7 Nisan 2012 Cumartesi

KIŞLALAR SOKAKLARDA, SOKAKLAR KIŞLALARA TAŞINIYOR!!

 

Karanlık bir eylül.
Komut sesleri sokaklarda yankılanıyor.
Sokaklar kışlalara taşınıyor.
Tutukevleri can pazarı...


Yüzlerce, binlerce insan atılmıştı içeriye. Çağdaş Bastiller yaratıldı ülkede. Askerlik çağına yeni adım atmış genç insanlar asker-gardiyan yapılıp komutan oldular. Yeni işkence yöntemleri denenip, sistemleştirildi. İnsandı malzeme, insan bilinci ve iradesi. Yirminci yüzyılın toplama kamplarında Hitler yoktu, ancak özentileri vardı ortalıkta. Bir de Gestapolaştırılmış genç askerler.


Her şey yasaktı...
Gazete, kitap, dergi okumak yasak, radyo televizyon izlemek yasak!.. Görüşlerde esas duruşu bozmak, el kol işareti yapmak, imalı sözcükler kullanmak yasak!.. Türkçe olmayan dil ve anlaşılmayan kavramlar kullanmak yasak!.. Kısık sesle konuşmak yasak!.. Havalandırmada birden fazla kişinin yan yana gelerek volta atması yasak!.. Volta atarken elleri başıboş bırakmak, tespih, ip vs. sallamak yasak!.. Tek sayfadan fazla mektup yazmak, yazılan mektuplarda içeriden bahsetmek yasak!.. Uykuda sayıklıyor numarası ile nöbetçi komutanlara anlaşılmaz sözcükler söylemek yasak!.. Tuvaletlerde gerekli zamandan fazla kalarak, komutanların gözünden uzaklaşmaya çalışmak yasak!..


Daha pek çok anlamsız yasak, içeri atılan binlerce insana dayatılarak kurallaştırıldı. Soluklanma dışında her şey talimatnamelerde vardı. Uymak, zorunluydu!..


İdam cezası alanlar, koğuşlardan alınıp, müşahede denilen yerlere konulurdu. Buralarda önleri demir şebekelerle çevrili tek kişilik hücreler bulunurdu. İnsan burada kendini, kafese kapatılmış hayvan gibi hisseder... Gözler sürekli üzerindedir. Her hücreye bir asker gardiyan düşer. Yirmi dört saat gözetlenir idamlık insanlar... Soluklanmaları bile izlenmeye çalışılır... Olur ya, karar infaz edilmeden, kendi canına kıyar da... Hücrelerin birbirleriyle konuşması, her türlü alış verişte bulunması yasaktı!.. Askerlere, imalı, tehditkâr bakmak, özel dostluk kurmaya çalışmak da yasaktı. Komutanım dışında bir hitapta bulunan ânında cezalandırılırdı.


Kimi zaman askerler, hücrelere kafalarını uzatıp, "Dün gece sizin adamlardan iki kişi daha sallandı, yakında sıra sizde" diye dalga geçerler ve iğrenççe gülerlerdi. Böylelikle bir- kaç kişinin daha idam edildiği öğrenilirdi. Bir burukluk yaşanırdı yüreklerde. Sessiz bir öfke yayılırdı, her yana... Bir gece vakti, daha yeni düşmüşken başlar yastığa, ansızın gürültüyle açılır, bir demir kapı. Sözcüklere gerek yoktur artık. Hep, baş dik olsun istenir. Günlerce, aylarca hep kafada dolaşır durur. Cellat kapıya dayandığında ölüm kaçınılmazsa artık, onurluca olmalı. Tıpkı yaşam gibi...Yapılacak daha pek çok şey varken, ölüm düşünülür hep. Ölmesini bilmek gerek denilir. Tasarımı yoktur yarının. Yarın "yaşanılandır", artık. Beklemek... Hücreye sızan gün ışığının bir gün sonrasını beklemek...


Bir gece...
Karanlığın olanca ağırlığıyla çöktüğü bir gece, tutukevinde müthiş bir sessizlik vardı. Koridorlardan her gece yayılan hayvani bağırtılar duyulmuyordu. Askerler özenliydi. Sessizlik çöktürüldü tutukevine. Emir vardı. Bu gece infaz var.


Hücrelerin önünde kalabalık postal sesleri duyuldu. İnsanlar gün ışığını düşündüler, yeniden... Soluklanmayı kestiler, kulak verdiler koridora. Yüreklerde hüzünlü bir telaş belirdi. Postal sesleri durdu. Rütbeli bir subayın tedirgin sesi duyuldu. "Hazırlan. Dosyan onaylandı". Hep bir gün kapıya dayanacakları beklenir, ancak geldiklerinde inanmaz insan. Dünyanın pek çok yerinde insanlar, evlerinde uyurken veya gece eğlencesinden dönmeye hazırlanırken, o, ölüme gidiyordur. Ölüme nasıl hazırlanılır, bilinmez... Az sonra yaşam bitecektir. Bir daha gün ışığını göremeyecek...


Bizler gün ışığı olacağız diye geçirdi içinden. Şaşkınlığını üzerinden atıp kendini toparladı. Hücrenin daracık köşelerinde kısa voltalar attı. Düşünmeye çalıştı, ancak düşünemiyordu. Düşünecek ne kalmıştı geride? Ellerini yokladı, sonra cebine soktu. Bedenini hissetti. Başını iki yana sallayarak anlamsızca gülümsedi. İnanmıyor gibiydi olacaklara. İnanmak istemiyordu. Bir düştü bu. Güneşe geçsin düşü. Hep demez miydik bir gün güneşe geçeceğiz, güneşi zaptedeceğiz diye. İşte düş günü gelip çatmıştı.


Subayın sesi yeniden duyuldu: "Mektup yazmak istersen yaz. Tıraş olmak istersen de, bekleriz." Mektup yazmak... İlk defa rahat bir mektup yazacağım diye düşünüp, gülümsedi. Kâğıt, kalem istedi. Ama önce tıraş olmaya karar verdi. Ağzı körelmiş jileti yüzüne sürerken hiçbir şey hissetmedi. Bedeni daha şimdiden kendini terk etmiş gibiydi. Aynada kendini anlamsızca seyretti. Uzun zamandır, her aynaya bakışında saçlı halini düşünmeye çalışıyordu. Ancak bir türlü gözünün önüne getiremiyordu. Yeniden düşündü... Olmuyordu. Çam ağaçlarını düşündü, ormanları. Sonra gözünün önünde kurumuş ağaçlar belirdi. Annesi geldi aklına. "O kadın onlarca kez ölecek" diye düşündü. Gözleri doldu. Ne yazmalıydı, nasıl anlatmalıydı durumu, bilemiyordu. Hiçbir zaman anlamayacaktı. Anlamak istemeyecekti. Bunu biliyordu. Kısa bir şeyler yazmalıyım diye geçirdi içinden. Mektubu hazırladı, altına da, "üzülmeyin, ben isteğimce yaşadım" demeyi ihmal etmedi.


Hazırdı. Artık hücreden çıkabilirdi. Diğer hücrede yatan arkadaşlarla vedalaşmak istedi. “Olmaz,” dedi subay. Slogan atmaya başladı. "Kahrolsun.........". Askerler atlayıp ağzını kapattılar. Karanlık duvarların arasında ilk kez bir karşı koyuş sloganlaşmıştı. Sürükleyerek koridora çıkarttılar. Koridorda sürüklenirken, yankılanan slogan seslerini duydu. Yüreği gülümsedi. Öfke dolu haykırışlar, duvarları titretiyordu. Askerlerin renkleri soldu. Gözlerine korku girdi. "Sorarız onlara," dediler.


On kadar askerin arasında tek başına yürüyordu. Ellerini bırakmışlar, etrafını çepeçevre sarmışlardı. Ansızın, birdenbire ölmek çok daha iyi diye düşündü. Hemencecik, fotoğraf çektirirken patlayan flaş gibi... Hemen... Sonuçta hepsi bir değil miydi? Ne fark ederdi, şöyle ya da böyle olması...


İdare binasının koridorunda, tutukevi müdürü yüzbaşı göründü. Ellerini arkasında birleştirmiş onu bekliyordu. İnce bir tebessüm vardı yüzünde. Sivil hiç kimseyi göremedi. Oysa avukatı bulunmalıydı.

"Avukatım nerede?" diye sordu, dik dik titreyen sesiyle.
"Gelmek istemedi. Belgeleri siz hazırlayın ben imzalarım," dedi.


Namussuz herif, gelmeye bile korkmuş diye geçirdi içinden.

Bir sandalye verdiler, oturdu. Son isteğini sordular. “Bir bardak çay ve sigara,” dedi. Getirdiler. Mektuplarını yüzbaşıya uzattı. "Size güvenmiyorum, ama vermek zorundayım," dedi. Yüzbaşı, "Siz kimseye güvenmezsiniz zaten," diyerek sırıttı ve mektupları aldı. Sonra uzun bir konuşmaya hazırlanır gibi derinden bir nefes aldı.

"Hiç pişmanlık duymuyor musun? Bak yaşamın gidecek. Değer mi ha?..”

Pişman mıydı? Bunu hiç düşünmemişti. Kuşkusuz yapmak isteyip de yapamadığı pek çok şey vardı. Ama yaptıkları da istedikleriydi. İnanarak yapmıştı.

"Sen kendi işine bak yüzbaşı, cellatsın, cellatlığını yap".

"Oysa önünde uzun bir yaşam vardı. Daha gençsin, evlenip çocuk sahibi olabilirdin. Allah bilir hâlâ bakirsindir ha?.. Hiç, bir kadınla yattın mı? İster misin, bir tane getireyim?"

"Sizler yalnızca bacak aranızı düşünürsünüz. Yaşama hep oradan bakarsınız..."

"Sen o güzelliği bir yaşasaydın...”

"Sen yaşa, boş ver".

"Bak sana ne göstereceğim. Elimdeki belge Genelkurmaydan geldi. Bir karar almışlar. Yaptıklarımdan pişmanım der bize yardımcı olursan, infazı engelleyebilirim. Buna yetkiliyim. Bir pişmanlık belgesi hazırlayacağız, sen imzalayacaksın, infazı hemen durduracağım... Anlaştık mı?”

Kendisini ölüme öylesine hazırlamıştı ki, böyle bir şeyi hiç beklemiyordu. Ne yanıt vereceğini şaşırdı. Yutkundu. "Onuruma karşılık yaşamım" diye düşündü.

"Hayır yüzbaşı, olmaz, öyle yaşamak istemiyorum..."

"Sen bilirsin. Ben bana gelen emri yerine getirdim. Görevimi yaptım. Biz seni yalnız bırakalım, iyice düşün. Kararından vazgeçtiğin zaman seslen yeter. Hemen durdururum infazı, tamam mı?”


Yanıt vermedi. Odada tek başına kaldı. Elleri arkasından kelepçeliydi. Adımladı. Ayaklarına yüklenen ağırlığını duydu. Sonra ağzında kalan sigara tadını hissetti. Canı sigara istedi. Önce askere seslenmeyi düşündü. Ama sonra vazgeçti. Benim için geride kalmış bir güzellik sadece dedi. O kadar çok güzelliği bırakmıştı ki geride... Pek çoğunu duyumsayarak yaşayamamıştı bile. Farkına varamadıkları da vardı kuşkusuz. Tanımaya zaman bile bulamadığı güzellikler... Askerler yanına geldiğinde, hâlâ düşünüyordu. Koluna girip yandaki boşluğa aldılar. Üzerindeki giysileri çıkartmasını istediler. Çıkarttı. Yedi bin lirasını imza karşılığı teslim aldılar. Üzerine beyaz bir giysi giydirdiler. Ellerini arkadan tekrar kelepçelediler. Her şey bir rüyaydı sanki.


İdam sehpasının altına getirildiğinde, sehpanın demirden olduğunu gördü. Aklından hep tahtadan yapılmış bir sehpa geçirmişti. Hani Amerikan filmlerinde olur ya... Artık çok az zamanı vardı. Kısa süre sonra düşünemeyecekti. Düşünüyor olmak da güzel şey diye geçirdi içinden... Dostları geldi gözlerinin önüne. Gülümseyen, canlı, coşkulu bakışlarıyla dostları... Yüreği ısındı. Gülümseyişle karşılık verdi, dostlarına. "Bensiz kucaklayacaksınız baharı. " diye seslendi. Sanki yanı başındaymış gibi dostları...


Sandalyenin üzerine çıkardılar. Yüzbaşı diğer subaylarla birlikte tekrar geldi. Yüzünde garip bir ifade vardı. Kızgınlık, öfke ve belki de saygı... Gülümsedi. "Demek ölmeye karar verdin, öyle mi? Üzüldüm, takın ipi..." Askerler telaşla ipi taktılar. Şaşkın ve gergindiler... "Bunların hesabını halkımıza vereceksiniz. Kahrolsun fa...." sözlerini bitiremeden, yüzbaşının öfkeli bağırtısı karanlıkta yankılandı.

"Tekmeleyin sandalyeyi, asın ibneyi!"

Bu iş için seçilmiş askerler sandalyeyi tekmeledi. Sandalye gürültüyle yuvarlandı.

Her şey bundan sonra oldu. Bir acı hissetti.
Kalbi hızlıca çarpıyordu. "Sallanıyorum" diye düşündü. Ayağını oynattı. Yeri kavrıyordu. "Olamaz" diye geçirdi içinden. Yüzü sapsarıydı. Şaşkındı. Gözlerini açmak nice sonra aklına geldi. Her yan bembeyazdı. Hiçbir şeyi seçemiyordu. Hayvanca atılan kahkahaları duydu. Sesin geldiği yöne doğru kafasını çevirdi. Yüzbaşıyı gördü. Gülmekten iki büklüm, sağa sola yıkılıp duruyordu. Sonra askerler de anladılar işi. Onlar da başladılar gülmeye...


İdam cezası belki de ilk kez bir işkence yöntemi olarak kullanılıyordu. Karanlık eylülde, karanlık yerlerde, insanlık için karanlık işler yapıldı. Ortaçağ karanlığını aratmadı yapılanlar. Engizisyoncuların kemikleri keyifle oynaştı. İnsanlık tüm bunları yaşadı. Suçlar işlendi, suçlular kimlik edindi. Salınır oldular sokaklarda. Sokaklar boğdu onları.