Hücredeyim,
Sigaram ve suyum yok!..
Yatağım ıslak bir beton!..
Boğucu
bir hava var, içerde. Aydınlık, karanlık arası soluk bir ampul... Daracık bir
alan. Birkaç adımda sonlanıyor. Küf kokuyor her yan. Köşeye büzülüp kalıyorum.
Her yerim sancıyor. Bacaklarım kopmuş gibi, sırtıma hançer saplı. Beynim
zonkluyor. Yüreğimde ince bir sızı var. Gözlerim doluyor. Anlayamıyorum!..
Onlarca asker ve gardiyan üzerimde tepişiyor. Tek yapabildiğim, ellerimle kafamı
korumaya çalışmak... Ama mümkün mü? Dudağımın ağırlaştığını hissediyorum.
Bağırtılar duyuyorum. Ben bağıramıyorum bile. Boğazım tıkanıyor. Yerin
metrelerce altında, küf kokulu bir hücrede yapayalnızım. Korkuyorum. Ancak
korkum ölümden veya dayak yemekten değil. Korkutucu olan yalnızlık. Ne
olunacağı bilinmeyen bir süreçte, tek başına olmak. Her şeye karşı tek başına
olmak. Onurlu bir yalnızlık... O kadar dayak ve işkence tek bir kelime için.
Tek bir kelimeyi kabul etmemi istiyorlar. Ağzımı bir kez açıp kapatmam
yetecek.
"Ben
hırsızım" dememi istiyorlar...
Bütün
gün uğraştılar. Yoruldular. Ara verdiler. İnsanların arasına karışıp,
kayboldular. Akşamı evlerinde ettiler.
Benimse,
suyum ve sigaram yok.
Yatağım,
ıslak bir beton...Her yanım sızlıyor...
Voltaya
kalkıyorum. Amaçsız, iki duvar arasında adımlıyorum. Düşünmüyorum!..
Düşünemiyorum... Şarkı mırıldanıyorum. Sözler karmakarışık. Aynı nağmeye yeni
yeni sözler uyduruyorum ve saatlerce söylüyorum. Yaptığıma kendim de gülüyorum.
Rahatlıyorum. Her şeyi olağan görmeye çalışıyorum. İlginç bir şey dikkatimi
çekiyor. Ben buraya atıldığımda beton zemin kuruydu. Hafif bir nem vardı,
ancak kuru sayılırdı. Bir süre voltaladığımda zemin önce bir parça, sonra tamamen
suyla kaplandı. Adımladığım köşede diğer yerlerden daha fazla su toplanmış,
dolaştıkça su çıkıyor. Özel olarak böyle yapılmak istense, yapılamaz diye
düşünüyorum. Betonun gözenekleri kevgir gibi, kanalizasyondan sızan suları,
üzerine veriyor. Zamanla beton, geçirimsizliğini kaybetmiş olmalı. Sünger gibi
suyu topluyor ve üste veriyor. Buradaki tek lüks, adımlamak. Ancak bu da
tehlikeli, sınırlı ve denetimli...
Burası Fransız işgalinde yapılmış. Öyle söyleniyor. Önceleri hastaneymiş, sonra sığınak olarak kullanılmış. Çok daha sonraları ise savaş esirlerinin tutulması için kullanılmış. O gün bu gündür bu gelenek sürüp gelmiş. Uzun bir süredir de tutukevi olarak kullanılıyor. Burası, geçmişte pek çok ünlüyü ağırlamış. Çukurova tarihinde önemli bir yeri var buranın, kültüründe özgün bir yeri var. Kimisinin babası yatmış burada, kiminin oğlu. Kız kaçırmış yatmış, namus için kan dökmüş yatmış, kanlısıyla çatışmış yatmış... Daha pek çok gerekçeyle mahpusluğu yaşamış Çukurova insanı. İç içe olmuş sürekli, şarkılar yazmış, şiirler dizmiş...
Benim
hücremin yanında, sineklik ve bataklık denilen iki ayrı hücre daha var. Bu
hücreleri şimdilerde kullanmıyorlar. Eskiden kullanırlarmış. Duvarlarında
demir halkalar var. Bu halkalara mahkûmları ellerinden bağlar, boyunlarına
ağırlıklar takar, günlerce bırakırlarmış. Dev sinekler hiç beklemeksizin
saldırıya geçer, paramparça ederlermiş insanı. İçerisi sinek kaynıyor, yine
bekleşiyorlar. Bataklık denilen yer de benzer özellikler taşıyor. Zemini diz
boyu balçıkla kaplı. Sinekler, geçmişteki sefahat günlerinin özlemiyle
bekleşiyorlar. Elleri duvara zincirli mahkûm, sinek saldırılarıyla çığlıklar
atarak, çıldırırmış. Mahkûmun yola geldiğine kanaat getirildiğinde, her yanı
yara bere içerisinde buradan çıkarılır, koğuşlara götürülürmüş. Buraya atılma
korkusu tüm mahpusların üzerine kâbus gibi çökermiş.
Dev
sineklerin yanı sıra, koca koca fareler cirit atıyor ortalıkta. Balçık kokusu
tüm ağırlığıyla genzi tahriş ediyor. Tüm duyumlar kısa sürede kayboluyor ve
insan adeta tükeniyor... Buraları epey bir zamandır kullanmıyorlar. Kilitleri
pas tutmuş. Beni, atıldığım hücreye doğru sürüklerken, boynumdan tutup oraya
götürdüler. "Dua et buraya atmıyoruz, yoksa bir gün sonra gelip
kemiklerini toplardık," dediler. İnsaflıydılar. Atıldığım yer oralara göre
oldukça iyi sayılırdı. En azından balçık yoktu ve sinekler de oradaki kadar dev
cüsseli ve kalabalık değildi.
Yatağım ıslak bir beton.
Bacaklarım
ağrıyor. Duvarın bir köşesine çömelip oturmayı düşünüyorum. Tam bu sırada
gözlerim bir karaltıya takılıyor. Tuvaletin köşesinde parlak bir karaltı
hareket ediyor gibi. Biraz yaklaşıp daha dikkatlice bakıyorum. Şaşkınlık
içerisinde bakakalıyorum. Kocaman bir fare... Kedi kadar. Cardun!.. Bu kadar
büyüğünü daha önce hiç görmemiştim. Simsiyah ve kaygan, nemli bir derisi var.
Islak. Kulakları dikelmiş. Ayaklarımı yere vurup, "hişt" diyorum.
Aldırış etmiyor. Tekrar tekrar deniyorum, oralı değil. Kaçmaya yeltenmiyor
bile... İlk şaşkınlığım geçiyor, insana alışmıştır diye düşünerek, sırıtıyorum.
Belki de hücrecildir... İsmi bile olabilir. Köşedeki ekmeğe doğru yavaş bir
harekette bulunuyor. Ancak hemen duruyor. Dönüp bana bakıyor. Oldukça
temkinli. Ekmekle arasına giriyorum, vermeye niyetim yok. "Alırım"
der gibi ters ters bakıyor. İğrenç bir görüntüsü var. Ayakkabımı çıkarıp
fırlatıyorum. Hızlı bir hareketle, tuvaletin deliğine girip, kayboluyor.
Kaçışına seviniyorum. Ancak içime bir kuşku düşüyor. Ya ben uyurken gelir de,
bir yerimi ısırırsa... Kuduz, veba... Her şey aklıma geliyor. Unutmaya
çalışıyorum. Voltalıyorum...
Zemin nemli, hafif hafif sulanıyor. Havanın soğumaya başladığını hissediyorum. Tüylerim ayağa kalkıyor. Demek ki zaman gece yarısını aşmış. Adımlarımı hızlandırıyorum. Ellerimi yumruk yapıp sıkıyor, sonra tekrar gevşetiyorum. Aynı zamanda kollarımı açıp kapatıyorum. Bu hareketleri hızlıca bir süre yaparak ısınmaya çalışıyorum. Biraz olsun ısınıyor bedenim. Zamandan kopmaya çalışıyorum.
Buradan uzaklaşmalıyım. Öyle ya, insan her şeyi beyniyle yaşar!.. Ben de öyle yapmalıyım... Temmuz ayının yakıcı sıcağında, Karataş sahillerindeyim! Kızgın kumlara aldırış etmeden, kumsalda adımlıyorum. Ayaklarım çıplak. Üzerimde bir şort... Güneşle aracısız yüz yüzeyim. Bedenimin tüm gözenekleri ısınıyor. Deniz mutlu bir çocuk gibi salınıyor... Olmuyor!
Üşüyorum. Berkeley'e küfrediyorum. Ne vardı sanki söylediklerin doğru olsaydı da, beynimdeki imajları yaşasaydım... Ne soğuk kalırdı, ne de hücre. Kim bilir belki sarışın güzel bir hatun da olurdu... Yine işe yaramadın Berkeley usta...
Gülümsüyorum. Adamcağız elinden geleni yapmış diye geçiriyorum, içimden. Kendimden şüpheliyim. Çıldırmak işten değil. Bacaklarım tükeniyor. Oturamıyorum, zemin ıslak. Gözlerim ağırlaşıyor. Bir sigara olsaydı... Müthiş canım çekiyor...
Hücrede onuncu güne giriyorum. Koridordan bağırtılar geliyor. Kulağımı kapıya dayayıp, dinliyorum. Yan hücreye birini getiriyorlar. Küfrederek dövüyorlar. Dayak yemek, dayak yerken beraberinde ağzı açılmadık değişik küfürler yemek burada alışıldık bir şey. Fazlaca yadırgamıyorum. Detayı anlamak için biraz daha dikkatlice dinliyorum. Askerlerden biri getirilen taze mahkûmu döverken, bozuk Türkçesiyle şöyle bağırıyor:
“Ha... Amerikalı Çavuşu öldürürsün, öyle mi, ibne ya Amerika yardımı keserse, öldürecek başka birini bulamadın mı?”
Mahkûmdan inilti dışında yanıt gelmiyor. Dayanamayıp gülüyorum. Olacak iş değil. Asker, Amerika’nın bu adam yüzünden Türkiye’ye yaptığı yardımı kesebileceğini düşünerek, daha fazla kızıyor. Ülkesini, geleceğini riske sokan bu adama karşı daha bir acımazsız davranıyor...
Akşamüzeri tanıdık bir gardiyan geliyor. Olayı soruyorum. Anlatıyor. 18–19 yaşlarında olan bu genç Amerikalı bir çavuşu öldürmüş. Amerikalı Çavuş yan hücreye getirilen gençle eşcinsel ilişkiye girmek istiyor. Evine çağırıp, yediriyor, içiriyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde içkinin de etkisiyle gence sarkıyor. Genç kabul etmeyip direniyor. Aralarında boğuşma başlıyor. Genç adam eline geçirdiği bir bıçakla Amerikalı çavuşu öldürüyor. Böylelikle de ülkesinin geleceğini riske atarak kendi kıçını kurtarıyor...
Ancak asker için önemli olan, Amerikan yardımı, düzülmenin hiçbir önemi yok. Belki de bizim uyanık asker “Zaten ABD ülkeyi her türlü düzüyor, sen niye direndin” diye kızıyordur gence...
On beş günü geride bırakıyorum. Alışıyorum buraya, yabancılığım kalmıyor. Gözlerim karanlıkta yarasa gibi, altlarından irin akıyor. Saçlarım sürekli nemden küflenmiş. Ellerimle yokladığımda, parmaklarımın arasında bir tutamı kalıyor. "Saçlarımı da kaybedeceğim" diye endişeyle iç geçiriyorum. Vücudumun her yanı yaralar içinde. Korkunç kaşınıyor. Her şey çürümüş. Ben de yavaş yavaş çürüyorum. Çürütüyorlar... Direnmeliyim... Direniyorum.
Güneşi görmüyorum. Sigaram yok. Her gün biraz daha kötüleşiyorum. Günlerdir, "hırsızım" dedirtmeye çalışıyorlar. Yalnızca tek kelime... "Hırsızım"... Bunu söylemem yetecek. Beni bu aşağılık yerden çıkarıp, güneşi gösterecekler. Dayağa son verecekler. Daracık duvarlar arasında, adımlamayı sürdürüyorum. Hava ısınmaya başlıyor. Gündüze geçtik gibi. Saatim yok, aldılar. Gökyüzü uzunca süredir kayıp.
Günler hücremin içinde kaybolup, gitti. Sayımlar tek zaman ölçütüm. Sabah ve akşam. İki temel zaman birimi. Bacaklarım ağırlaştı, beynimde. Zemin tamamen su ile kaplandı. Sigaram hâlâ yok!..
Günlerdir hiç kimseyle konuşmuyorum. Kendi kendime konuşup, dinlemekten bıkıyorum. Konuşmalarımla, düşüncelerim birbirine karışıyor. Yüksek sesle saçmalıyorum. Anlamsız sözcükler... Hayaller kuruyorum. Kötüleri cezalandırıyorum... Öldürmekten korkmuyorum, tek tek tüm kötüleri yok ediyorum... Tükeniyorlar. Devrim yapıyorum, birkaç kez... Özlemlerimle oluyorum... Kızlar geliyor aklıma. Her şeyi tüketiyorum. Anlamsız adımlarla sağa sola yalpalıyorum. Cardunla anlaştık. Ekmeğimin yarısını her gün ona veriyorum. Ekmeği yiyip, gidiyor. Karnı doyduktan sonra, gündüzleri çıkmıyor. Ben de rahatça uyuyorum. Geceleri beraberiz. Bir de konuşmayı becerse...
Yirminci
güne vardığımda, gardiyanlar topluca yeniden hücreme geldi. Kalabalık bir grup.
Başgardiyan;
"burada
daha ne kadar kalmak istediğimi" sordu.
Kendine
güveni sarsılmış gibiydi. Yanıtımı beklemeden yanındakilere döndü.
"Bununla
biraz ilgilenin, sıkılıyor çocuk," diyerek gitti.
Biraz daha yüklenecekler diye geçiriyorum içimden. Daha ne yapacaklar ki? Artık hiçbir şey korkutmuyor beni. Yaşama ilişkin tüm değerlerden hızla uzaklaştığımı hissediyorum. Burada unutulmuş olmaktansa ilgilenilmeyi yeğliyorum. Nasıl bir ilgi olursa!..
Bir süre sonra kapı tekrar açılıyor. "İlgi göstermeye geldiler" diyorum, kendi kendime. İri yarı, hantal bir gardiyan, ayaklarını sürükleyerek içeri giriyor. Gözlerini gözlerime dikiliyor. Bir süre baktıktan sonra,
Pantolonunu aşağıya indiriyor ve devam ediyor:
"Ya sen beni, ya ben seni... Oğlum bu iş böyle."
"Demek hırsız olmayı kabul etmedin öyle mi? Pekâlâ, o zaman ibne olarak çıkacaksın," diyor.
Şaşkınca
donakalıyorum.
"Git
yahu, manyak mısın sen, çık dışarı!" diye bağırıyorum.
"O
zaman sen beni yapacaksın," diyor, arkasını dönüyor.
"Defol
lan buradan, ibne, adi herif!" diye bağırıyorum.
Bir
anda iğrenç kahkahalar yayılıyor koridora. Sekiz-on kadar gardiyan beliriyor,
kapıda.
"Senden
hoşlanmadı Selçuk dayı," diyor, içlerinden biri. Sonra bana dönüyor:
"Hadi bu gün kurtuldun. Sen iyisi mi hırsızlığı kabul et."
Yaptıklarının hoşnutluğuyla, iğrenç salyalarını yanlarına alıp gidiyorlar. Şaşkın ve ürkek bir şekilde sindiğim köşeden çıkıyorum. Ağır adımlar atıyorum, sağa sola. Aklım almıyor olanları. Bunlar insan olamaz diye düşünüyorum. Böyle bir şeyi nasıl yaparlar? İnsan nasıl böyle hayvanlaşabiliyor? Sinirden ve öfkeden her yanım titriyor. Hızlı hızlı adımlıyorum hücreyi. Küfür ediyorum, aklıma gelen her şeye...
Ortalık yine sessizliğe gömülüyor. Yalnızca kendi adım seslerimi duyuyorum. Sakinim. Her şeyi doğal görmeye çalışıyorum. Bunlardan her şeyi beklemeliyim... Açlık grevine başlama kararı alıyorum. Buradan bir an önce çıkmalıyım. Yalnızlığa, iğrençliğe, küf kokusuna daha fazla dayanamayacağım... Yemek geldiğinde almıyorum. Pek aldırış etmiyorlar. İki gün hiç uğramıyorlar. Üçüncü gün tekrar yemek ve su getiriyorlar. "Hayır," diyorum, gidiyorlar. Sonraki günler ara sıra gelip, şöyle bir bakıp gidiyorlar. Beşinci gün başgardiyan geliyor. Bağırıp, küfrediyor. "İstersen geber," diyor ve o da gidiyor. Artık ayakta duramıyorum. Köşeye kıvrılıp yatıyorum. Beton bedenimi uyuşturuyor. Titriyorum. Kemiklerim bile üşüyor. Dudaklarımı hissetmiyorum. Cardun çıkıyor deliğinden, biraz toparlanmaya çalışıyorum. O da aç. Ekmeğimin yarısını alamıyor artık. Sinirli. Gezinip duruyor. "Ne ukala yaratık" diye düşünüyorum. Daha önce verdiğim ekmeklerin hatırına olsa gerek, saldırmıyor. Ama ben yine de korkuyorum...
Nefesimle
ellerimi ısıtmaya çalışıyorum. Vücudumdaki yaralar irin kaplamış. Gözlerimde
sanki tonlarca kum var gibi, batıyor. Duvarda bir yazı var, kazınarak yazılmış.
"Duvarınızı
Yendim!" diyor.
Yanında bir yığın çarpı işareti var. Benden öncekilerden biri yazmış. O kazanmış. Demek ki aşılabiliyor duvarlar. Burası sonsuzluk değil. Güneşe yeniden kavuşmak mümkün gibi... Moralim biraz düzeliyor. Güneş biraz daha yakınlaşıyor. Kendime güvenim bir kat daha artıyor. Başarmalıyım diyorum kendi kendime, başarmalıyım... Yenmeliyim bu kokuşmuş duvarları...
Kapıya tekrar doluşuyorlar. Bu kez müdür de aralarında... İçeri giriyorlar. Müdür kaç gündür burada olduğumu öğrenmek istiyor. Başgardiyan;
"Yirmi
dört gündür, efendim," diye yanıtlıyor.
Müdür
yüzünü ekşiterek kafa sallıyor. Yüzüme bakmamaya çalışarak,
"Hemen
çıkarın, doktora götürün, sonra da koğuşa verin," diyor.
İki gardiyan kollarıma girip, sürükleyerek taşıyorlar beni. Çıkıyorum, küf kokusunu yanımda taşıyarak. Bahçede temiz bir hava var, derin bir nefes alıyorum. Başım dönüyor. Gözlerim görmüyor. Aydınlığa uzunca bir süre bakamıyorum. Kapatıyorum gözlerimi. Güneşi hissediyorum. Yüreğimde gururlu bir gülümseme var.
Yine tutsağım. Ancak, güneşi yaşayabiliyorum. Konuşabiliyorum. Kendi sesimden başka, dost sesler duyabiliyorum. Sigara... Dost sohbetleri ve çay... Mektup yazıp, mektup alıyorum. Yaşamı bir ucundan yeniden yakalıyorum.
Yıllarca sürmüştü, tutsaklığım. Yıllar sonra yeniden yakaladığımda özgürlüğü, yeni bir yaşamdı artık, benim için. Duvarların gerisinde en genç yıllarımı bırakmıştım. Heyecanım yerini, bilince bırakmıştı. Artık eylemlerim daha anlamlıydı. Bilinci yakalamıştım. Ancak yüreğim hüzünlüydü.
Tutukevinin yıkıldığını duyduğumda, kalkıp oraya gittim. Yıkıntılar etrafında uzunca dolaştım. Tam bir hayaller yıkıntısıydı burası. Çökmüş düşler serpilmişti, sağa sola. Yeniden küf kokusunu duydum. Yüreğim ürperdi. Kaldığım hücrenin yerini aradım. Bulmakta zorlandım. Yerini tam olarak kestiremiyordum. Belleğimde canlandırmaya çalıştım. Ayağımla beton döküntülerini karıştırırken bir yazı ilişti gözüme. Betona kazınmış. Onurluca gülümsüyor.
"Yendim."
Ne
garip, yalnızca bu yazı kalmış geriye...