18 Ekim 2008 Cumartesi

LİNA



Gökyüzünü kara bir duman sarmıştı. Havaya yüklenen ceset kokusu, her nefeste çıldırtıyordu insanı. Boyunlarını bükmüş papatyalar, ayrıksı otları gibi köklerini alıp yanlarına savrulmuşlar her yana. Umut tükenmiş, yaşam kıskaç altında. Kan kokuyor her yan, yürekler postal altında. Hızla kaçıyorum oradan. Soluksuz... Nice sonra dönüp arkama baktığımda, simsiyah bir bulut altında kaybolmuş insanları görüyorum. Yarınsız, sevgisiz ve renksiz...

Ölüm korkunç bir şey, diye düşünüyorum, hele ölümü yaşamak çok daha korkunç. Yüreği sendeliyor insanın, kopup gidiyor her şey. Ölüm sanki bir kara büyü, çekiyor insanı...

Lina geliyor aklıma. Güzel mavi gözleriyle Lina. Bu berbat savaşın ortasında ansızın karşıma çıkan, gencecik, inatçı bir kız. Gözleri masmavi ve canlı. Bakışları kurşun gibi, deliveriyor insanın yüreğini. Beyaz tenli, uzun sarı saçlı. Onunla, bir yaz günü, olanca şiddetiyle süren bir çatışmanın orta yerinde karşılaşmıştık. O, bir düşmandı, karşı mevziden. Ben de düşmandım. Kurşunlarımız da çatışmamızın taşıyıcıları oldular. Yüreklerimiz düşman mıydı, ya beyinlerimiz, gözlerimiz!.. Ama biz beynimizden öte düşmandık. Düşman taraflardaydık. Taraflar adını koyup çizgiyi çizmişti. Bizlere yalnızca kabullenmek kalmıştı. Düşünüyor olmamızın hiçbir önemi yoktu. Belki de gerektiği gibi düşünmesini bilmiyorduk. Düşüncelerimizi yanlışa kurgulayıp doğrularımızı silintisiz kılıyorduk.

Adını bilmiyordum. Hiç öğrenemedim. Ancak gözlerini hep yanımda taşıdım. Yüreklere sığmayan masmavi gözleri vardı. Pervasızdı. Besbelli korkuyu hiç tanımamıştı. Belki de korkmaya hiç fırsatı olmamıştı. Gençti; on sekizine yeni basmış gibiydi.
Kurşunlar mevziyi çılgınca yoklarken ben orada bile değildim. Kendimi toprağa gömmüş, düşlerime dalmıştım. Arada bir kafamı çıkartıp anlamsız bakışlarla karşı mevziye göz gezdiriyordum. Her yanı cehenneme çeviren makineli ve roketlerin alışılmış sesi kulaklarımı tırmalamıyordu bile. Yanı başıma düşen roketin ritmi bozan sesiyle düşlerimden kopup kendimi daha bir toprağa bastırdım. Toprak beni derinliklerine alsa belki de yıllarca hiç çıkmak istemezdim. Sonra başımı kaldırıp, gözlerimi, hedef arar gibi silahımın dürbününe dayadım. Gözlerim dürbüne takılı kaldı.

Onu ilk kez o an gördüm. Uzunca bir süre onu seyrettim. Upuzun, sarı ve dağınık saçlarının arasından yüzünü seçemedim. Gözlerini yakaladığımda kendimi dürbünden çekemedim. Gözleri dürbüne yapışıp kalmıştı. Öfke doluydu; sanki, dünya ile yarım kalmış bir hesaplaşmanın son durağında gibiydi. Kafa tutuyordu yaşama. Silahı hiç susmuyordu.

Kafasını kum torbalarını arasından kaldırıp umarsızca basıyordu kurşunu. Hedefimdi, hem de her an beni yok edebilecek bir hedef. Onu hareketsiz kılmak için tek bir hareketim yeterliydi. Parmağımın tetiğe hafifçe dokunması... Ama gözleri o kadar güzel ve saftı ki kendimi alamadım. Yanımdaki dosta gösterdim,
“Yakala dürbününle,” dedim. Önce şaşırdı, sonra o da yakaladı. “Güzelliği görüyor musun, nasıl kıyılır bu gözlere?”

Hırçındı. Durmak, ara vermek nedir bilmiyordu. Her kurşunu bir ölümdü. Bizler de ölüm çemberinde oynaşıyorduk. Belki de yüreğimizdeki insan savaşa direniyordu. Kaçsın istedim, kendini saklasın, gözlerini ölümden korusun. Dostum sağına, soluna uyarı atışı yaptı. Kaçmadı. Daha da hırçınlaşmıştı. Kızmış mıydı, yoksa inanmıyor muydu ölüme? Mevzinin her tarafını dolaşıp dünyanın tüm mermilerini bir anda bizim tarafa yağdırmaya çalışıyordu. Bu genç yaşında bitmek bilmeyen bir enerji ve ölümü yadsıyan bir kinle, durmadan saldırıyordu.

“Kaçmıyor...” dedi dostum bana.
“Bizden can alacak. Savaşçının aptalından korkmalı. Susturmak gerek...”

Kısa bir andı. “Hayır yapma!” diyemedim.

Her şey o kadar çabuk olup bitti ki... Bir anda dürbünüm kanla doldu. O kafasını kaldırıp ölüme yeni bir insan ararken, bu kez ölüm onu yakalamıştı. Kurşun daha hızlı davranmıştı. Kum torbalarının üzerine yığılırken saçları kızıla döndü. Silahı elindeydi. Öylece kaldı. Arkadaşlarından birisi önce ona doğru bir hamle yaptı. Sonra kurşunlardan ürküp geri çekildi...

Kendi kendime, “Hadi kımılda, daha oynaşmamız bitmedi... Oyunu erken terk etme...” dedim. Kımıldamadı.

Biz, karşı taraflardan iki oyuncuyduk. Bu oyunla anlamsız cehennemi insanlaştırmıştık. Uzağımızda olan, neredeyse belleğimizde bile canlılığını yitirmiş bir tutam güzelliği yeni baştan hatırlamaya çalışmıştık. Belki de çocukçaydı...Bir an için reddetmeye çalışmıştık, yaşadığımız gerçekleri ve ölümü... İnsana düşman savaşı...

Gözlerim doldu, kapadım. Sırtımı kum torbalarına dönüp gökyüzünü seyre koyuldum. Kurtulmak istedim yaşamdan. Gökyüzünde tek bir bulut yoktu, masmaviydi. Tıpkı gözleri gibi... İnanamıyordum olanlara. Her şey bir rüyaydı sanki. Kötü bir düş... Anlamsızca kafamı sağa sola çevirdim. Kendimi çimdikledim. Her şey gerçekti.
Ben, ölümün ortasında gerçeği yaşıyordum. Yerimden doğrulup tekrar dürbüne dayadım gözlerimi. Kum torbalarının üzerinde külçe gibi yatıyordu. Kalkamamıştı. Çılgınca ölüm saçan silahı, sımsıkı elindeydi. Gözlerindeki parıltı kaybolmuş, kanla örtülmüştü. Ancak, öfkesi yüzünde asılı gibiydi. Saçları darmadağındı...
Belki, diye düşündüm, başka bir yerde veya başka bir zamanda karşılaşsaydık dost, sevgili, arkadaş bile olabilirdik... Belki de gözlerinde aşkı bulurdum. Bir kırmızı gül takıp saçlarının arasına, ülkemi anlatırdım ona. İnsanlarımı, özlemlerimi, düşlerimi...

Karşı mevzi tamamen sustuğunda yerimden fırladım. İnce bir heyecan vardı yüreğimde. Yaralıdır, diye düşündüm, ölmemiştir, kurşunun etkisiyle baygındır, hareketsizdir... Yaşaması için bir şeyler yapabilirim. Sürünerek karşı tarafa vardım. Ölümü bir tarafa bırakıp bir an önce ona ulaşmaya çalıştım. Her tarafta insan cesetleri vardı. Parçalanmış insan bedenleri, sağa-sola savrulmuştu. Her yan kan içindeydi. Arkadan silah sesleri geldiğinde, kendimi yine yere attım. Yüzüm kana battı. Elimle silmeye çalıştım, olmadı. İğrenç bir koku bedenimi sarmıştı. Kustum... Onlarca kez kustum... Yüzlerce kez kustum... Midem dışarı çıkmıştı. Rahatladım.

Silahlar tamamen sustuğunda kafamı kaldırıp ona baktım. Yanı başımdaydı. Yüzümü kaplayan kan, onun damarlarına sığmayan kanıydı. Ayağa kalkıp uzun uzun seyrettim. Başucuna dikilmiş oradan ayrılamıyordum. Kurşun yüreğini parçalamıştı; ancak öfkesi kanla kaplanmış gözlerindeydi. Sanki ölen o değildi, insanlık adına varolan tüm güzelliklerdi. Aşktı. Dağdaki papatyalar, gökyüzündeki yıldızlar, kumsaldaki martılar...

Onu hiç tanımamıştım. Adını da bilmiyordum. Umutlarına, özlemlerine, düşlerine yabancıydım. Şimdi gözleri var yanımda; hiç eksilmeyen gözleri... Kendime kızıyorum. Eğer gözlerimi kapatıp onu görmeseydim belki de yaşayacaktı. Bu oynaşmada o benim yaşamımı alacaktı.

Tanımayı ne çok isterdim. Sabahlara kadar konuşup yüreğindeki öfkeyi çözmek isterdim... Savaşın, bizim savaşımız olmadığını bilsin isterdim... Sevgiyi yeşertmesi için, yüreğimdeki umudu paylaşmak isterdim...Ama, olmadı.

Yüreğimden bir parça bıraktım orada.

“Lina” dedim adına. Gözlerini YÜREĞİME kazıdım.