Toyduk, belki de çocuktuk. Ve
büyüdükçe yaşımızın ötesine taşıdık yüreğimizi. Yüreğimiz bizden bir adım önde
büyüdü. Kendimiz bilerek, kendimizden koptuk. Yaşamın yaşam tüketeceğini hiç
düşünmedik. İlk düşüşlerde irkildik, ancak inanmadık. Sonra umudu kestik ve
kendimizi bizsiz var ettik. Umut yaşamdan koptu, biz de umuttan... Bir çocuğun
uçurtmasının yırtılması gibi, yırtılan umutlarımızın arkasından baka kaldık.
Tükeniş böyle başladı... Nereden bilebilirdik ki yaşamın böyle olduğunu. File
sorti yapan umursamaz sinekler gibiydik. Yırtılan umutlarımıza asılı kalan
tükenmiş yaşamların gözyaşlarına sığındık. Biz yaşamı böyle belledik...
Geceyi hiç sevmedik Akşamın
doğallığında ivedice sabahı kucaklamaya çalıştık. Geceler bin yıl kadar sürdü.
Gündüzler hem yakın hem de çok uzaktı. Her adımımızda biraz daha uzaklaştı.
Telaşa düştük. Yüreğimizi çıkartıp, karanlık hücrelerin nemli duvarlarına, bir
madalya gibi astık. Yüreksiz ve duygusuz kaldık, insandan kaçtık... Kabuğuna
sığmayana yaşamlarımız, boğulmuş insan umutlarının, güneşe dönük düşleri
arasında sıkışıp kaldı. Yaşamlar budandı, öyküler sayfa buldu.
1979 yılı yaz aylarına girildiğin de, güneyin
duvarları pörsümüş bir cezaevinde tüm koğuşlar tıka basa insan doluydu. Her gün
onlarca genç, tutuklanıp içeri atılıyordu. Kırk beş elli kişilik koğuşlardı
seksen yüz kişi kalıyorduk. Üniversitelerden, liselerden ve sokaklardan bir
yığın insan değişik nedenlerden dolayı tutuklanıp cezaevine koyuluyordu. Bir o
kadar insanda her gün tahliye ediliyordu.
Cezaevinde devlet, yalnızca
sayımlarda ve periyodik aramalarda ortaya çıkıyordu. Birde içerde çıkan kimi
olaylardan sonra girip, olayın faillerini alıp gidiyorlardı. Her mahkûmun
kafasında kaçmak bir tutkuydu. Her grubun kaçmaya dönük kendi çabası vardı.
Koğuş altları tavşan yuvası gibiydi. Hesaplar yapılıyor, projeler çiziliyor ve
tüm mühendislik dehaları cezaevinin zemininde uygulanmaya çalışılıyordu. Herkes
bir yerlerden kazıyordu. Toprağın metrelerce altından özgürlüğe ulaşmaya
çalışıyordu. Birinci koğuşta da benzer bir çabaya yeni girilmiş, beton
delinmiş, toprağa yeni el sürülmüştü.
Aynı günlerde yeni yakalanan
kalabalık bir grup getirildi koğuşa. Sekiz on kişi kadarlardı. Yoğun, argın ve
bitkindiler. Ancak gözlerinde polisten kurtulmuş olmanın gizli bir sevinci vardı.
İçlerinden birisi dikkatimi çekti. Adı Osman’dı. Kısa boylu, zayıf, siyah hafif
dalgalı saçlı, esmer bir çocuktu. Daha 17- 18 yaşlarındaydı ve bıyığı yeni
terlemeye yüz tutmuştu. Ürkek ve korkaktı. İçeri girdiğinde hepten tükenmiş ve
kendine güvenini tamamen yitirmiş gibiydi. Her halinden sorgudan dik çıkamadığı
anlaşılıyordu. Çözülmüştü. Arkadaşları affetmiyordu onu. O artık bir haindi.
Silikçe geldiği birinci koğuşta bir köşeye büzülerek yaşamayı denemişti. Yer
yarılsa yerin binlerce metre içine girecek gibiydi. Süklüm püklüm haliyle
Osman, onlardan gibi değildi. Onlardandı ama artık onlar onlardanmış gibi
bakmıyorlardı ona. Oda onlardan gibi görmüyordu kendini. Büzülerek yanıma
gelip, nerede yatabileceğini sormuştu bana. Bende ötekilerden uzak bir yer
gösterip ‘burada kalabilirsin’ demiştim.
Hiç uyuduğunu görmedim, hep
ayaktaydı sanki. Kimi zaman gündüzleri ranzasının kenarlarına çektiği
perdelerini kapalı görürdüm. Belli ki geceleri korkudan oturuyor bazı gündüzler
ise uyumayı deniyordu. Çoğu zaman ise uyuyamıyordu. Kendi arkadaşlarıyla hiç
konuşmuyordu. Onlarla zorunlu olarak karşılaştığında, başını öne eğip
yanlarından neredeyse görünmeden geçip yatağına süzülüyordu. Neler olduğunu
anlamakta hiç zorlanmamıştım. Osman çözülmüştü ve arkadaşları onu dışlanmıştı.
Durumu değerlendirilip bir karara varılacaktı. Osman’ı arkadaşlara anlatıp
dikkat etmemiz gerektiğini söyledim. Sonra onlarla konuşup durumu anlattık ve
bu koğuşta hiçbir olay istemediğimizi açıkça söyledik. Bize hak verdiler ve
‘söz veriyoruz onu burada cezalandırmayacağız’ dediler. Rahatlamıştım. Osman en
azından bizim koğuşta cezalandırılmayacaktı. Konuşmadan hemen sonra Osman’a
yaklaşıp, ona bu konuşmayı anlattım. Kaygılıydı ama biraz rahatladığını
hissettim. Bahçeyi çıkıp volta atmaya, arada bir bizden kimi arkadaşlarla
konuşup, gizliden gülümsemeye başlamıştı.
Birkaç hafta sonra bir akşamüstü,
koğuştan marş sesleri yükselmeye başlamıştı. Bu alışıldık bir şeydi. Koğuşlarda
sıkça marşlar söylenip sloganlar atılırdı. Dışarıda bizsiz süren bir mücadele
vardı ve bu mücadele, yattığımız bu daracık koğuşlarda bile bizleri motive
etmeye yetiyordu. Her üst boyutlu eyleme sevinirken, ölen her arkadaşımız için
yas tutuyorduk. Biliyorduk ki bir gün bu duvarları yıkıp özgürlüğümüzü
yakalayıp, mücadeleye bizlerde katılacaktık... Marşlar söyleyerek, sloganlar
atarak dışarıda ki gelişmelere kendi çapımızda katılırdık. Osman’ın arkadaşları
da marşlar söylemeye başladıklarında önce hiç dikkatimi çekmedi. Bir süre sonra
günü ve anlamını düşündüğümde hiçbir haklı bir gerekçe aklıma gelmedi. “Belki
de bizim duymadığımız bir eylemleri vardır” diye geçirdim aklımdan. Yanımda ki
arkadaşlara sordum onlarda bir anlam veremediler. Yüreğime bir kuşku düştü.
Tedirgince ortalıklarda bir süre dolaşıp durdum. Osman’ın arkadaşlarının
yüzlerine göz gezdirip, bir şeyleri çözmeye çalışıyordum. Söylenen marşların
ritmi artınca gözlerim Osman’ı aradı. Ama yoktu. Ortalıkta gözükmüyordu. Aklıma
çamaşır yıkayacağım demesi geldi. Tuvalete yöneldim, kapısı tutulmuştu.
Osman’ın arkadaşları tuvaletin kapısına kümelenmiş marşlar söylüyorlardı.
Tuvaletten iki üç kişi çıktıktan sonra marşlar birden kesilip slogan atılmaya
başlandı. İlk slogan beni tamamen sarsmıştı. “Hainler cezasız kalmaz.” “Kahrolsun
işbirlikçi hainler” Koğuş buz dağına çarpmıştı gibiydi. Herkes donup kalmıştı.
Herkesin aklına o an Osman geldi. Söz vermişlerdi ama...
Bekleyememişlerdi. Bir avuç insan
onu yargılamış ve ihanetten suçlu bulup ölüme mahkum etmişti. İnfaz, devrim
marşları eşliğinde gerçekleştirilmiş ve bizlerde tamamen seyirci kalmıştık. Ve
Osman gitmişti artık. Tuvaletin kapısını boşalttıklarında hemen koşup içeri
girdim. Tuvaletten kazılan tünel çukurunun içinde Osman, başına çuval
geçirilmiş olarak yatıyordu. Her tarafı kan içindeydi ve hareketsizdi. Elleri
arkadan bağlanmış ve kafasına çuval geçirilip hem boğulmuş hem de şişlenerek
öldürülmüştü. Yanı başına bir not...“Hainler cezasız kalmayacak. ”Osman’ın
öldürülmesine müthiş kızmıştık. Osman ölmüş ve kazdığımız tünel patlatılmıştı.
Onlara öldürmeyin derken koğuşun özel durumunu anlatmış ve öldürmeyeceğiz
sözünü bu çerçevede almıştık.
Onlar Osman’ın yaşamını alırken,
bizimde özgürlüğümüzü almışlardı. Osman’ın öldürülmesinden çok belki de buna
kızıyorduk. Osman’ın yargılanması onların doğal hakkı gibiydi. Zararı Osman
onlara vermişti ve onların bir insanıydı. Yanlışının sorumlusu da onlardı ve
verecekleri karara bizler karışamazdık. Sadece burada ve bu koşularda
yapılmasını engelleyebilirdik ve onu denemiştik. Ancak bunu da başaramamıştık.
Koğuşu askerler basarak, onu
atıldığı tünel çukurundan çıkarttılar. Osman’ın kanla kaplı bedeni koğuşun orta
yerine bırakıldığında, hiç kimseden ses çıkmıyordu. Çavuş kafasını bizden yana
çevirip; ‘Kim öldürdü onu’, ‘bu tüneli kim kazıyordu” diye sorunca herkes
birbirine baka kaldı. Öldürenlerin öne çıkıp üstlenmelerini bekledik hep
birlikte. Ancak koğuştan çıt çıkmıyordu. Çavuş bir kez daha sordu. Ama yine ses
yoktu. Elli kişilik koğuşu toplayıp hücrelere aldılar. Hepimizin ifadesini
alıyorlardı. Hep bir ağızdan “ görmedik bilmiyoruz” diyorduk.
Bir gün sonra koğuşa döndüğümüzde
arkadaşları yanımıza çağırıp, “hem söz verip sözünüzde durmuyorsunuz, tünelin
yakalanmasına neden oluyorsunuz hem de üstlenmiyorsunuz. Bu olamaz üstlenin
yoksa karışmayız” dedik. Aralarından bir kişiyi seçtiler, suçu ağır. Ve o kişi
gidip olayı üstlendi. “Osman’ı ben öldürdüm dedi. Maçta kavga etmiştik, bana
küfür etti bende dayanamadım öldürdüm, sonrada o çukuru kazıp saklamaya
çalıştım ” dedi.
Osman hayat denilen kavgaya daha yeni
girmişti. Pek çok insan gibi de çelik adımlarla yürüyememişti. Sendelemişti.
Daha yaşı gençti ve adımlarının çelik olması gerektiğini belki de hiç
bilmiyordu. Sendelemesi yaşamına mal olmuştu. Bizler ise öfkeliydik. Osman’ın
öldürülmesinden çok belki de, aylardır kazdığımız tünelin açığa çıkmasına
kızmıştık. Osman bu gün yaşasaydı yaklaşık biz yaşlarda olacaktı ve belki de
ilk sendelemesinden sonra yaşamda bir daha asla sendelemeyecekti.
Bir fırsatı daha olabilseydi...