29 Ekim 2008 Çarşamba

O ARTIK KARŞI SAFTAYDI

Haziran ayı gelip çatmıştı.
Kış aylarının bıktırıcı soğukları yerini yazın yürük ısıtan sıcaklarına bırakmıştı. Yaz ayı ile birlikte Orta-Doğu, yüzlerce yıllık sorunlarının girdabıyla yeniden kıpırdanmaya başlıyor, yazdan öte bir sıcaklık tüm bölgeye yayılıyordu.

Bölgede neredeyse her şey, yeni bir çatışmaya neden oluşturmak için var oluyordu. İnsanlar yılların verdiği bıkkınlıkla, kanıksadıkları gerçekliği yaşamaktan geri durmuyorlardı. Bulutlar aralanmış, gök yüzü yeniden maviye bürünmüş ve doğa olanca güzelliğini bu kente sunmakta tereddüt etmemişti.Gökyüzünün maviliğine inat, kentin üzerinde siyah dumanlar yükseliyordu. Tüm güzellikler bir anda kayboluyor, Kent cehenneme dönüyordu. Bomba ve silah sesleri kulakları sağır ederken, insanlar çaresizce savaşa teslim oluyorlardı.

Çatışmaların yoğun yaşandığı günlerde, kent mevzilere ayrılmış, can pahasına bir çatışma hemen her sokağa yayılmıştı. Saflara ayrılmış güçler kıyasıya bir hesaplaşmanın içerisinde, birbirlerinin üzerinde üstünlük sağlamaya çalışıyorlardı.Savaşın en berbatı burada yaşanıyordu. İlkesiz kuralsız ve mantıksız...

Ölümüne inanan insanlar, tanrı adına bir savaş veriyorlardı. Tanrının buyruğu adına yola çıkanlar, bir süre sonra kendi buyruklarının esiri olmaktan kurtulamıyorlardı. Güneş çaresizce aydınlığı zorluyordu.Tepenin hemen yanı başındaki üç katlı bir binada çatışmalar yoğunlaşmıştı. Ev direniyordu. Her penceresinden yüzlerce mermi dışarıyı yokluyordu. Hiçbir canlı saatlerce binaya yaklaşamadı. Dışarısı yükleniyor, içerisi direniyordu.

Gün akşama dönmeye yüz tutmuştu ki, evden gelen silah sesleri azaldı. Dışarısı bir kez daha yüklendi ve bekledi. Yanıt yoktu. Sabırlar tükenmiş, sinirler gerilmişti. Ev, üç koldan ablukaya alınmış ve saatlerce dövülmüştü.

Üç koldan dikkatlice içeri girildi. Kurşun ve roket mermilerinden harabeye dönen ev, cesetlerle doluydu. Direnmişler ve kaybetmişlerdi... Kazananlar, kaybedenlerin yaşama yenik düşmüş bedenleri arasında dikkatlice adımlarken, gizli bir sevinç yüzlerine asılmıştı.

O yabancısıydı, böylesi bir savaşın. Sığınmacı olduğu bu topraklarda, kendini amansız bir savaşın orta yerinde bulmuştu. Yeniydi, yüreği bir türlü dönmüyordu savaşa. Ölümü yüreğinde yeşertmiş, ölümle barışık büyümüş diğer insanlar gibi değildi. Ölüm korkusunu bir şekilde yenmeyi bilmişti, ancak insanların öldürülmesini bir türlü kabullenemiyordu. Yaşam ona ölümü dayatmıştı, kendi ülkesinden kilometrelerce uzakta, hiç tanımadığı insanlarla birlikte saflaştırmış, kıran kırana bir çatışmanın içine itmişti. Çaresizce çırpınıp duruyordu.

Cesetlerden kafasını çevirip üst katlara yöneldi. Binanın ikinci katındaki odalara anlamsızca bakarken, alt kattan gelen bir patlama sesiyle irkildi. Sesin geldiği yöne doğru koştu. Çılgına dönmüş genç bir savaşçı, kontrolsüzce parçalanmış cesetlere kurşun sıkıyordu.

Atlayıp elinden tuttu:

“Ne oldu, ne yapıyorsun?” diye sordu, bağırarak.

Rengi sararmış, sinirden gerilmiş genç,ateş etmeyi kesip titreyen sesiyle yanıt verdi.

“El bombasının pimini çekip bir cesedin altına bırakmışlar, Ali de cesedi çevirince bomba patladı...”

Ne yapacağımı şaşırmıştı. Oradan bir an önce kaçmak için hızla üst katlara yöneldi. En üst kata vardığında biraz daha dikkatli davranmam gerektiğini düşünüyordu.

Odalara dağıldılar. Kapıları tekmeyle açıyor, rast gele ateş ediyorlardı. Böylelikle olası düşmana fırsat vermemeye çalışıyorlardı. Her taraftan silah sesleri aralıklarla yankılanıyordu.

Odanın birine yöneldi, tekmeyi vurup kapıyı açtı. Donup kaldı!... Kucağındaki çocuğu sımsıkı göğsüne bastırmış siyah çarşaflı bir kadın, köşeye büzülmüş, öylece ona bakıyordu. Göz göze geldiler. Bakışları öfke doluydu. Ne yapacağını şaşırmıştı. Hareketsiz bir süre öylece kaldı. Gözleri, henüz birkaç aylık gibi görünen bebeye takılmıştı. Parmağı tetikteydi.

Önce omzuna aldığı bir darbe ile kendisini geldi. Ne olduğunu anlayamadan yanı başında silah sesi duydu. Yere düşen bebeğin çığlığı odaya yayıldı. Çılgına dönmüştü!... Yanına gelen Filistinli bir genç, onu kenara iterek kadını vurmuştu.

Elindeki silahı fırlatarak, kadını vuran Filistinlinin yakasına yapıştı. Bir yandan onu silkelerken, titreyen sesiyle bağırıyordu.

“Neden vurdun kadını? Teslim alabilirdik, o savunmasızdı, sen insan değilsin, adi herif...”

Filistinli genç önce onu susturmaya çalıştı. Başaramayınca, yakasını ellerimden kurtarıp, kanlar içinde yatan kadının yanına gitti ve hızlı bir hareketle örtüsünü açtı.

“Ben vurmasaydım o, hepimizi öldürecekti,” dedi. Sesi titriyordu.
Haklıydı...

Kadının örtüsünün altından tüm bedenini kaplayan intihar kemeri ortaya çıkmıştı. Eli, beline birkaç kat sardığı, TNT dolu kemerin pimindeydi... Kemeri kucağındaki çocukla gizlemeye çalışmıştı. Eli pimdeydi ama anlaşılan oda donup kalmıştı. Son yapması gerekeni bir türlü yapamamıştı. Belki de bebeği baskın çıkmış son anda vazgeçmişti.

Bebeği kucağıma alıp, göğsüne bastırdı. Ağlaması bir türlü durmuyordu. Biraz uğraşıp kollarımda salladı. Bir süre sonra bebek ağlamayı bıraktı. Keyiflice kundaktan sarkan ayaklarını oynatmaya başladı. Hiçbir şeyin farkında değildi.Kucağındaki çocukla binanın çıkışına yönelirken, şaşkındı. Kadını çocuğuyla gördüğünde donup, öylece kalmıştı. O bir anneydi ve ona asla ateş edilemezdi.

Kadını vuran Filistinli, oyunu kuralına göre oynamıştı ve pek çok insanın hayatını kurtarmıştı. Düşmanını iyi tanıyordu. Onlar öldürmeden ölmüyor ve asla teslim olmuyorlardı. Tanrıya ulaşmak için yapılan bir savaşta teslim olmak anlamsızdı. Ölerek bir ödül kazanmak, hem de insan olarak yaşamını adadığı bir ödülü kazanmak her zaman tercih edilirdi. Ölüm bu kutsal savaşta, tanrı katında ödüllendirilmekti.

Kucağındaki çocuğa baktı, ağlamıyordu, oynaşıyordu artık, Onu yaşlı bir Filistinliye verdi. Filistinli oynaşan bebeği sımsıkı kucaklayarak, kampa götürdü.

Artık karşı saftaydı...