geçiriyorum içimden.
“Verilen emirlere karşı çıkamazdım. Görevimi yaptım.”
“Başka insanlara eziyet ederek, sakat bırakarak, hatta öldürerek yapılan bir görev...”
“Ben kimseyi öldürmedim!.. Sakatlamadım da!.. Ben de halk çocuğuyum. Yoksullukla büyüdüm. Elazığlıyım. Bu işi bulmasaydım, sokaklarda açlıktan sürünürdüm...”
“Ama insan olarak kalırdın. Dürüst ve namusluca, başkalarına zarar vermeden yaşardın.”

Susuyoruz. Aklıma Hacer’in askıda çırpınışları geliyor. Namık’ın askıda nefessiz çırpınan genç bir kızı sırıtarak seyrettiğini düşünüyorum, yüzüm biraz daha geriliyor. Bunun hiçbir açıklaması olamaz diyorum kendi kendime.

Acının bitmek bilmediği o dönemlerde, bir işkence seansı sonrasında, patlamaya yüz tutmuş ayaklarımın şişini indirmek için koridorda hızlı hızlı yürütüyorlardı. Zeminine tuzlu su dökülmüş koridorun başına ulaştığım her seferde bağırarak daha hızlı yürümemi istiyorlardı. Beni ve ayaklarımı düşündüklerinden değil, ayaklarımın yeniden falakaya hazır olması için telaşlanıyorlardı. Her adımda tabanlarımdan başlayıp beynime ulaşan acıya katlanarak yürümeye çalışıyordum. Kan toplanmış tabanlarım olanca arbedeye rağmen direnmeye hazır olmalıydı... Birkaç turdan sonra başıma bıraktıkları nöbetçi sıkılıp gitmiş, ben de hızımı kesmiş ağır ağır adımlamaya başlamıştım. Kulağıma gelen acı dolu çığlıkla irkildim. Sesin geldiği yöne doğru yöneldim. Elleri arkadan kelepçelenmiş bir şekilde tuvaletin duvarına asılmış genç bir kızın, ellerinden birisi kelepçeden kurtulmuş ve ters dönmüştü. Tek koluna binen tüm vücudunun ağırlığını taşıyamaz olmuş, acıyla haykırıyordu. Nefesi kesilmiş, yüzünün rengi kaybolmuştu. Ayakları yerden yaklaşık bir metre yukarıda, çırpınıp duruyordu. Şaşkınlığımı üzerimden atar atmaz ona doğru yöneldim, ayaklarından tutup yukarı kaldırdım. Ters dönen kolu düzeldi, biraz rahatladı, hızlı hızlı nefes alıp vermeye başladı. Tüm vücudu titriyordu. Tek kolu hâlâ askıdaydı ve ayakları yeri kavrayamıyordu. Vücudunun tüm yükü tek koluna binmişti. Ağırlığı kırk-kırk beş kiloyu geçmiyordu ancak bu ağırlık bile onun nefesini kesmeye yetiyordu. Bir türlü bırakamıyordum. Birazdan geleceklerdi ve bu durumdan hiç hoşlanmayacaklardı...

Aradan birkaç dakika geçmemişti ki kafama yediğim bir darbe ile yere yıkıldım. Ne olduğunu anlayamamıştım, tekme,tokat ve yumruklarla kendimden geçmiştim. Kendime geldiğimde sorgu odasının bir köşesine yığılıp kalmıştım ve her yanım ağrıyordu. Odanın diğer köşesinde adının sonradan Hacer olduğunu öğrendiğim kadın oturuyordu. Bilekleri kan içindeydi. Bağırtılarla neden böyle yaptığımı sordular. Kızgınlıkları hâlâ geçmemişti. Namık’la ilk yüz yüze konuşmam bu olayda olmuştu. Hacer’le aramızdaki ilişkiyi araştırmışlar ancak hiçbir şey bulamamışlardı. Bana da sordular, daha önceden tanımadığımı söyledim. Hacer de beni teyit etti. Bir türlü anlayamıyorlardı. Bir insanın hiç tanımadığı bir insana, bedeli ağır bir yardımda bulunmasına akıl erdiremiyorlardı. Biraz daha zorladılar, “Ben insanım,” dedim.

Bu yanıtım üzerine Namık dayanamayıp yerinden fırlamıştı.

Namık’ı yıllar sonra yine yanımda görünce Hacer’le yaşadığımız bu korkunç olay geliyor aklıma.
“Çocuklarının geleceğini bile lekeledin sen” diyorum.
“Ölümden korkmuyorum,” diyor, kırık bir ses tonuyla.
“Ölümden bahseden kim?”
“Yapılanların tüm sorumlusu ben değilim.”
“Söyler misin bana, pişman mısın Namık? Keşke yapmasaydım dediğin anlar olmadı mı? Veya gece yastığına başını koyduğunda rahatça uyuyabiliyor musun?”

Korkuyordu. Yaptıklarının bir hesabı olması gerektiğini düşünüyor olmalıydı. Verilen emirlerden emin olabilseydi, böylesine ürkmesine gerek yoktu. O da biliyordu, yaptıkları görevi değildi ve bir gün birileri bir yöntemle hesap sormaya kalkışabilirdi... Yüreğinin derinliklerinde, içinden hiçbir zaman atamayacağı bir ürküntü yaşıyor gibiydi. Kaygılı bir ses tonuyla konuştu:

“Bir mahalle bakkalı gibi sakin, sessiz ve rahat yaşamayı ben de isterdim. Ya da sıradan bir büro memuru gibi...”

“İş dönüşü çocuklarını kucakladığında, babasının işkencede çığlığını dinleyen bir çocuğun, tazecik yüreğindeki acısını, korkusunu hissedip, biraz olsun tedirginlik duymuyor musun?”
“Ben bana söyleneni yaptım. Adam üç kişiyi öldürüp gelmiş. Sonra bunu inkâr ediyor.”
“Sen de konuşturup adaleti sağlıyorsun öyle mi?”
“Ölenleri insandan saymıyor musun?”
“Sen devleti temsil ediyorsun. Sana getirilenin o suçu işlediğini nereden biliyorsun? İşkencede zorla kabul ettirerek mi? Peki düzene karşı diye hayvan gibi davrandığınız insanlar! Hak ediyor diye işkence yapıyordunuz değil mi?”
“Bana verilen emir...”
“Bırak şimdi emirleri Namık. Yasalar var, hukuk var. Mahkemeler...”
“Ben devletin memuruyum.”
“Pişman değil misin?”
“........”
Susuyor, gözleri karanlıkta kayboluyor... Neler geçiyor aklından kim bilir. Kısa süren suskunluğunu aralayarak;
“Benim seninle kişisel hiç bir sorunum yok. Seni kişi olarak severim. Delikanlı bir adamsın. Dirençlisin. Ah bir de böyle biri olmasaydın, seninle iyi bir dost olabilirdik,” diyor.
Şaşırıyorum.
“Benimle dost olabilir misin?”
“Neden olmasın, cezanı yatıp çıktın. Efendi, dürüst birisin.”
“Sana kötülük yapabileceğimi düşünmüyor musun?”
“Kötülük yapacak biri olsan, beni tanıdığını söyleyip, bu kadar şey anlatmazdın.”
“Haklısın Namık, ben sana bile işkence yapamam.”
“Benim sana yaptıklarımı, bana yapmak hiç aklından geçmedi mi?”
“Hayır senden nefret etmiyorum. Zavallısın, acıyorum.”
“Asıl acınacak senin durumun! Yaşamını saçma bir şey için harcıyorsun.”

Fazla yükleniyorum galiba, savunmaya geçiyor. Yaptıklarını bir noktadan yakalayıp, kendini aklamaya çalışıyor. Savunması ürkek. Saldırmaya devam ediyorum:
“Fahişe para kazanmak için kendini satar. Yalnızca kendine zarar verir. Ama yine de onurludur benim gözümde. Çünkü başkalarına zarar vermez. İşkenceci de para için kendini satar. Ama o başkalarına zarar verir. Bana göre çok daha onursuzdur.”

Kaşları geriliyor, ne yapacağını şaşırıyor. Ortamı yumuşatmaya çalışıyor.
“Bizleri nasıl gördüğünü biliyorum,” diyor, pişkince.
“Ama ne yazık ki insansınız...”
“Bizler kullanıldıysak, sizler de kullanıldınız. Ama farklı alanlardaydık. Sizi de kendi çıkarları için kullananlar oldu.”
“Ben hep düşündüğüm, istediğim gibi yaşadım. Kullanıldığımı bir an bile düşünmedim. Hiç kimseye de zarar vermedim.”
“Yaptıklarınızın hepsi doğru muydu?”
“Elbette değil, ama her şeyi insan için yaptık. Kimseye uşaklık yapmadık. Hele para için asla!”
“Her insan bir yerlere şöyle ya da böyle hizmet eder.”
“Ben düşüncelerime hizmet ettim.”
“Boş verelim bunları da, artık neler yapmayı düşünüyorsun? Yine devam mı edecesin?”
“Okula yeniden başlayacağım, biraz geciktim ama...”
“Artık rahat dur. Bak yılların gitti. Hiçbir şeye karışma. Bizim oralara düşme.”
“Niye, artık senin gibi tanıdıklarımız var oralarda, değil mi? Bize yardımcı olursun...”
“Benden sana ağbi tavsiyesi. Devletle baş edemezsiniz. Yazık oluyor size.”
“Şimdilik yarım bıraktığım yaşamı tanımaya çalışıyorum. Bir de okul olacak, ara sıra da yazı yazıyorum.”
“Sen adam olmazsın. Boşuna atıyorlar sizleri içeri. Daha militanlaşıp çıkıyorsunuz.”
“Beslemeyip asmalı değil mi?”
“Yok öyle demek istemedim.”
“Artık yaşlandık, neremiz militan?”
“Hacer’i sonradan hiç gördün mü, ne zaman çıkıyor?”
“Az kaldı, bir yıla kalmaz çıkar.”
“Ona da yazık oldu. Doktor olacaktı. Gerçekten yazık sizlere.”
“Sen bize acımayı bırak da, kendine bak... Hem dikkatli ol ben tanıdığımı söyledim, bir başkası söylemeyebilir.”

Susuyor. Gözleri gecenin karanlığında kayboluyor. Cebinden sigarasını çıkartıp bana uzatıyor. Reddediyorum. "Seninle dost değiliz, sigaranı içmem, ama sen benim sigaramdan içebilirsin," diyorum.

Her ikimiz de kendi sigaralarımızdan yakıyoruz. Konuşmuyoruz artık. Aydınlanmaya yüz tutmuş gecenin karanlığında dışarıya dalıyor gözlerim.
Acı!..
Çığlık!..
Ve bitmez tükenmez saatler, günler, aylar!..

Özgürüm!.. Duvarlar, zincirler yok artık. İşkencecim yanı başımda. Zamanın durduğu anlar, yitip gitmiyor. İnsanın belleğinde olanca canlılığıyla hep var oluyor. Yıllar, canlılığından hiçbir şey kaybettirmiyor.

Acı yüklü haykırışlar!..
Öfkeli, salyalı bağırtılar...
Ve çığlıklar, beyni parçalayan çığlıklar...

Saatlerdir kafamı çevirip ona bakmıyorum. Yüzünü görmek iğrendiriyor beni. Uyuyamadım da. O da uyuyamadı. İnsan olduğunu düşünmeye çalışıyorum. İnsan, insan, insan... diye tekrarlıyorum, kendimi inandırmak istercesine, defalarca...

Ankara'ya vardığımızda yanıma geliyor.
"Sana kahvaltı ısmarlayayım," diyor.
"Hayır," diyorum.
"Seni arkadaşlarımla tanıştırayım, başın sıkışırsa yardımcı olurlar," diye devam ediyor konuşmasına.

Gülümsüyorum, senin yaptığın gibi dercesine... Oradan hemen uzaklaşmak istiyorum.
İlk geçen taksiyi durdurup biniyorum. Arkamdan o da başka bir taksiye biniyor. Ayrı yönlere doğru hızla gidiyoruz. Beni izleyebilir diye kaygılanıyorum. Gideceğim yere iki ayrı taksi değiştirerek gidiyorum. Onun da değiştirmiş olabileceğini düşünerek gülümsüyorum. Tedirginliğimden eser kalmıyor, rahatlıyorum.

Biliyorum.

O, yaşam boyu tedirgin kalacak.