18 Ekim 2008 Cumartesi

İNSAN AMCA

Adı Nevroz.

Yirmi yaşında genç bir kız. Üniversite öğrencisi. Saçları siyah, uzun. Hafif dalgalı. Gözleri ateş gibi canlı, sert. Biraz öfkeli, bakınca dik dik bakıyor. Ancak bakışlarındaki diklik rahatsız etmiyor insanı. Dünyaya sataşır gibi yürüyor. Sanki yarım kalmış bir hesabı taşıyor yüreğinde. Yüz hatları gergin, adı gibi kısa yaşamında öğrenmişti direnmeyi.. Her şeye karşın sıcak biri, konuşmaları içten, dalıveriyor insanın yüreğine. Ses tonu yumuşak, berrak, pürüzsüz, ancak alabildiğine heyecanlı...

Bir akşamüstü, benzer akşam üstüleri gibi sırtıma çöken günün ağırlığından birkaç saatliğine de olsa kurtulabilmek için lokale gidip ağaçların altına oturdum. Koltuğa yayılıp, yaşamdan koparak beynimi boşaltmaya, rahatlamaya çalıştım. Bütün gün haber peşinde koşup yorulmuş, pek çok kişiyle alakasız ilişkiler kurmak zorunda kalıp, beynimi gereğinden fazla zorlamıştım. Bir kadeh rakı ile rahatlamayı düşünürken, gözlerimi Nevroz’a kaptırmıştım. Bana yakın bir masada bir dostumla birlikte oturuyor, hoşça sohbet ediyordu. Sözcüklerini el hareketleriyle destekleyerek, hararetle bir şeyler anlatıyordu. Mutlu görünüyordu. Bu kadar hararetli ve canlı olabilmek güzel olmalı diye düşünürken, yerlerinden kalkıp bana doğru geldiler. Hoş beşten sonra dostum bana dönerek, “Nevroz’u tanıyor musun?” dedi, ‘Babası Adana’da öğretmendi, öldürüldü. Nafiz’in kızı.”

Donup kalmıştım. Yaşamdan kopmaya, beynimi rahatlatmaya uğraşırken, birdenbire yıllar öncesine çekilmiştim. Ne diyeceğimi bilemeden Nevroz’a bakakaldım. Babasını tanıyordum. Nevroz’u da tanıyordum, yıllar öncesinden... Bir süre sonra şaşkınlığımı üzerimden atıp,

“Sen Nafiz hocanın kızı mısın?” diye sordum, ‘evet’ anlamında kafasını salladı.
“Ben babanın öğrencisiydim” dedim kısık bir ses tonuyla.

Liseyi parasız-yatılı okumuştum. Parasız ve yatılıydık. Parasızlığımıza yatılılığımız denk düşmüştü. Çocuk denecek yaşta bir disipline girmeye zorlanmıştık. Belirli saatlerde yemek yer, belirli saatlerde etüte girerdik. Yatma ve kalkma saatlerimizde katı ve kurala tâbiydi. Yat saati gelip de yatağa yöneldiğimizde hep bir açlık hissederdik. Hem yemekten hem de sevgiden yana. “İyi Geceler” yerine, “yatın lan” bağırtısını duyardık. Geceyi evinde, karısının koynunda geçiremeyip, başımıza nöbetçi bırakılan kimi hocalarımız, sanki suçlusu bizmişiz gibi, hırslarını bizden alırlardı. Bağırarak uyandırır, bağırarak yatırırlardı. Parasız ve yatılıydık ya... Sevgiyi bilmez, sevgiye lâyık görülmezdik. Etüt saatlerinde çıkarttığımız en küçük bir seste, kimi zaman savaş alanına dönerdi sınıflar. Korkardık. Yalnızlıktan, karanlıktan ve mutsuz hocalarımızdan... Kimi zaman yatak çarşaflarımızda dik yuvarlanmayan iki buçuk liraya hayıflanırdık. Dayak yerdik, gergin olmayan çarşaftan dolayı. Sabah kahvaltısında verilen yağ-reçel mönüsünü bile dua ile karşılardık. Şükrettirilirdik...

Çocuktuk... Adeta zorla büyütülmek isteniyorduk. Şiddeti bu yıllarda tanıdık. Şiddeti tanıdıkça sevgiden uzaklaştık. Parasızdık ve yatılıydık. Üstelik sevgisizdik de... Geceleri çarşafı yüzümüze çekip sessizce, gizli gizli ağlardık. Bir de asla eve dönemeyeceğimizi düşünür, umutsuzluğa kapılırdık.
Gündüzleri birlikte okuduğumuz kimi öğrencilere öylesine imrenirdik ki... Onlar gecelerini evlerinde geçiriyorlardı ya, hiçbir sorunları olamazdı. Sanırdık ki onlar, yatısız olmakla, paralı ve sevgi dolu oluyorlardı.
Kimi hocalarımız, okulun içindeki lojmanlarda kalıyordu. Bu hocalarımızla biraz daha yakın olurduk. Onların nöbetçi olduğu günlerde daha rahat olurduk. Yaşadığımız biraz serbestlik bizi mutlu etmeye yeterdi. Hele şiddetsiz bir gece, müthiş güzel olurdu.
On dört-on beş yaşlarındaydık. Henüz çıkaramamışken ana kucağından başımızı, buraya gönderilmiştik. Parasızdık ve yatılı okuyacaktık. Evlerimizden, sevdiklerimizden uzak bir ortamda, sevgiyi birbirimizde yakalamaya çalışıyorduk. Okuyacaktık. Yaşamda var olabilmek için, sefaletten, parasızlıktan kurtulabilmek için okuyacaktık. Adam olacaktık.

İlk seneyi atlattıktan sonra biraz daha rahatlamıştık. Birbirimizi tanıyor, kuralları biliyorduk. Kurallara uymakla, daha az şiddetle karşılaşıyorduk. Hocalarımızı da tanımış, huyunu suyunu öğrenmiştik. Bazıları ki çoğunluğu tutucu, gerici ve şiddet yanlısıydı. Etütünde çıt çıkarılmaz,gece yatış zamanı bir dakika bile geçirilmez, sabahları çarşaflar iki buçuk liranın denemesine fırsat bırakılmaksızın, gerilirdi. Kimi hocalarımız da -ki bunlar azınlıktaydı- aydın ve çağdaştı. Askeri kuralları uygulamaz, bizlerin birer insan ve öğrenci olduğumuzu bilir, öyle davranırlardı. Etütler sohbetlerle saatlerce uzar, yatma isteğe bağlı olurdu. Üstelik sabahları çarşaf işkencesi yaşanmazdı.

Biz bu hocalarımızı severdik ve onlardan yoğun olarak etkilenirdik. Sorunlarımızı onlarla paylaşır, yaşamı onlar gibi yakalamaya çalışırdık. Onlar bizim hem annemiz hem de babamız olurlardı. İmrenirdik onlara ve daha fazla yakın olmaya çalışırdık. Parasız-yatılı okulun buz gibi çehresini, biraz olsun bu insanlar ısıtırdı. Bizlerin gencecik yüreğine de bu insanlar girerdi tüm sıcaklıklarıyla. Daha bıyığımız bile terlememişken, demokrat olmayı, insanları sevmeyi, onlar için tasalanmayı, hep onlardan öğrendik.

İyi ile kötünün, doğru ile yanlışın, sevgi ile nefretin ayrışmasını bu süreçte yaşamaya başlamıştık. Gruplaşmalar, saflaşmalar, yurt odalarına, yemekhane masalarına ve etüt sınıflarına kadar hızla girmişti. Nasıl böyle bir noktaya gelindiğini pek anlayamıyorduk; ama doğru bildiğimiz, iyi kabul ettiğimiz değerler etrafında toparlanıyorduk. Tartışıyor, eleştiriyor ve biçimleniyorduk. Zaman zaman aynı yurt odalarını paylaştığımız, aynı masada yemek yediğimiz, ilk günlerimizde evlerimize dönmek için birlikte ağladığımız kimi öğrencilerin saldırılarına maruz kalıyorduk. Önceleri şaşkındık, ne yapacağımızı bilemiyorduk. Sonra direnmeyi öğrendik. Biz direndikçe saldırılar, çatışmaya dönüştü. Ve çatışmayı öğrendik. Bu arada birden büyüdük.

Nafiz hoca, parasız-yatılı öğrencilik yıllarımda, hocamdı. Daha sonra da okulumuza müdür olmuştu. 1980 yılında, siyasi bir saldırıda can vermişti. Etütünde rahatladığımız, sorunlarımızı paylaştığımız, sevgisizlikte sevgiyi bulduğumuz bir insandı. Demokrat ve aydındı. Bizler, pek çok doğruyu ondan öğrenmiştik. Şimdi kızı duruyordu karşımda. Nevroz, bir-iki yaşlarında küçük bir çocuktu. Kimi zaman Nafiz hoca, onu alır, kaldığımız yurdun bahçesine getirir, dolaştırır, oynaşırdı. Bizler de onunla oynayıp severdik. Bazen de Nevroz bize kızar, ağlayarak babasına koşardı.
Nevroz’la karşılaşınca yüreğime bir hüzün çöktü. Ne söylemeliydim, neleri anlatmalıydım, bilmiyordum... Öylece yüzüne bakakaldım. Yaşanılan her şey anlatılamıyordu... Hem ben anlatsam da, Nevroz hangi birini dinleyebilirdi, nasıl bir tepki gösterirdi, kestiremiyordum. Annesini sordum,
“Sizlere kızgın,” dedi.

Belki haklıydı. Bizler aradan geçen yıllara rağmen onu bulamamış, yaşamını biraz olsun hafifletebilmek için hiçbir şey yapamamıştık. Bırak bir şeyler yapmayı, yalnız olmadığını bile hissettirememiştik ona. Kardeşi Devrim’i sordum,
“O da iyi, bu sene ODTÜ’yü bitirdi,” diye yanıtladı. Biraz daha konuştuktan sonra‘
”Babanı vuran da onun öğrencisiydi, biliyor musun?” diye sordum; yüzü biraz daha gerginleşti ve başını sallayarak, ”Biliyorum, bana anlatmışlardı,” dedi...
Bir akşamüstü kentin işlek bir caddesinde, köşe başında kurulmuştu pusu. Hedef bir sendikacıydı. O gün, oraya beklenen sendikacı gelmemişti ve katiller durumdan tedirgin bir süre daha beklediler. Sendikacı gelmiyordu. Hava kararmak üzereydi ki, binanın önünde Nafiz hocayı gördüler. Katillerden biri onun öğrencisiydi. “O olmazsa bu olsun,” dediler. Kısa süren bir tereddütten sonra karar verdiler. Elleri boş dönmemeliydiler... Namluları Nafiz hocaya çevirdiler. Sendikacı geç kalışıyla yaşamını yeniden yakalarken Nafiz hoca şanssızdı. Karşısında birdenbire namluları gördü. Hiçbir şey yapamadı. Kurşunlar bir anda vücuduna dolmuştu. Kanlar içinde yere yığıldı. Son bir çabayla kalkmaya çalıştı. Başını kaldırıp, gözlerini araladı. Katilini gördü... Bir kez daha yıkıldı. Bu kez yüreğinde yıkılmıştı. Elinde yeni ateşlenmiş silahı ve kinli, korkak bakışlarıyla başucunda duran, öğrencisiydi. Bir şeyler söylemeye çalıştı, ancak başaramadı. Öylece kaldı. O an neler hissetmişti, hiçbir zaman öğrenemeyecektik... Şaşırmıştır kuşkusuz, ne olursa olsun bir öğrencisinin ona kurşun sıkabileceğini hiçbir zaman düşünmemiştir...

Nevroz babasını kaybetmişti. Sonra annesi de kayboldu ortadan. Bir gece, bağırtılarla uyanıp gözlerini açtığında, odasının içinde etrafı karıştıran eli silahlı insanlar gördü. Bağırıyor, küfrediyor, evin her tarafını dağıtıyorlardı. Annesini göremedi; ağabeyine sarılıp ağlamaya başladı. Annesinin bağırtısını duydu. “Çocuklarım!” diyordu. Kısa süre sonra anneleri yanlarına geldi. Saçı başı darmadağındı. Gözleri dolmuştu ama ağlamıyordu. Onları sıkıca göğsüne bastırdı. Nevroz, annesine sımsıkı yapışmış, bırakmıyordu. Söküp aldılar onu... Ağlamasına aldırmadılar... Kısa bir süre sonra, gelenler, annesini de alıp gitmişlerdi. Büzüştüğü köşeden çıkmadan, sabaha dek ağladı. Korkuyordu... Hiç kimsesi kalmamıştı. Yapayalnızdı... Komşular, nice sonra korkularını yenip gelmişlerdi yanlarına. Sonra dedesi gelip kucaklamıştı onları... Bağırtılar ürkütmüştü onu; günlerce korkudan uyuyamadı. Artık yaşamında bir insan amcalar bir de polis amcalar vardı. İnsan amcalar, babasının ve annesinin arkadaşlarıydı. Evlerine gelir onunla oynarlardı. Ona şeker ve çikolata getirirlerdi ve onu korkutmazlardı. Polis amcalar ise eve gelir bağırır çağırır ve onu korkutarak annesini götürürlerdi.

Babasının öldürülüşünü pek anlayamadı ancak annesinin bağırtılarla götürülüşü belleğine kazınmıştı. Ağladı, hep ağladı...Dedesini gördüğünde ona sımsıkı sarıldı, yanından hiç ayrılmadı... Babası ve annesinden sonra ya dedesi de giderse, ne yapardı o zaman...Daha çocuk yaşında kaybetmeyi öğrenmişti. Akranları bebeklerini kaybederken ya da bilyelerini, o en sevdiklerini kaybetmişti.
Ankara’da annesinden ayrı aylar geçirdi. Nice sonra bir gün annesi çıkıp geldi. Nevroz sevindi. Yüreğinde yeni bir umut oluştu.

‘Annem geldiyse’ diye düşündü ‘neden babam da gelmesin.’ Bunu annesine hiç sormadı. Annesinin ‘artık gelmeyecek’ demesinden korkuyordu. Yıllarca bekledi babasını. Genç yüreğindeki ‘gelecek’ umudu günbegün çürüdü.

Annesi öğretmenlikten, ‘tehlikeli’ görüldüğü için atıldı. Dayısı içerideydi ve babası artık yoktu. Yaşlı dedesinin kıt emekli maaşıyla Ankara’da daha fazla yaşayamadılar. Köye göçmeye karar verip, gittiler... Hiç görmediği, tanımadığı köyde, yıllar geçirdi. Kırlarda oynadı, her tepenin arkasında babasını aradı. Akşamın alacakaranlığında yorgun argın eve dönerken, yüreğindeki umudu biraz daha tüketti.

Okula başladığında yeniden Ankara’daydılar ve artık babası onun için de yoktu. Kendisinden birkaç yaş daha büyük olan ağabeyi ile babasını hiç konuşmadılar. Evde büyükler konuşurken dinlediler. Evlerinde hüzün hiç eksik olmadı. O çocuk aklıyla anlamaya çalıştı olanları. Anlayamamıştı, ancak biliyordu. Babası artık hiç gelmeyecekti. Annesi hep üzgün kalacaktı, onu okşarken hep dolacaktı gözleri.
Nevroz on yaşına geldiğinde, olanların bir kısmını ancak anlayabilmişti. Babası birileri tarafından öldürülmüştü. Annesi tutuklanmış ve sonra da öğretmenlik mesleğinden atılmıştı. Dayısı hâlâ cezaevindeydi. Dedesi yaşama karşı direniyordu. Neler olduğunu anlamıştı ama nedenlerini bir türlü çözememişti. Babası neden öldürülmüştü, annesi neden işten atılmıştı, dayısı neden cezaevindeydi?..

“Şimdi,” diyor Nevroz, “üniversitedeyim. Basın-yayında okuyorum. Son senem, bu sene okulu bitireceğim.”

Önceleri Nevroz’la çok şey konuşmayı düşünüyorum... Babasını anlatayım, babasının öldürüldüğü dönemi, öldürenlerin silik, cani kimliklerini...Sonra vazgeçiyorum...

Bunların Nevroz için ne önemi vardı?

Tüm bunların acısını olanca ağırlığıyla yıllarca yaşamamış mıydı?

Üstelik artık yaşanılan süreci değerlendirebilecek bilinç ve bilgideydi. Kafasındaki neden ve niçinlere yanıt bulmuştu. Geriye yalnızca yüreğindeki, bir türlü dindiremediği sızı kalmıştı. Belki de bu sızı onu Nevroz yapmıştı.

Nevroz’dan ayrılıp, metroya biniyorum. Kafamda yılların hesaplaşması dolaşıp duruyor. Yüreğim üzgün ve öfke dolu... Aklımda hep Nevroz var. Duraklardan birinde bir grup genç biniyor. ‘Ve Özgürlük’ dergisi satıyorlar. Ellerindeki dergiyi sallayarak derginin manşetlerini bağırıyorlar:

“Yüzlerce kişinin katili çete ortaya çıkarıldı. Faili meçhul cinayetler aydınlanacak... Ve Özgürlük anlatıyor...”

Kızlı-erkekli gençlerin haykırışları metro vagonunda yankılanıyor. Benimse beynimin daha derinliklerine ulaşıyor...

Başımı çevirip gençlere bakıyorum. Sanki hepsi birer Nevroz....

Yaşama dair yarım kalmış bir hesaplaşma saklı yüreklerinde...