24 Ekim 2010 Pazar

NOTLAR...

Aptalca bir kıskacın içerisinde dönüp duruyoruz. Yaşanması gereken güzellikleri bile, kendimize dar ediyoruz. O, pek küçümsediğimiz yaşamın altında, eziliyoruz. Bilincimiz, bilgimiz, ukalaca her fırsatta söylemekten kaçınmadığımız yaşamı değiştirme ve dönüştürme iddiamız, yetersiz kalıyor. Henüz kendimizi bile, genel insan standartlarından, kültürle alakasız sıradan insan reflekslerinden kurtaramamışken, -bize kolay geliyor olsa gerek- büyük iddialarla yaşama yöneliyoruz. Yönelip de bir halt edebilsek, her şey gibi bunu da “muş” gibi yapıyoruz. Sadece çevremizi değil, kendimizi de aldatıyoruz.

Gözlerimizde taşıdığımız şafakları, bunalım yüklü, çaresiz gecelerin sonunda yakalar olduk. Bize rağmen devinen gün, tüm anlamını yitirdi. Dingin yüreklerin coşkulu denizlerde işi ne? Beynimizi hücreleştirip, etkisizleştiriyoruz. Tutkularımızı günlük yaşamın puslu köşelerinden seçip, kendimize uyarlıyoruz. Ve boyun eğip, kendi seçtiğimiz tutkularımızın kölesi oluyoruz.

Papatya tarlaları çoktandır, belleğimizde canlanmıyor, sanki hiç hikayesini yaşamamışız gibi.. Gözlerimizi sonsuzluğa dikip,hayaller kuramıyoruz. Hayallerimiz bizi, biz hayallerimizi tükettik. Yaşam, restini çoktan çekti bize. Kan uyuşmazlığı yaşayan bir çocuk gibi, sancılıyız.
Oysa gülümsemek için ne çok şey yapmıştık…